Yaklaşık 3 sene oluyor, sesi kulaklarımızla, sözleri ruhumuzla temas edeli…Hatta yıllar geçtikçe daha çok kişinin kalbine kazınıyor; sesiyle, ruhuyla, müziğiyle…

Ben de tüm bu düşüncelerle hayatını müziğe adamış birine doğru yol alıyorum Galatasaray’da bir akşamüzeri. Kendi gölgeme basa basa, üstelik faili kendisi olan bir rastlantıya…

 

 

Mahçup bir karşılaşma, az şarap az bira, keyifli bir konuşma. Derken bana ayrılan sürenin bir telefon ziliyle bölünerek sona ermesi…Bir başka gün tamamlanacak olan söyleşinin ikinci yarısı…ve hiç gelmeyen o gün, açılmayan telefon….telefonlar….

 

Günler ve neredeyse aylar…

 

Sonunda gelinen nokta bu röportajın yapıldığı kadarki kısmıyla yayınlanıp yayınlanmaması…Ama cevaplar galip çıkıyor ve söyleşinin buraya kadarı “kısmet böyleymiş!” nidaları eşliğinde sayfadaki yerini alıyor.

 

Aradığımız kişiye ise hala ulaşılamıyor!

 

Sana sadece “müzik”dedirten şey nedir?
 

Kendime tanıdığım, yaşam sürecimde yarattığım şanslar ile  tercihlerim ve buna bağlı olarak vazgeçişlerim beni müziğe getirdi.  Özellikle üniversitede okurken yapmak istediğim tek şey müzikti. Hatta bu nedenle bir gitar aldım.Eminim ki ben bu konuda hediyelendirilmiş bir adamdım. Çünkü  4  ay gibi çok kısa bir zaman içersinde  yarı profesyonel halde gitar çalmaya ve  o zamanın kulüplerinde, barlarında sahne alarak harçlığımı çıkarmaya başladım. Yine üniversite yıllarında her yaz tatilinde güneye gidiyordum. Benim de çok dinlediğim Cat Stevens, John Denver, Eric Clapton, MFÖ ve Fikret Kızılok gibi benim kahramanım olan sanatçıları repertuarıma almıştım. Tabi işime, enstrümanıma, sesime ve yarattığım ambiyansla tatile gelen insanların yaşadığı  anla ekledikleri anlam karşılıklı gelince, bana da kendimi sanatçı gibi yani yaptığı işe inanarak yapan bir adam gibi hissettirdi. Hal böyle olunca da bu farkındalık aslında bir kimlik başlangıcı oldu.

 

 

O sıralar beste yapıyor muydun?

 

İlk bestemi Kemer’de yaptım. Hatta ilk albüme ismini veren parça olan “Herşeye Rağmen” o günlerin ürünüdür. Tabi yine aynı sıralar Türk popu kisvesi altında müzik yaptığını iddia edenler, yani göbekten zeytin yiyenlerin oluşturduğu azınlık çok iç açıcı değildi. Dolayısıyla “ben böyle bir adam mı olmalıyım,  ya da benim kahramanlarım gibi mi olmalıyım?” sorusunu düşündürtmeye başladı. Tabi bu düşünceler beynimde dolaşıyorken hayat da bir yandan  devam ediyordu. İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdim. İş hayatına atıldım. Askerlik, product manager’lik derken bu beni eskisinden daha çok düşünmeye sevk etti. Çünkü sabahın köründe kalkıp işe gidip, günün ve aslında hayatın en önemli anlarını orada sarf etmek, bir noktada hayatımın kiralanıyor olduğunu hissettirdi. Üstelik etrafımdaki bir çok insan da bu tablodan mutluluk duyuyordu. Mesela son albümdeki “Bazen”in giriş cümlesini bunun için yazdım; “Hatırlıyor musun kim olduğunu?”

 

 

Bir sonun başlangıcına mı yaklaşıyoruz yani…

 

Aslında bir kaç sene böyle çalışarak iyi bir orta kademe yöneticisi oldum. Tabi product manager olduğum için devamlı bir şeyler üretiyordum çünkü yaratıcılığa açık bir konumdu.  Nasılolsa  günlük işleri yapıp geceleri de müzik yaparım diye düşünüyordum ki zaten Chantage adlı grup varken hal böyleydi. 88-89’da Teoman ile barlarda müzik yapıyorduk, benim ilk ortağımdı. 93 yılında bir gün üzerimde Red Hot Chili Peppers t-shirt’üyle gezinirken yine üzerinde Depeche Mode t-shirt’lü bir adamla tanıştım ki kendileri Kıvanç K.’idi. Sonrasında onların gitaristi olarak İstanbul’da çalmaya başladık. Hala da zannediyordum ki gündüz rutin iş hayatı, gece de müzik yaparak yaşayabileceğim. En nihayetinde memur çocuğu ve emekli maaşıyla büyümüş bir adamım. Dolayısıyla bizim gibi insanlar hayata karşı “bunu tek başıma halledebilir miyim?” sorularını içlerinde barındırıyorlar.Bu nedenle de ilk başlarda bir çekingenlik oluyor.

