Dans…
Hala kanıtlanmamış olsa da keşfedilmiş en eski sanat dalı…İnsanoğlunun “dil”i kullanmadan önceki tek ifade biçimi…Bedenden başlayıp ruha yayılan; veya ruhta başlayıp bedende tamamlanan  bir devinim…

Sadece onu  icra edenlerin bedeninde yaşayan ve ölen; bu nedenle de icracıları arasında ayrı bir dilin, kültürün, yaşam tarzının oluşmasına sebep olan bu yegane sanat dalını, 29 Nisan’da Dünya Dans günü kapsamında bir kez daha kutlamış olacağız.

 

İşte ben de, bu kutlama öncesinde ülkenin en başarılı bale dansçılarını yetiştirmiş sayılı konservatuarlarından biri olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Bale Bölümü Başkanı ve Koreograf  Prof. Dr. Dilek Evgin’i ziyaret ediyorum.

 

Hayatımın ikinci on yılını beraber geçirdiğim, dans yolundaki en büyük desteğim ve hala dans edebilmemi borçlu olduğum sevgili hocamla dans üzerine keyifli ama biraz da düşündürücü bir söyleşi yapıyoruz.

 

Bugüne kadar dans adına gölgede kalan onca şeyi söyleyebilme cesaretine, en az hayattaki cesareti kadar hayran kalıyorum.

 

Söylemek için geç değilse, uygulamak için hiç değil!

 

Bol danslı ve ümitli bir geleceğe…

 

  

 

DÜNYA İLE ARAMIZDAKİ UÇURUM GİDEREK BÜYÜYOR!

 

          26 Nisan’da İş Sanat Kültür Merkezi’nde izleyici ile buluşacak olan “3” senede bir kez sahnelenen bir eser olmasına rağmen geçtiğimiz senelerde de büyük ilgi uyandırdı. Bunu neye bağlıyorsunuz?

 

Bu eser statik dansçı-korograf ilişkisinin aksine, farklı bir ilişkinin üzerine kurulu. Belki de en büyük gücü aramızdaki bağ veriyor. Çünkü 6 kişiden oluşan grubun çoğu, geçmişte öğrencim olan, hala da profesyonel anlamda devlet balesinde solist, hatta baş dansçı olarak görev yapan bir ekip. Tabi finansal anlamda da herhangi bir destek almadığımız için de emeği geçen herkes büyük özveri gösteriyor. Çalışma stüdyosu olmadığı için konservatuar imkanlarından yararlanıyoruz. Aynı zamanda Devlet Balesi’nin de aylar önce belirlenen programına mutabık kalabilmek için temsil öncesi ve sonrası bedenleri yormamak için prova koymuyoruz. Böylelikle aramızdaki köklü ve empatik bağ bizi esere daha çok bağlıyor. Bu da kuşkusuz, izleyiciye yansıyor.

 

          Ama izleyiciye yansıyan ve aslında çağrışım yapan başka şeyler de var…

 

Bence bu dans yaşamın içindeki pek çok  duraktan geçiyor. Ben 51 yaşındayım ve bu eserin de kendi yaşadığım bir çok duraktan geçtiğini hissediyorum. Bir şey bu kadar dürüstçe hissedildiği zaman, karşıdakine geçmemesine imkan yok. O yüzden bence herkes kendi hayatından, tanıdığı bir şeyden, bir noktadan yakalıyor. Yani illa baleyi ya da dansı çok iyi bilmek gerekmiyor. Önemli olan “insan” olmak… “insan” gibi hissedebilmek….

 

          Tabi önceki gösterimlerden aldığınız tepkiler, yola çıkış amacınızı bir anlamda doğruluyor.

 

Aslında hiçbir zaman bir eseri gelecek bir tepkiye göre kurgulamadım. Ama “3”’ün sonrasında kulise gelen, yolda durduran, gazetede yazan, dönem projesi olarak bizi seçen kişilerin söylemlerinden yola çıkarak ne kadar doğru bir noktada buluştuğumuzu görmek beni çok mutlu ediyor.

 

          Peki bahsettiğiniz doğru nokta aynı zamanda izleyici için bir mesaj mı?

 

“3” ile ilgili gerek öncesinde gerekse sonrasında çok fazla cümle kurmaktan kaçınıyorum. Elbette ki işin özünde insanda var olan duyguların, hareket ile ortaya çıkması, hatırlanması, yakalanması yatıyor. Ama “bu, şu nedenle ortaya çıkmıştır” ya da “şunu anlatmaktadır” demek yanlış olur. Çünkü herkesin doğasına, hissiyatına ve algısına göre farklı şeyler çağrıştırabilir.

