Genelde televizyon seyretmiyorum ama açtığım her seferde bir çukur meselesiyle karşı karşıya kalıyorum. Bu inanılacak bir şey değil. Bazen kamera şakası olabilir mi diye düşündüğüm bile oluyor.

Ülkemizde cahilce yapılan işler sonucunda kaç çocuk yitiriliyor, görebiliyor muyuz acaba? Yitirilenler, bu aralar hep altı yaşındaki çocuklar. Foseptik çukurlarına düşerek can veriyorlar. Tabi bunların arasında emniyet kemerinden bihaber olan ailelerin yaptığı kazalarda arabaların camlarından dışarı fırlayarak ölen evlatları, akrabasının düğününe gidip de merdiven boşluğunda çocuk yitirenleri, süpermarketin yürüyen merdivenine parmaklarını kıstırıp sakat kalanları saymıyorum. Bunlar son hızla geçen haberlerin içinden bize yansıtılanlar.

İlk televizyonu açtığımda güzel mi güzel upuzun saçlarından sular damlayan ölmüş ya da baygın, babasının kucağında bir kız çocuğu görüyorum, hemen kanalı atlıyorum. Sonradan “fosseptik çukuru…” “ihmalkârlık…” kelimelerini duyunca resim netleşmeye başlıyor. Evet, bu yavrucak hem de annesinin elinden tutarken düşmüş o koca çukura! Şimdi annesinin elini ne kadar sıkılıkta tuttuğu sorgulanıyor…

 

Kendinizi düşünün bir… Gayet normal bir yolda yürürken, çocuğunuzun eline de mengene gibi yapışmazsınız üstelik değil mi? Ve bir anda öyle bir an yaşanıyor ki, en az yirmi kilo bir kola yükleniyor. Bunun açıklaması nasıl yapılır? Bu kadar beklenmedik bir kapana evladınızı kaptırırken nasıl olur da sanki dağa tırmanırmış gibi kol gücünüzden yardım beklenebilir ve aniden evladınızın eli kendi elinizin içinden kayıp giderken sizden onu yakalamanız beklenebilir?

Diğeri bir erkek çocuğu…Sessizce üstü örtülü bir bedeni arabaya koyuyorlar. Çıt yok insanlarda. Sonradan hastaneye kaldırıldığını ama yavrucağın yaşayamadığını anlıyoruz. Bedenini hastaneden nereye götürüyorlarsa artık…

Herkesin ölüm tarzına karşı dirayetleri aynı değil. Bazıları, “Allah verdi, Allah aldı” diye düşündüğü için ateş tabiri yerindeyse düştüğü yeri yakıyor; fakat bu grubun dışında kalanlar olanların bu kadar basit algılanamayacağını, Allah’ın verdiği canın bal gibi insan ihmalkârlığının ya da detaylı düşünmeyişinin aldığını biliyor. İşte o zaman, isyanlar ve trajikomik olaylar arka arkaya gelmeye başlıyor. Evladınız ölmüş, ananız, babanız her neyse sevdiğiniz, canınızdan can kopmuş, hesap soruyorsunuz ve devlet memuruna hakaretten hakkınızda, acılı yüreğinizin üzerine bir de dava açılıyor! Gidene mi yanasınız? Kimsenin özür dilemeyip, insanların yüzüne bakamama büyüklüğünü gösterememesine mi? Yoksa bu işi yapanın yerine davalık olan kendinize mi?

Başka bir akşam, bir kanalda spiker, sorumlu insan bulmaya çalışıyor. Alı al moru mor olmuş sinirden, karşısında kem küm eden “Ama hanımefendi, o çocuk da kuyunun yanında ne yapıyordu canım?! Burada ailenin de ihmalkârlığını unutmayalım ama tabi yüreğimiz yanıyor o başka…” İSKİ yetkilisine kendi çocuğunu hatırlatan spiker bayan öyle bir konuşuyor ki yüreğiniz bu ülkede nasıl da herşeyin bu kadar ucuz olabileceğini sorguluyor.

