Dincilerin Mevlânâ’yı, özellikle de Şems’ten sonraki Mevlânâ’yı sevmemelerinin pek çok nedeni vardır. Birkaçını sayarsak;

. “Kim olursan ol, yine de gel!” söylemi,
. Kadınlara değer vermesi; aşramında (dergâhında) cinsiyet ayrımını ve ‘kaç-göç’ü ortadan kaldırması,
. “Kadından üstün olduklarını sananlar cahillerdir”…; ve “Seven erkek, kadına eşittir” gibi şer’î hüküm ve kurallara aykırı söylemler geliştirmiş olması,
. ‘Tek eşliliği’ öngörmüş olması,
. ‘Sürekli Evrim’e ilişkin düşünceleri; ‘defalarca gidip gelmeler’i, yani ‘reenkarnasyon’ fikrini benimsemesi,
. Hacc’a gitmenin ‘gerekli olmadığı’nı söylemesi,
. Uzakdoğu mistik felsefelerinden her zaman övgüyle sözetmiş olması,
. Şeriatçı ‘dinadamları’ ile geçinememesidir…
 

İlâhiyat fakülteleri ile islam enstitülerinde eserleri okutulmaz; dudak bükülür; hattâ kimi din âlimlerince (!), fikirleri ‘yoldan çıkarıcı’ ve ‘itikat bakımından sakıncalı’ bulunur. Nedeni; “esası, yani ‘şuurlu inancı’ öne çıkararak biçimciliği yadsıması”; hattâ “biçime fazla önem verildiğinde esas amaç olan ‘tekâmül’ün gözden uzak kalacağı”nı öne sürmüş olmasıdır. Ama özellikle bir konuda öyle söylemleri vardır ki, tüm dinselleri çileden çıkarır. Bu önemli ve ‘hassas’ konu, amacı ve anlamı bilinmeden kılınan namaz meselesidir.

Öyle ki, “namaz…, namaz…” diye tutturanlara; onu, yani gündelik ibadet türlerinden birisini ‘dinin temeli’ varsayarak herşeyin önüne koyanlara…; her yerde, özellikle de Cuma günleri onunla kendi reklamını yapıp övünme payı çıkaranlara bakınız neler söylemiş:
– “Namazın ruhu, namazdan eftaldir” (değerlidir).
– “O nedenle îman, namazdan eftaldir.”
– “Zira namaz beş vakittir, îmansa her dâim farzdır.”
– “Namaz, edâ edildikten sonra gelip-geçmiş olur; hattâ ‘tehirine ruhsat’ vardır (ertelenmesi mümkündür). Oysa îmanın özrü yoktur, ertelenmez.”
– “Namazsız da olsa, îman her zaman gereklidir; ama münafıklarınki gibi îmansız namaz, fayda vermez.”
Ve son olarak;
– “Namaz (salâh için ibadet) her dinde başka türlü olabilir; ama îman, hiçbir dinde tebeddül etmez” (değişmez).
 
Mevlânâ, salâh için ibadetin ‘her dinde farklı olabileceği’ konusunda da haklıdır. ‘Din’ sözcüğünün içerik olarak gelişimi, aşamalı biçimde şu sırayı izler: ‘Kavuşma’, ‘birlik olma’, ‘bir olma’ ve ‘birlik içinde yokolma’. Gerçekten de pek çok inançta, bedensel ve ruhsal durağanlığı önlemek amacıyla, kutsal kabul edilen metinler, mantralar (zikir) ya da övgü sözleri eşliğinde çeşitli egzersizler, danslar ve hareketli ibadet biçimleri (Tai Chi, Kinhin, Namaz, Semah… gibi) ritüele dahil edilmiştir. Bunlar arasında, bilinen anlamda ibadet sayılmayan yoga ve meditasyon örnekleri verilebileceği gibi; oruç, perhiz ve çeşitli inzivalardan da söz edilebilir. Ancak bunların hiç birisi tek başına amaç olmayıp, sadece birer ‘araç’tırlar; etkileri de herkeste değişiklik gösterir.
Bu tür etkinlikler, gerektiği gibi uygulandıklarında hem bedensel ve zihinsel sağlık kazandırır hem de inancın güçlenmesine yardımcı olurlar. Uygulayıcının içsel dünyasına yönelmesini kolaylaştırdıkları da bir başka gerçektir. Sorun, bu tür eylemlerin aşırı biçimde önemsenip yüceltilerek ‘övünç’ meselesi yapılmasındadır. Ülkemizde özellikle son dönemlerde, insanların ‘namaz kılıp kılmayanlar’ biçiminde ayrıştırıldığı gözlenmektedir. Bazı yöneticilerin, bu ibadetini yerine getirenleri, diğerlerinden açıkça üstün ve makbul tutarak övdükleri; dahası onları ‘kendilerinden’ kabul ederek diğerlerini dışladıkları da gerçektir. Dinsel bir ritüelin göstere göstere yerine getirilmiş olması; kişileri tüm öteki özellik ve niteliklerinden (bilgi, beceri, deneyim ve yetenek… gibi) öncelikli duruma getiriyorsa, bunda ciddi bir yanlışlık ve çok önemli bir haksızlık var demektir.
Oysa ki önemli olan, inanç ve anlayış farklılıklarını abartarak ayrımcılık yapmak değil; ortaklaşılabilecek tarafları öne çıkarıp ayrıntıları zamana bırakarak şuurlu bir inançla yola devam edebilmek olmalıdır. O büyük insan da buraya aldığımız sözlerinde; geçmişi, önceki yaşantısı ve kültürel inancı her ne olursa olsun, herkesin herhangi bir gün yaşama yeni bir inanç ve anlayışla başlayabilmesinin mümkün olduğunu anlatmak istemiştir. Aynı zamanda, biçimsel anlamdaki sıradan inanç gösterisinden çok daha önemli olanın, gerçekte içsel ve gelişmeye müsait, varoluştan gelen, hepimizin ortaklaşabileceği ama çoğu kez ‘farkedemediğimiz’ bir potansiyele sahip olduğumuzdur.
….
Kutsal kabul edilen bütün kitapların gizemli bir dili vardır, gerçeklere giden yol da o gizemlerin ardında saklıdır. Herhangi bir metinden herkes, kolaylıkla gündelik dildeki sıradan anlamını çıkarabilir; ama aslolan onun, daha derinlerdeki anlamına erişebilmektir. O metinleri açıklayan Mevlânâ gibi, Attâr veya Arabî gibi… üstün insanlar da skolastik ve biçimci dinadamları tarafından kıyasıya eleştirilerek suçlanıp dışlanmışlardır. Oysa ki onların doğru anlaşılabilmeleri, her türlü sıradanlığın ötesinde, farklı bir yetişkinlik ve zihinsel kalıplarla tutkulardan arınmış saf bir bakış gerektirir. Zaten bu kişiler de o nedenle sıradan dinselliği aşabilmiş, alelade yorumların ötesindeki gerçeklikleri görebilmişlerdir. Zaman, sevgi ve tekâmül esaslı anlayışı haklı çıkarmış; bugün o baskıcı dincilerin adları tarihte kalmışken, yukarıda sayılanlardan başka Yesevî, Yûnus, Bektaş Velî, Niyazi-i Mısrî, Hallâc-ı Mansûr, Pir Sultan Abdal, Şebüsterî, Sadî, Şirâzî… gibi şahsiyetler, gönüllerde yer bulmuşlardır.
 
