Cumhuriyetimizin temelleri dinamitlenirken, bütün temel kurumları ardı ardına zayıflatılıp birbirine düşürülürken, Teğmen Kubilay’ı şehit edenlerin yakınları ile, bölücü terörden nemalananların durup dururken ‘Osmanlıcılığa’ soyunmaları tesadüf değildir. Bu zevat nasıl ‘Türk’ sözünü bölücülük nedeni olarak görüyorsa, Osmanlı padişahları da aynı biçimde ‘Türk’ sözcüğünü kullanmaktan özenle kaçınmışlar, hattâ horlayıp küçük görmüşlerdir.

Osmanlı devleti gerçekte yeterince güçlü olup iyi yönetilebilse ve çağdaş gelişmelere ayak uydurabilseydi yıkılmazdı. Ama ne gezer… İmparatorluğun son günlerinde ‘Padişahımız Efendimiz’ Sultan Vahdettin’in, sıradan bir İngiliz işgal ordusu subayı kadar bile gücü ve iradesi kalmamıştı… Kalkıp bir de Mustafa Kemal’in önderliğindeki ‘Anadolu Kurtuluş Hareketi’ni İngilizlere şikâyet etmiş, Mustafa Kemal’in tutuklanmasını istemiş, İngilizlerin taşeronu olan Yunan kuvvetlerinin Anadolu’ya girişini ve Kuvây-ı Milliye’ye saldırarak ülkesini savunan yurtseverleri öldürmesini ‘olumlu karşılamış’, hattâ ‘memnuniyetle izlemiş’tir.

Ulusal bir kanalımızda yeni yayına giren ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin aslında hayli ‘mâsumâne’ olan ilk bölümünde anlatılanlar şimdilik ‘hiçbir şey’dir. Gerçekte sarayda yaşanan sefahatin ve yozlaşmanın neredeyse sınırı yoktur. Padişah analarının neredeyse hiç birisi Türk değildir. Hattâ kimileri Hristiyan olarak ölmüşlerdir. Tabii ki ne ırkçı bir şoveniz ne de Hristiyanlığa düşman. Ama görünüşte dinsel esaslara dayalıymış gibi gösterilmeye çalışılan ikiyüzlülüğe karşıyız.

Padişaha sayısız ‘cariye’ hediye ve ikram edilir, o da aralarından beğenip hoşnut kaldıklarını ‘gözde’ yapardı. Bu ikinci adımdı. ‘Gözde’ler erkek çocuk doğuruncaya kadar gözde olarak kalır, doğurdukları kız çocukları kaale alınmazdı. Erkek çocuk doğuran gözdeler ‘şehzade annesi’ olarak haremde daha iyi bir yer edinir, güçleri ve itibarları da aynı oranda artardı. Veliaht anneleri ‘sultan’, en kıdemlileri de ‘haseki’ olurlardı. Tabii bir de ‘padişah anası’ demek olan ‘valide sultan’ vardı. Ancak padişahlar hiçbir zaman resmiyet anlamında nikâh yapmamış, hattâ düğün töreni de düzenlememişlerdir. Nasıl yapsınlar ki, ne kayınpederlerini ne de kayınvalidelerini tanıyorlardı…

İşte lüks ve sefahat düşkünlükleri nedeniyle gün gelip Galata’nın ve Pera’nın gayrımüslim tüccarlarından faizle borç almak zorunda kalanlar, bu padişahlardı. Öte yandan, özellikle duraklama ve gerileme dönemlerinde sarayda biseksüellik ve eşcinsellik alıp yürümüştü. Halk ve devlet ise kimin umurundaydı ki… Yani halkımız yoksullukla pençeleşirken onlar çoktan müsrifliğe ve sefahate düşmüşlerdi.

Oğullarını, kuzenlerini, yeğenlerini hunharca katledenler; analarının kucağından koparılan bebek şehzadeleri bile boğduranlar işte bu padişahımız efendilerimizdi. Fatih’le başladığı söylenen, ama ilk örneklerini Sultan Osman’dan itibaren görmeye başladığımız, Kanunî ile hızlanan ve güya ‘Devlet-i Âl-i Osmanî’nin bekâsı için’ kılıfı uydurulmuş olsa da asıl amacı tahta çıkan padişahın kişisel güvenliği olan bu vahşetlerin sonucunda padişahlık Deli İbrahim’e ve ileride göreceğimiz diğer psikopatlara kalmamış mıydı? Deli İbrahim’in öyküsü de hayli ilginçtir. IV. Murat bütün kardeşlerini boğdurunca kendisinden sonra tahta çıkabilecek tek şehzade ‘akıl hastası olduğu için dokunmadığı’ Deli İbrahim kalmıştı. Tarih kitaplarında heybetli tasvirleri çizilen IV. Murat, kardeşlerinden başka tam altı vezir-i âzamını boğdurarak bu konuda da rekor kırmıştı.