Birkaç hafta sonra bu sefer Adana’da ve yine ne tuhaftır ki altı yaşlarında bir çocuk daha ölüyor. Katil, yine bir foseptik çukuru!

Derken, daha dün şehrin göbeğindeki ana yolda bir genç kızın arabasının neredeyse kendisini bile rahatlıkla yutabilecek kadar kocaman bir çukura Allah’tan tek tekerliği giriyor. Ve sıkı durun, polis ceza yazıyor!

Cezanın tanımlaması ne olabilir acaba ben merak ettim. Anayolda giderken devasa açılmış bir çukura girmenin cezası nedir? Ani şok?… Ölüm korkusu?… Sakatlanma?… Bu cezaların hepsini devlet yetkililerinin kâğıda yazmasına gerek yok aslında, insanlar bu cehennemleri ülkelerinde yolda yürürlerken ya da çocukları oynarken, arabalarını kullanırken hatta bazen engelli olup sokağa çıkamazken, kaldırımda yürürken, bebek pusetini devrilmeden kaldırıma çıkartıp indirmeye çalışırken… bire bir deneyimleyerek çekiyorlar. Hakikaten, gereksiz bir zahmete katlanma ceza yazmak.

Bütün bunları gözlerim faltaşı gibi olmuş izlerken, aklıma nedense “Halka” diye bir film vardı, o geliyor, korkunçluğundan seyredemesem de kısa fragmanda bir delikten çıkan acayip bir yaratığın karanlıklardan gelip canları aldığını görmüştüm, bunun Türkiye uyarlaması rahatlıkla “Çukur” demek geliyor içimden. O çocukların ölüm şeklini düşünebiliyor musunuz? Yaşadığı korkuları akıllarınıza getirebiliyor musunuz? Milletin pisliklerini yutarken boğulmalarını…

Siz evlat kaybetmenin acısını bilir misiniz? O çukuru açık bırakanlara bakın: “Düşünemedim abi!” “ Valla ben yapmadım, o yaptı!” “Bizim sorumluluğumuz değil bu bölge!” “Ben çukuru açarım ama kapatması başkasının sorunu” “Bizim de sanki kendi evladımız ölmüş gibi yüreğimiz yandı!”

Yanamaz efendim, yanamaz! Onu kaybeden bilir, yaşayan anlar, dışardan böyle edebiyatlar yaparak peynir gemisi yürümüyor hiç bir şeyde! Kaybedilenin ardından da herkesten ruhani lider olgunluğu, sessizliğe sığınıp acımı içimde yaşarım, kaderim buymuş, katlanırım tarzı tepkiler beklenmesin! Sorgulamaların ardında yatan öfke gayet doğaldır, bu da böyle bilinsin! Çünkü o öfke yalancılığa karşıdır, sorumluluk alamayan, işini dünya standartlarıyla yapamayana, kendi cebinden başkasını düşünmeden beceremeyeceği bir işin başına gelmiş olan, giden canlarla bile “Nerede hata yaptık?” diye sorgulama yetisine sahip olmayanadır ve yine o öfke mağdur ettiği gibi bir de üstüne dayılanan ve dava açan, ceza yazan zihniyete karşıdır!

Bu kavramlar daha okul sıralarının ilk aşamalarında öğretilmesi gereken ve bizim milletimize yerleşmemiş anlayışlar ne yazık ki. Hata yaptın mı “özür dilemesini bilmek”… Eğer bir sorumluluk altındaysan, o görevden ayrılma büyüklüğünü göstermek, yapılan yanlışın hesabını verme olgunluğuna sahip olmak… Bir güzellik gördüğünde “teşekkür etmek”…

Alt tarafı özür ve teşekkür, değil mi?.. Devlet mekanizmalarını işletirken de ahlak ve insanî değerler… Eğitim eğitim diye tepindiğimiz olayın temelinde de bunlar yatıyor, insan olabilmenin de…

Reyhan Bull