Sevgili arkadaşlar,

Her ne kadar olumsuz haberleri okumamaya çalışıyor olsam da, ister istemez onlar bir şekilde kulağıma geliyor… Olumsuz olanları neden okumuyorsun derseniz, çok basit: özellikle sanatla ve müzikle uğraşmanın getirdiği inanılmaz hassasiyet ve duygusallıktır bunun sebebi. Birçok kişinin bir haber okurken neredeyse etkilenmeyip geçeceği bir başlık, benim tüm günümü, bazen haftamı zehirleyebilir. Kuşkusuz, ben aldığım bu zehri temizleyebilirim, ancak temizleme işlemi için harcadığım enerjim bu sefer daha önemli uğraşlar yerine bu işe gitmiş olur, harcanır. Hepimiz enerji tasarrufu yapmak zorundayız, sadece gezegenimizde değil, kendi bedenlerimizde de! Bilirsiniz, mesela sizi anlayamayan birine umutsuzca bir konuyu anlatmak enerjinizi boşuna harcamaktır. Çoğunuz hayatınızda en az bir kere demiştir: “ tam iki saat anlattım, tüm enerjim gitti, ama hala anlayamadı”… Evet, işte gerekmeyen yerlere enerjimizi harcamamız demek, onun gereken yerlere gitmemesi demektir. Bazı düşüncelerimiz bile enerjimizi “yiyebilir”, tüketebilir. Onun için ben olumsuz haberleri özellikle okumuyorum.

Ancak dediğim gibi onlar çığ gibi akarken, ister istemez duyuyorum ve hayretler içinde kalıyorum, çoğumuz gibi. Bir bombardımana benziyor bu:

– Tersanedeki kazalar

– Bir erkek çocuk değil, kız çocuğuna hamile kaldığı için dövülen kadınlar (bir ortaçağ klasiği!)

– İşkence görmüş hayvanlar

– Yakılan ormanlar

– Çocukları sakat bırakacak kadar döven öğretmenler

– Öğretmenlere düşmanca davranan ve fiziksel zarar veren öğrenciler

– Annelerini öldüren çocuklar!!!!!

Liste uzayabilir…. Bunlar sadece birkaç örnek. Hep beraber nereye doğru gittiğimizin farkında mıyız?

Herkesten tek istediğim, etrafına daha dikkatli bakıp, daha aktif bir şekilde doğruluk ve iyilik için çalışmasıdır. Ben de bu şekilde davranmaya çalışıyorum. Sadece kendimizi, ailemizi ve yakınlarımızı ilgilendirecek konularla uğraşmayıp, tüm çevremizde olup bitenlere dikkatli bir şekilde “göz kulak” olmamız lazım. Örneğin, ben trafikte arabada gidiyorsam, ve yan arabada ön koltukta hem de kemersiz olarak küçük çocuk oturuyorsa, mutlaka uyarıyorum. Ya da yine arabada ağlayan küçük bebeğin eline oyalamak için annesi bir cep telefonu veriyorsa, yine işaret edip söylüyorum. Kafede, mağazada, sokakta, oturduğum sitede.

İnsanlar bazen farkında olmadan başkalarına ya da kendilerine zarar verebiliyor. Özellikle büyük şehirlerdeki hayat gerçekten hiç kolay değil. Büyük yarış, stres, kavga, sadece trafikte geçirilen saatler bile insanları delirtiyor! Herkesin dingin, iyi niyetli, olgun olmasını beklemek çok zor. Bu durum şuna benziyor: Sokakta bir sürü yetişkin insan dolaşıyor gibi gözükse de, bu insanlar kendilerine hakim değiller ve bu anlamda çocuklara benziyorlar! Ama “yetişkin” gibi araba kullanıyor, alış veriş yapıyor, doktorluk ya da öğretmenlik (bile!) yapıyor…

Çocukların ellerine ateşli silah vermeye benziyor.

Onun için daha soğukkanlı, daha dikkatli ve olgun bir gözle olup bitenleri izlememiz ve bazen sadece 1-2 dakika harcayarak müdahale etmemiz gerektiğine inanıyorum. Vatandaşlık görevi vatanı korumaktır; insanlık görevi ise tüm canlıları korumaktır! Cansızları bile! (Sanat eserleri her ne kadar cansız görünse de muazzam yaratıcı enerji taşıdıkları için onlar da korunmalı!)

Son olarak yine hayatımdan bir örnek vermek istiyorum: 1-2 yıl önce su almak için tesadüfen bir mahalle bakkalına girdim. Bilirsiniz bu bazen sevimli, bazen de çok tozlu ve kirli küçük mahalle bakkallarını. Bu bakkal oldukça bakımlı ve temizdi. Öyle düşündüm, ta ki tüm çocukların sevdiği “Danone” meyveli yoğurtlarını hemen kasanın yanında, buzdolabının dışında görene kadar. Bu yoğurtların burada neden durduğunu sorduğumda, bana şu cevap verildi: “Çocuklar görüp hemen istesin de alsın, yani teşvik etmek için, abla!!!” Yazın, dışarıda hava 35, içeride hava 34 derece iken böyle bir cevap almak hiç hoş değildi! Ben yoğurtlardan bir tanesini alıp, onları hangi derecede saklanması gerektiğini bakkal amcamıza gösterdim. Amcamız de “bunlar çok küçük yazıyor, ben okumam ki bunları” dedi. Ayrıca da “Bunları dağıtan firma da buzdolabına koy demedi” diye de ekledi!

Ben rica ettim, anlattım, ve çocukların zehirlenmemeleri için bunları artık bundan sonra nasıl muhafaza etmesi gerektiğini söyledim.

İnanın, en az 4-5 kere daha bu bakkala özellikle geldim, normalde orada hiç işim olmadığı halde. Sadece kontrol etmek için.

Eminim ki, benden bıktı amcamız, ancak birkaç kereden sonra düzeldi! Kendi çocuğum bu bakkaldan yoğurdu almazdı, ama yüzlerce mahalle çocuğu alırdı ve zehirlenirdi. İşte bu örnekten yola çıkarak, sadece “ben” değil, “biz” düşündüğümüz zaman kendiliğinden gözümüz daha dikkatli bakıyor ve çevreye yardımımız dokunuyor. Çoğumuz “Ben dünyayı nasıl değiştirebilirim ki?” diye düşünürken, önerdiğim formülü uygularsa, tasalanmaya gerek kalmayacaktır.

Sevgilerimle!

Anjelika Akbar

400’den fazla senfonik ve oda orkestrası, şan, koro, enstrümantal ve etnik-klasik gruplar için bestesi bulunan Anjelika Akbar Kazakistan’da, müzisyen ve filozof bir baba ile yine müzisyen bir anneye sahip olarak dünyaya geldi. Belki de hayata ve çevresindeki her şeye sadece müzikal açıdan değil felsefi açıdan bakmasının bir nedeni de genleri... Anjelika Akbar’ın, 1999 yılında kendi prelütlerinden oluşan ilk albümü “Su” çıktı. Aynı yıl Can Dündar’ın “Köy Enstitüleri’’ adlı belgeselinin müziklerini besteledi. 2002 yılınında çıkan Vivaldi’nin “Dört Mevsim” keman konçertolarının dünyada ilk kez solo piyano uyarlaması, Sony Music International etiketiyle çıktı ve Sony Classical kataloğuna girerek, bu katalogdaki ilk Türk Klasik Müzik albümü oldu. Yine 2002 yılında Rana Erkan ve Zara ile çalıştığı, “bir’den Bir’e” isimli albümünü çıkardı. Anjelika Akbar evli ve 2 çocuk annesidir.