Devlet yönetiminden âciz bu zevat, kendi yakınlarından başka çok sayıda vezirini, paşasını ve sadrazamını da idam etmekten çekinmemiştir.
Rüşvetin ve yolsuzluğun dizboyu olduğu tarih kayıtlarında mevcuttur. Zaten devlet adamlarının idamlarındaki başta gelen gerekçelerden birisi de ‘rüşvet ve yolsuzluk’tu. Fuzulî’nin ‘Selam verdim, rüşvet değildir deyû almadılar’ mısraı da bu konudaki samimi ama hazin bir yakınmadır. Zaten şiirin adı da ‘Şikâyetnâme’dir.
Padişahların çoğunun yaşantısı ne Türk örf, âdet ve geleneklerine ne de İslam’ın esaslarına uygundu. Ama Yavuz’dan sonra halifeliği de ele geçirmiş olduklarından, görünürde güya dinsel esaslara saygılı bir yaşantıları olduğu izlenimini vermeye çalışıyorlardı. Osmanlı’da ticaret ve sanayi tamamen yabancıların ve onların işbirlikçisi olan yerli gayrımüslimlerin elinde idi. Yıkılma nedenlerinden birisi de ulusal sermayenin ve burjuvazinin oluşmaması, Türk özel sektörünün ise engellenmiş olmasıydı. Ama ‘korku imparatorluğu’ bütün hızı ve sahte ihtişamıyla güya ayaktaydı… Korku öylesine ‘dağları bekliyordu’ ki, Kanûnî’nin babası Yavuz Selim doğu seferine giderken ‘berâ-ihtiyat’ yirmibinden fazla Alevî’yi kılıçtan geçirmişti. Ardından Celâlî isyanları çıktı. Bu kez de çoğu Kürt ve Arap asıllı olan otuzbin kişi kılıçtan geçirildi… Ama sular bir türlü durulmak bilmedi… Örneğin adı geçen dizide, eğer doğru anlatılacaksa, Kanûnî önce büyük oğlu Mustafa’yı, sonra öteki oğlu Beyazıt’ı, ardından da en yakın arkadaşı İbrahim’i (önce paşa, sonra vezir, en sonunda vezir-i âzam yapmış olsa da) boğarak öldürtecektir. İmparatorlukta, İstanbul’un Fethi’nden Tanzimat’a kadar geçen sürede tam 46 vezir-i âzam (başbakan), sayılamayacak kadar da çok vezir (bakan) idam edilmiştir.

Ve yine ilginç bir not; Padişahımız III. Murat’ın yüzotuz kadından yüzon çocuğu olmuştu. Öldüğünde sayısı tam belirlenemeyen çok sayıda hamile cariye bırakmıştı. Ancak ardından tahta çıkan oğlu III. Mehmet daha ilk gecede ondokuz erkek kardeşini birden öldürtmüştü. Hamile cariyeler ile lohusa gözdeler, emzikteki bebekleriyle birlikte birkaç gün içinde yokedildiler. Bütün bu sayılanlara dair bilgi ve belgeler devlet kütüphanelerindeki orijinal elyazmalarında mevcuttur.

…..

Maalesef ki devletimiz de onu yönetenler de sanıldığı gibi güçlü değildi. Çoğunun ‘kaderleri’ de hazin ve ibretliktir. Örnek vermek gerekirse; padişahlarımızdan, isyanlar sırasında öldürülmüş olanlar, saraya girilerek kafası kesilenler bile vardır. Bütün tarihçiler bu gerçekleri bilirler, ama nedense resmî tarih kitaplarında bunlardan hiç sözedilmez. Kısacası onyıllardır kendi kendimizi kandırmaya devam ediyor ve gerçek tarihimizle ya da tarihimizdeki gerçekliklerle bir türlü yüzleşemiyoruz. O zaman da 2011 yılına geldiğimiz halde Osmanlı’ya hiç de haketmedikleri ısmarlama ve dayatmacı övgüleri, üstelik sonunun nereye varacağını düşünmeksizin, bilgisizce ve bilinçsizce sıralayabiliyoruz. Oysaki gerçekleri kendimizden bile gizlemek bize hiçbir zaman bir şey kazandırmamıştır, kazandıramazdı da…