O yüzden bana kadar gelip soranlara bile “nasıl istiyorsanız öyle anlayın” demeyi daha doğru buluyorum. Aslında ben sadece bir anahtar veriyorum ve sonrasındaki süreci belirlemek, hatta belirlememek bile izleyiciye kalıyor.

 

          Ama bu kadar emek verilen bir eserin yılda sadece bir kez sahneleniyor olması biraz tuhaf değil mi?

 

Elbette. Popüler kültürün çok fazla öne çıkması ve bizlerin popüler olmaması bu durumun altında yatan en güçlü nedenler.

 

          Peki kendimizi dünyadaki başka ülkeler ile karşılaştırırsak özellikle eğitim boyutunda biz neredeyiz?

 

Ne yazık ki dünya ile aramızdaki uçurum giderek büyüyor. Bunun nedeni hep günü kurtarmak meselesi. Özellikle ülkemizde dansın kuruluşu ve gelişiminde iyi stüdyolar, iyi hocalar, teknik ve artistik imkanlar hiç araştırılmamış. Bugün biz buna “hadi başlıyoruz” desek de onun neticelerinin alınması elbette ki yıllar alır.  Ama muhakkak bir noktadan başlamak lazım. Şimdi biz bir silkelenme hareketi içersindeyiz bale bölümü olarak. Küçük küçük de olsa önemli şeyler yapıyoruz. Mesela üniversitelerin dahil olduğu AB programlarında yer alacağız. Aynı zamanda bölüm temsillerimizi bölge içindeki tüm ilköğretim okullarına duyuruyoruz. Bu dansın bilinirliğini, dansa yönelik ilgiyi artırabilecek bir girişim. Ancak bir hafta geçmesine rağmen sadece bir okuldan cevap geldi. Ama bu katiyen bizim için bir küsme sebebi değil. Çünkü aynı zamanda bu okul yurtdışında çok iyi topluluklara solist olarak 4 erkek öğrenci vermiş bir kurum. Tabi şahsi girişim ve neredeyse savaşlarla gelinmiş bu noktanın bundan sonra bir sisteme dönüşmesi tek temennim.

 

          Peki  bahsettiğiniz eğitim sürecinin devlet balesindeki süreci nasıl gelişiyor?

 

Türkiye’de konservatuar sonrasında sanat hayatının devam edeceği yegane alternatif devlet kurumları. Operalar, baleler, orkestralar…Ancak ne yazık ki  kurumlar arası bir kopukluk söz konusu. Yani okuldan mezun olan bir öğrencinin akıbeti devlet balesine gittikten sonra meçhul olabiliyor. Neyse ki şu anda balenin başında çok aydınlık bir kişi var ve yavaş yavaş sinerji oluşturmaya başlıyoruz ama bu zamana kadar geçirilmiş tüm süre bana kalırsa tamamen harcanmış. Ne yazık ki iş yapma üzerine değil, iş yapanı paçasından aşağıya çekme üzerine kurulu bir düzen süre gelmiş. Şahsi ihtiraslar, koltuk endişeleri….

 

         Peki, sanatın devlet çatısı altında yer almaması gerektiğini söyleyebilir miyiz?

 

Bence bu gibi devlet kurumlarının Türkiye gibi bir ülkede olması çok önemli. Hatta iyi ki var ve o yüzden bunca yıldır bale var, opera var, tiyatro var…Şimdi yavaş yavaş, özellikle senfonik anlamda özel sektör de bu alanda yatırımlar yapmaya başladı. Tabi gönül başka sanat dallarına da sıçramasını arzu ediyor. Ama dans  götürüsü getirisinden çok fazla olan bir dal . O da kültür birikimi yüksek bir özel sektör girişimini gerektiriyor. Yine de şu yapılabilir; özel kanunlar çıkarılarak devlet balelerinin başına sadece balenin içinden gelmesi şart koşulmayan, bunun yanında sanat yönetimi tecrübeli, bir hatta iki yabancı dil bilen,  yurtdışındaki insanlarla konuşabilen, pazarlık yapabilen, hoca bulabilen kişilerin gelmesi sağlanabilir. Esas olan global düşünebilen beyinlerin ve güçlerin bu toplulukların başını çekmesi…

 

          Tabi yönetici sıkıntısı aynı şekilde dansçılar için de geçerli. İyi bir dansçı bulmak ve onu tutmak günümüz şartlarında çok zor.  “3”ün oluşmasında da sizin ve dansçılarınızın bağı çok belirgin…Ama aslında maneviyatın yanısıra koşulların dansçı ve koreografları teşvik etmesi gerekiyor.