Konumuza dönersek; asıl önemli ve değerli olan, önümüzde kutsal bir kitap gibi duran Sonsuz Varoluş’un kendisi, farkedebildiklerimiz ise (erişebildiğimiz kadarıyla) ondan bize yansıyanlardır.
‘Bilme’nin ve bilginin ‘amacı’nın ne olduğu ya da ne olması gerektiğini bilmek kadar; dinsel inançların amacının ne olduğunu ve ne olması gerektiğini, bu süreçte mevcut inancınızın sizi nereye yönlendirdiğini bilmek de son derece önemlidir. Bu konularda gelişmekte olan dünya ile ‘anlayış farkımız’ geçmişte o kadar belirgindi ki; Gutenberg matbaayı icat ettikten bir süre sonra basılan kitaplardan birisi İncil iken, matbaa bize geldiğinde basımı yasaklanan ilk kitap Kuran olmuştu… Kaldı ki o tarihte İncil Avrupa dillerine çoktan çevrilmişti ve hâlâ Kuran’ın bir başka dile çevrilemeyeceğine inanılıyordu.
Şekilciliğin ne denli önemsenmeyecek bir şey olduğu; asıl amaç ve esasın insanları iyiye, doğruya ve güzele yöneltmek, bu amaçla da herşeyden önce ‘kendini bilmesini sağlamak’ olması gerektiği konusunda biraz daha açıklayıcı olacağını düşünerek, “Mevlânâ’yı Anlamak” başlıklı yazımızdan bir paragrafı alıntılayalım:
“Mevlânâ’nın da tıpkı Ahmet Yesevî gibi, farklı din ve inançlardan öğrencileri vardı. Şeriatçı ve baskıcı olsa böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Ama nedense koşullu ve artniyetli yorumcular meselenin bu tarafından hiç sözetmezler. Onun, “Putperest olsan da, mecusî olsan da…, tövbeni bin kez bozmuş olsan da gel!… Bizim dergâhımız, umutsuzluk dergâhı değildir” derken kastettiği hiçbir biçimde, gel sen de dinini-inancını değiştir anlamında bir söylem değildir. O yüzdendir ki ‘evrensel’ olabilmiş; o yüzden cenaze törenine, her inanç ve anlayıştan kişiler, ona duyulan büyük sevgi ve saygıdan dolayı, hem de o devirde papazlar ve hahamlar da dahil, kültürel bakımdan çok farklı inançların mensupları katılmıştır (1273).”
Görüldüğü gibi, insanları ayrıştırıp dışlamak ne kadar kolaysa, ‘Gönüllerin Sultanı’ olabilmek de bir o kadar zordur.
Nasıl ki kamışlıktan (görünürdeki yapay benlik ve bağımlılıklardan) koparılarak azâd edilmeksizin ve ham halde iken ele alınıp kurutularak üzerinde ateşle delikler açılıp işlenmeksizin o muhteşem sesi veren bir ney olunamıyorsa; insan da önce benliğinden kurtularak pişip-yanmalıdır ki öylesine güzel sadâların kaynağı olabilsin. İnsan, tümü de gelip-geçici olan maddî varlığın hangi türüne, her ne kadar sahip olsa da, içinde spiritüellik ve farkındalık adına temel birşeyler eksik olduğu sürece, hayatı gerektiği gibi yaşayamadan ve tekâmül fırsatını ıskalayarak buralardan geçip gidecektir.
 
Bir de böylesi erişimleri güçleştiren, farkındalık yoksunu skolastik-dinciler olmasa işler daha da bir kolaylaşacaktır…
A. Kerim Soley