20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran ünlü kahin Edgar Cayce, Atlantis’in batışını Poseydia’daki Güneş Tapınağı’na yerleştirilen “Ateş Taşı”na bağlar. Güneş enerjisini prizmalar vasıtasıyla yoğunlaştıran bu mekanizmanın patlayışı, hem koca bir uygarlığı hem de bu uygarlığın eriştiği yüksek teknolojiyi bir çırpıda yok eder. Aslında kötüye giden, bir medeniyetin sahip olduğu teknik altyapıdan çok sayısız fayda barındıran bu oluşumun kullanım amacıdır. Yani yarar sağlaması için üretilen şeyin kontrolden çıkması, bir nevi roman kahramanının yazarı öldürmesidir.

Bugünlerde teknolojinin olanaklarıyla da yapılabilecekler aynı çağrışımı yaratmıyor değil. Üstelik o yıllara göre kat edilen mesafenin “zaman” ölçü biriminde kat be kat hızlı seyretmesi, bu korkunun altını daha da oyuyor. Bu, her ne kadar donanımsal bir yakınma gibi gözükse de asıl altı çizilmesi gereken şey, tepkisinden bile büyük bir “ağ etkisi”nin hayatımıza sirayeti. Yaş, cinsiyet, din, dil, ırk demeden toplumun tüm katmanlarına başka ne bu kadar hızlı yayılabilir? Veya işlevsel olduğu kadar da hızlı bir biçimde ne böylesi içselleştirilebilir?

Artık ilgili veya ilgisiz olarak birçok bilginin ev sahibiyiz. Bugünün tarihiyle ilgili süper çeteleler tutan mekanizmalar haline geldik. Dününki de gerekirse en yakın arama motoru ile sadece saniyeler kadar uzakta. Bilgiye ulaşımın yolu teknik, mekanik ve fiziksel açılardan müthiş kısalmışken bilginin kendi başına kişiye ulaşabilirliği ise, yine işin başa düştüğü filtrasyon algımızın elinden öpüyor. Yani meali şu ki ihtiyacımızdan fazla bilgi, kontrolsüzce önümüze sunulurken “çöplük”; hayatımıza dahil olurken ise “bataklık” kıvamına doğru bizi çekiyor. Üstelik de eskisi gibi hiçbir şey düzmece kişiliklerin, sahte ortamların böğründen kopup gelmiyor. Söz uçsa bile, “ağ”ın ağına düşen bilgi yapışıyor, kazınmakla bile çıkmayacak hale bürünüyor. Demek ki geleceğin bilim insanları arkamızdan tabletler, yazıtlar çözmeyecek oldukları için epey şanslılar! Ancak gereksiz onca bilgiyi de ayıklarken kulaklarımızı fazlasıyla çınlatacak gibi gözüküyorlar.

Tabi tüm bu inovasyon yüzyıllar önce gerçekleşmiş olsaydı tarih ne ölçüde değişirdi? Mesela Mozart’ın internet bağlantısı olsaydı, ölümüne neden olan “Requiem” siparişçisinin kim olduğunu Google’dan aratıp, daha uzun yaşamaz mıydı? Veya Dostoyevski kumar borcu yüzünden 25 günde yazdığı kitabını bilgisayar ortamında bir haftada bitirip internet üzerinden pazarlamaz mıydı? Peki ya devlet başkanları… Savaşların provasını frp üzerinden yapıp milyonlarca insanın yaşamasına olanak sağlayamazlar mıydı? 

Örnekler daha da saçmalayarak çoğaltılabilir. Ancak durumun önemli bir karadeliği var.

Daha iyi yaşamak için para kazanıyoruz. Bunun için zamanımızı bile feda ediyoruz. Sonra bir yolunu bulduğumuzda, kaybettiğimiz zamanı parayla satın alır hale geliyoruz. Bu dönüşüm, aynı zamanda bir mesai. Ancak bugün bahsettiğimiz teknolojik değişimlerin hayatımıza entegrasyonu da mevcut mesainin bir parçası. Üstelik yavaş yavaş mesainin kendisi olma yönünde. Peki tam da şimdi, elimizden herhangi bir teknolojik aygıt alınsa, sanki genetiğimize tanımlanmışçasına kendimize gömülü hale getirdiğimiz bu teknoloji açığını kapatacak neyimiz var? Zamanımız da günden güne azalıyorken üstelik… Kısacası teknoloji, kazandırdığı zamanı yine kendiyle harcatan bir fail. Alanı da vereni de memnun gibi görünen bir durum.
Sayesinde gayet gerçeğe dönüşen fantezilerimiz, yakınlaşan uzaklıklarımız, dile gelen ve geldiği ölçüde de hızla yayılan düşüncelerimiz, onları yapabilme kabiliyetinin anlamlarını yitirdikleri bir sona doğru hazırlıyor bizi. Dolayısıyla sadece aklımızdan geçen değil, aklımızdan bile geçmeyen şeyleri yaparken bulabiliyoruz kendimizi. Yani bir devrin bitişini arkamızda parlak bir ışık bırakarak değil dosyalar, cd’ler, siteler yaparak uğurlarken, halen kendimize Maya kehanetleri gibi somut yok oluşlar arıyoruz! Oysa somutun içinde yitip giden soyutun yaratabileceği yok oluşu bir kayıp olarak saymamak ne tuhaf!

Cayce’nin de gelecekten çok geçmişle ilgilenmesinin bir anlamı olmalı. Tahminleri, gelecekte mesleğinin ortadan kalkacağını da bilmeyi içerir miydi bilinmez ama bugünün “bilinirliği” üzerine bir tez geliştirecek olsa her şeyin hallaç pamuğu gibi ağların ucunda oluşunu ve bu sebeple taşıdıkları anlamları bile yavaş yavaş yitiriyor olmalarını dünyaya yayılan bir prizma enerjisinin sonuna benzetmekte eminim gecikmezdi.

Yine de umarım gecikmiştir.

Dirayetiyle meteor bekleyen bir dünya, kendi eliyle fişini çeken bir toplumdan muhtemelen daha yeğdir!

Elçin Demiröz