 

Elbette. Daha önce de söylediğim gibi dansçıların biri hariç hepsi devlet balesinde görev yapıyorlar. Prova saati ayarlamak, stüdyo bulmak, izinlerini almak kimi zaman bir kabusa dönüşüyor. Bazen “yapmayacağım” noktasına geliyorum ama sonra ne oluyorsa yine kendimi provanın ortasında buluyorum. Bu stres vücudumda bir takım hastalıkların belirmesine kadar gidiyor. Çünkü bir araba fuarında herhangi bir show yapmıyorsunuz,  saygın bir sanat kurumunun sanat gecesinde yer alıyorsunuz. Ve buna rağmen önünüze çıkan bürokratik bir engel hem çok kırıcı ve üzücü, hem de çok yıkıcı. Benim yaşım gereği biz daha sebat gösteren bir nesiliz. Yine de bunları kaldırmak aklı olanın sabredebileceği bir şey değil.

  

          ….belki de bu yüzden gerek eski nesil gerekse yeni nesil koreograf da yok!

 

Ne yazık ki…An geliyor, kendinize dönüp “ne için?” diye soruyorsunuz.  Sürekli bir tokat atılıyor ve yanağınızı kendi elinizle göstermek kalıyor size…

 

          Aslında ülkemizdeki geçmişinin 60 seneye yaklaştığı bir sanat dalından bahsediyoruz.

 

Evet ve bir yandan da muhteşem bir kuruluş hikayesi bu! Dünyada az ülkede böyle müthiş bir atılım var. Ancak sonrası kubbede hoş bir seda…Yaşamın gerisinde kalmanın getirdiği bir durum bu. Özellikle söz konusu bir sanat dalı olunca bu daha çok göze çarpıyor. Türkiye’de bir aydın yobazlığı var. “Benim bildiğim doğrudur” mantığı. Tabi ki herkes kendi yaptığı işe saygı, sevgi duymalı ve arkasında durmalı. Bir bale eğitimi almış ve toplulukta dans etmiş olabilirsiniz. Ondan sonraki tercihinizi başka alanlara yükleyebilirsiniz. Dersane sahibi olabilirsiniz, her ne seçtiyseniz otorite olarak ortaya çıkıp konuşmak olmuyor. Çünkü hiç bilmeyen halkı bu noktada yanıltmış oluyorsunuz. O nedenle dans sadece dansçılara kalmalı.

 

          Dansçı olmak isteyenler için bu işe profesyonel anlamda giriş için iki yöntem var. Birincisi ilköğretim zamanında ve klasik bale bölümü. Bir diğeri de liseden sonra modern dans olarak. Siz ilgisi olan kişilere bu konuda ne önerirsiniz?

 

Ülke koşulları ne olursa olsun işini  iyi yapmak ve iyi bir dansçı olmak çok önemli.  O da ancak iyi ve sürekli bir eğitimle oluşacak bir şey. Anatomi gereği  sonradan dansçı olunmuyor. Belki bazı özel erkek bedenlerinde 17-18 yaşından sonra yapılan özel çalışmalarla klasik olmasa da çağdaş dans uygulanabilir hale geliyor. Bugün “A” grubu dediğimiz topluluklar ve gösterilerde ulaşılan teknik seviye inanılmaz. Dünyada dans bir dönem geçirdi. “Modern” adı altında geçirilen bu dönemde  kimi teknikler reddedilmek istendi. Şimdi çılgın bir boyuta geri dönüş var. En basit bir dans mecmuasını alın, senenin belli dönemlerinde verilen dansçı aranan ilanlarda yüksek seviyede klasik bale ve contemporary teknik gerekliliğine yönelik ibareleri görürsünüz. Kimse azıcık hareket edebilen birini aramıyor, yüksek seviye klasik eğitim şart koşuluyor.  Üstelik onlarca hatta yüzlerce kişi arasından sadece iki kişi alınıyor. Teknik seviyeler yükseldiği gibi vücudu dansa hazır hale getirecek anatomik çalışmalar da öne plana çıktı. Bu nedenle erken yaşlarda başlayan bir eğitim hem dansçı hem de geleceği için daha verimli olabilir.

 

          Sizin ileriye yönelik projeleriniz neler?

 

Bale Anasanat Dalı’nın bölüm başkanı olalı henüz çok kısa bir zaman oluyor. Ancak buna rağmen gerek öğrenciler, gerekse bölümümüz olarak aldığımız çok keyifli bir yol var. Bölümü daha önce de bahsettiğimiz gibi dünya görüşüne yakın bir yere getirmeye gayret edeceğim. Çünkü her şeyden önce bu bir yetenek gibi gözükse de aslında vizyon meselesi. Bunun dışında gerçekleştirmeyi istediğim ve belki de son eserim olacak bir dans projem var. Önümüzdeki yıl gerçekleşmiş olmasını arzu ediyorum ama dediğim gibi çok zor süreçlerden geçiyoruz ve tüm bu planlarımız benden , hatta bizden bağımsız değişkenler. Umarım o noktada da ümidimizi ve şevkimizi kıracak bir şeyle karşılaşmayız. 