 

 

Ama gün geliyor üzerinden atıyorsun…

 

Tabi ki… Bu şekilde bir yaşam beni sarsmıştı, içsel olarak zenginleştirmişti. Derken 98’de ekonomik krizin de patlamasıyla hayatımın en önemli kararlarından birini vermem gerekti ve istifa ettim.  Çünkü bu rüyayı bir kere görmek için dünyaya geliyoruz ve ölürken “I did it my way” diyerek ölmeliyim. Tabi bu karar sonrası çok sıkıntılı günler geçti. 91 yılında sevgili dostum Hakan Özer ile ilk albümün parçalarını yaptık. Bu arada Teoman bir Türkiye turnesine çıkıyordu ve beraber gitmeyi teklif etti. Hem bu şekilde ülkenin her köşesindeki dinleyicinin parçalara nasıl tepki verdiğini görme fırsatım olacaktı. Böylelikle kış aylarından yazın sonunda kadar  yurdun her yerini gezdik. Henüz albüm çıkmamış olmasına rağmen sahnede “Zor”u söylüyordum ve dinleyicinin verdiği olumlu tepkiler  beni çok cesaretlendirmişti. İşte o zaman seslendiğim, samimi olarak inandığım kitlenin ne kadar doğru ve “var” olduğunu gördüm. Çünkü bunu buradan, oturduğum yerden görmenin imkanı yok. Hakikaten insanların önünde iyi bir şey yapıldığı zaman bunu  anlıyorlar ve hissettiklerini hissettiriyorlar. Hem yaratan hem de icra eden biri olarak ise bunları görmek müthiş!

 

 

Hem yaratan, hem icra eden derken aslında müzisyen, besteci ve yorumcu kimliğin olmak üzere 3 farklı misyondan bahsediyorsun. Bu durumda söylediklerinin isminin ya da isminin söylediklerinin önüne geçmesi konusundaki görüşün ne?

 

Gerçekten bu soru için teşekkür ederim .Çünkü hayatta öğrendiğim önemli şeylerden birileri  farkındalık ve denge.  Dolayısıyla da farkına varabildiğimiz şeylerin dengesini kurabilmek çok önemli. Gerçi dengeler bazen bazı şeylerin önüne geçebiliyor. Bu bir üslup yaratmak, ambiyans, isim veya parça gibi  birbirlerinin önüne geçen/çıkan şeyler olabilirler. Ama benim tercihim yaptığım işin ismimden önce insanlara gitmesi…

 

 

İlk albümünün çıkış parçası “Zor” buna çok net bir örnektir. Daha radyolarda dönerken ve “Nev” ismi duyulmamışken sözüyle/müziğiyle dinleyicide çok ayrı bir yere sahip olmuştu.

 

Aslında piyasaya her gün bir çok isim çıkıyordu. Ben de biri olarak onların arasında yer alsam da istedim ki herkesin içinde, ama bir o kadar da herkes gibi olmayan şekilde var olmak. Çünkü zaten herkes gibi olamıyorum. Bu benim seçimim ve buna bağlı olarak da bir çok şeyden vazgeçişim. Ben insanlara samimi, dik duran ve naif bir müzik yapmalıyım. Kendimden daha naif. Çünkü ben günlük yaşantısı içinde o kadar naif bir adam değilim. Sonuç olarak müziğim, inandığım ve “ ben”’den daha çok değer verdiğim bir şey. Öyle bir şey ki bu; evinde tavana bakarken sıkıntılarından, acılarından, sarsıntılarından, zenginleşmelerinden oturup bir şarkı yazıyorsun. Bir bakıyorsun ki Diyarbakır’da binlerce insan onu söylüyor. Bu çok önemli bir şey! Sen sokakta yürürken o kadar önemli değilsin. Ama senin ruhun insanlara bir şekilde dokunuyor. Ruhlar birbirine dokunuyor ve işte senin cisminden daha öte bir şey! O yüzden bu benim için daha önemli galiba. Hani bir söz vardı; “insanlar kıyafetleriyle gelir yaptıklarıyla uğurlanırlar” diye…Bu yüzden benim işlerimin daha önce olması benim tercihimdi. Belki de görsel hafıza bazı şeyleri kolaylaştırıyor ama şiirsel anlatımı zayıflatıyor. Mesela kliplerde, kulüplerde, eskimeye mahal verecek her mecrada cismimle yer almak yaptığım işe inandırıcılığı azaltır gibi geliyor. En nihayetinde insanlar gördükleri ve bildikleri şeyi hatırlayarak eğleniyorlar. Ama hiçbir şey yüzünü görmedikleri bir adamın  şarkısının sözleri kadar güçlü ve inandırıcı olamaz.