Devam edersek; II. Beyazıt zehirlenmiş; I. Mustafa akıl hastası olduğu için ‘indirilmiş’; bugün hiçbirimizin adlarını dahi bilmediği (çünkü öğretilmemiştir) II. Osman darbeyle indirilip ırzına geçildikten sonra linç edilmiş; I. İbrahim bir başka askerî darbe ile ‘indirildikten’ sonra isyancılar tarafından boğularak öldürülmüş; IV. Mehmet, II. Mustafa, III. Ahmet hep darbeler ve ayaklanmalarla tahttan indirilmişlerdir. Dahası var; III. Selim, şeriat isteyerek ayaklananların önderi olan Kabakçı Mustafa’nın isyancı gürûhunun saraya girmesi sonucu tahttan indirilerek öldürülmüştür. IV. Mustafa, Alemdar Mustafa Paşa’nın yönettiği askerî darbe sonucunda tahttan indirilmiş, yerine geçen kardeşi II. Mahmut tarafından boğdurulmuştur. Daha sonra Abdülaziz, V. Murat ve II. Abdülhamit de darbelerle tahttan indirilmişlerdir.

Zayıflama ve gerilemenin önemli nedenlerinden birisi de devlet yönetiminde disiplin ve ciddiyetin yokedilmesi olmuştur. Öyle ki; ‘paşa’lık, ‘vezir’lik, hattâ ‘sadrazam’lık bile kişisel ilişkilerle rastgele ve fütursuzca dağıtılan unvanlar hâline gelmiştir. Okuma yazması olmayan ‘yedi-sekiz Hasan Paşa’ öyküsü tamamen gerçektir. Hiç şaşırmayınız, abartmıyoruz; padişahlarımızın, çocukluk dönemi arkadaşlarından, saray arabacılarından, hattâ zamanında iyi geçinmiş oldukları hamalbaşılar ve cellatlardan bile vezir ve sadrazam yaptıkları olmuştur.

Böylesi gerçeklerden, nedense ‘Tarihin Arka Odası’ gibi programlarda söz edilmez. Çünkü daha önce bir başka yazımızda belirttiğimiz gibi, onlar çağdaş anlamda tarihçi değil, adeta birer ‘kronolog’durlar.
…..
III. Selim ve II. Mahmut’tan sonraki son yenilikçi padişah Abdülmecit idi. Bu üç padişah, Osmanlı’yı çağdaşlaştırmak, daha güçlü ve modern bir orduya, sağlam bir maliyeye kavuşturmak; eğitimi çağın gereklerine uygun biçimde yeniden düzenlemek istemişlerse de başarılı olamamışlardır. Böyle olunca da ‘çöküş’ ve ‘yıkılış’ kaçınılmaz olmuş; geriye, özellikle son dönemleri için hiç de öğünülmeyecek bir ‘enkaz’ bırakmışlar; son padişah da tam anlamıyla bir ‘halk düşmanı’ olarak ülkeden kaçıp gitmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ü, ulusal bağımsızlık ve özgürlük istediği için ‘vatana ihanet’le suçlayanların ülkeden nasıl kaçtıklarını bir kez daha hatırlatmak istedim.

Koskoca bir Osmanlı döneminde, tâ ki Tanzimat’a kadar, bir tek düşün adamı yetişmemiş, ulusal sermaye birikimi sağlanamamış, pozitif bilimlere hiç ilgi gösterilmemiş, Anadolu baştan sona ihmal edilmiş; buna karşılık en küçük bir başkaldırı bile kitlesel katliamlarla bastırılmıştır.

Özetle, bugün hâlâ Osmanlı’yı savunmak, tek kelimeyle ‘cumhuriyet ve medeniyet düşmanlığı’dır. Milletimizin onuruna yakışır tek yönetim biçimi vardır, o da cumhuriyettir.

‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin yayınlanması, Osmanlı döneminin sorgulanmasını sağlamış olması nedeniyle bir anlamda ‘hayırlara vesile’ olmuştur denilebilir.

Bilinçle ve farkındalıkla kalınız…

A. Kerim Soley