 

          Biliyorsunuz 29 Nisan Dünya Dans günü. Bununla ilgili hem bir koreograf, hem bir dansçı hem de bölüm başkanı Dilek Evgin olarak neler söylemek istersiniz?

 

Dans sanıldığı gibi sadece parmak uçlarıyla değil aslında gönülle yapılan bir sanat dalı. Çok narin, çok kırılgan, çok emek isteyen…Bu uğurda sarf edilen ve edilmeye devam eden onlarca kişinin emeği var. Bu kişilerin arasında gerçekten şartlar nedeniyle hak ettiği yerde olmayan, yeterince parlayamayan dansçılarımız da var. Benim arzum dansta evrenselleşmek… Bunun için devlet balelerinin başına iletişime açık, dünyayı tanıyan, dansçılara değer veren, dünyanın Türkiye’ye gelmesini sağlayacak yöneticiler olmalı ki biz de elele verip bir çocuğun küçük yaşta karar vererek seçtiği bu alanda onu memnun edelim. Biz onun bedenini işlerken, o da Türkiye’nin kaderini değiştirmeli…

 

Dilek Evgin kimdir?

 

İstanbul’da doğan Dilek Evgin, İstanbul Belediye Konservatuarı Bale yüksek devresi ve İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Flensburg Operası’nda dans ettikten sonra 1975 yılında Londra Kraliyet Bale Akademisi Yüksek Bale Eğitmenliği Bölümü’ne ilk Türk öğrenci olarak kabul edildi. Öğrenciliğinin yanı sıra John Field’in önerisiyle Londra Festival Balesi’nin çalışmalarına katıldı.  The Royal Balet School’da stajını tamamlayan sanatçıya Akademik Diploma’nın beraberinde yüksek dans sınavını verdiği için L.R.A.D. ve A.R.A.D. ünvanları da verildi. Sanatçı doktora ve profesörlüğünü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde tamamladı.

 

Koreografilerinde özellikle Türk bestecilerin eserlerine yer veren Evgin’in eserleri İskoçya, Japonya, Türkiye’nin çeşitli yerleri ve TRT sanat programlarında sergilendi. 1987’de Aberdeen Gençlik Festivali’ne, 1988’de Amerikan Dans Festivali’ne koregraf olarak davet edildi. 1991 sezonundan itibaren Turkuaz Modern Dans Topluluğu’nda görev alan sanatçı, 19. – 20. Uluslararası İstanbul ve 9. Uluslararası  Ankara  Festivalleri’ne, 1. Uluslararası Japonya Modern Dans yarışmasına (final) çok sayıda yurtiçi temsil ve turnelerine katıldı. 1994’te Dans Tiyatrosu Deneme Topluluğu’nu kurdu.  “Ki Yalnızdılar…” eserinin İstanbul’da sergilenmesinin ardından Dans Tiyatrosu Projesi ile Goethe Enstitüsü tarafından Almanya’ya davet edildi. MSÜ Dans topluluğu ile Habitat İstanbul, Dolmabahçe Kültür Merkezi açılışı ve çok sayıda etkinlikte eserleri sergilendi.

 

Nisan 2001’de CRR 1. Uluslararası Dans Festivali’nde Dilek Evgin – Diana Elshout – Frak Handeler Dans Projesi’ni sahneledi. Bu projede “Yol” ayrıca II. Uluslararası Ankara Dans Platformu’nda sahnelendi. “Söyleyemediklerim” ve “İçimdeki Çığlık” eserlerini Mart 2000’de Zeynep Tanbay Dans Projesi – Dilek Evgin ve Lior Lev” gösterisiyle sahneleyen sanatçı, Mayıs 2000’de Uluslar arası Ankara Dans Platformu’nda da bir gösteri gerçekleştirdi. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Bale Anasanat dalı Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. Dilek Evgin’in eserleri arasında; Bir Bahar Günü, Sivas Düz Halayı ve Horon,  Ezgiler, Koza, Kördüğüm, Ayın Raksı, Çocuk Şarkıları, Son Bakış, Mutlu Yuvalar, İçimdeki Çığlık, Ki Yalnızdılar, Di…a..log, Kuşatılmış, Söyleyemediklerim, Yol ve Üç bulunmaktadır.

Elçin Demiröz