 

 

Tabi bunu başaran biri olarak bu cümleleri kuruyor olmak çok daha güzel olsa gerek…

 

Gerçi şu da var; benim parçalarım hit olmadan klasik oldular. Aslında biraz ironik ama aynı zamanda benim durduğum ve durmaktan hoşlandığım da bir nokta.

 

 

Bir başka dikkati çeken nokta da müzik tarzındaki çeşitlilik. Sen yaptığın müzik türünü ne şekilde tanımlıyorsun?

 

Elbette ki müzik türü bir dilin özelliklerine göre çeşitlenebilir. Çünkü her bir coğrafya kendi, siyasetini, tarihini, kültürünü üretip yönetebiliyorsa, kendi müziğini de yapıp kendi tanımlarını ekleyebiliyor. Benim müziğim adına yaptığım tanım şu; pop-rock merkezinde ama alaturka doku ve dokunuşları reddetmeyen;  bu alaturkalığı yeri ve zamanı geldiğinde kullanan bir tür. Dolayısıyla bu, batı gözünden doğuyu hoş görme imkanı veriyor. Benim Nevzat Doğansoy olan ismimin Nev olmasında da yatan neden aynı zamanda; “türlü, çeşitli tarz” demek. İşte o çeşitli tarz benim coğrafyamın en önemli tanımlayıcısı. Her zaman bu örneği veriyorum ama efkarlıysan rock’n roll yapamazsın. Linguistik olarak “efkarlı olmak” bizim topraklarımızı çağrıştıran bir ifadedir. Buna karşılık hüzünlü olmak ise kulağa daha batılı gelir.Ama efkarlanmışsam ve”Efkarlıyım”a beste yapıyorsam, tutup da bunu pop-rock yapamam.  Bu nedenle farklı tarzları, motifleri kullanmayı seviyorum. Çünkü şaşırmak ve şaşırtmak hoşuma gidiyor.

 

 

Sen canlı performans anlamında dinleyicinle sık buluşan bir sanatçısın. Bu yüzden tepkilerini ölçme veya değerlendirme şansın oluyor. Onlarla aranda nasıl bir ilişki var?

 

Öncelikle her çeşit insan geliyor. Duruşu, tavrı, hayat tercihi ne olursa olsun gönülden hissedebilen ve gönlünde maviliği olan her insan olabiliyor. Başından beri bahsettiğimiz hikaye aynı ve bunu mümkün olduğu kadar naif, samimi bir  şekilde anlatmaya çalışıyorum. İnanın ki  o zaman türbanlı insanlar dahi gelip şarkılarımı dinleyebiliyorlar. Mesela benim çok ciddi radikal rockçu arkadaşlarım var. İlk albümümde yer alan “Efkarlıyım”ı çok seviyorlar. Çünkü iki şey var; iyi müzik, kötü müzik. Bir şey iyiyse, bir derinliği, samimiyeti,  üslubu,  zeka pırıltısı,  zaman değeri varsa güzeldir. Dinleyicinin onu dinleyip dinlememe tercihi, onun güzel olup olmadığını belirlemez. O yüzden ne dinleyici de ne de müzikte ayrımcılık yapmam. Yeter ki bir samimiyeti olsun. Ben de bu hissiyatı dinleyicimle yakaladığıma inanıyorum.

 

 

Bir söz var; “Ağır yürekler de ağır bulutlar gibi sularını akıtınca rahatlarlar” diye… Seni de ağırlaştıran ve yaratı sürecini yoğunlaştıran etkenler nedir?

 

Aslında tam da şu an içinde bulunduğum durum.  Hatta bana ilk albümümdeki “es” parçasını hatırlattı.

 

içimde bulutlar bir turlu yağmıyor
gökyüzü kurşun gibi
öylesine sessiz, öylesine suskun bir yaprak oynamıyor
güneş solgun uzakta karanlık üşüyorum yıldızlar nerdesiniz?

 ya beni al götür, ya bulutlar gitsin
es ki bir nefes gibi bu yokluk bitsin

es deli rüzgar beni de götür gittiğin yere
sorma neden diye söyleme nereye buralar dar bana

 

Üretmek acayip bir şey! Bir kere normal ve sıradan bir şey değil. Ya çok depresif, ya eğlenceli, ya çok sıkıntılı, ya sarsıntılı, ya demlenen. Çünkü sarsılsan da onun paranoyası geçtikten ve sakinleştikten sonra arkanı dönüp baktığın, kısaca “demlendiğin” vakit üretmeye başlıyorsun. Ben hep şunu düşünmüşümdür. Bir şarkı dinliyorum ve en büyük dostum bu şarkının sözleri. İşte insanlar için böyle bir şarkı yazmak isterim. Ten Sharp’un “You” su gibi.

 

 

Yazıyorsundur belki…

Yazdım…şahsen!

Elçin Demiröz