Üniversiteyi, Kıbrıs’ta okudum. Gazimağusa, Doğu Akdeniz Universitesinde. Gazetelerden anladığım kadarıyla şu aralar oldukça canlıymış oralar. 7-8 sene evvel değildi. Bir kere aşırı sarhoş bir arkadşımız gece yarısı anayolda sızmış, sabah güneşle ayılınca kalkıp yurta dönmüştü, o kadar tenhaydı anlayacağınız. Yemek için çemberde bulunan 3-4 lokantaya gider ve normal fiyatının 2 katına yemek yerdik. Paso “Luckystrike” marka sigara tüttürür, “goldfasl” marka bira içerdik. Yurt’ta kalmak dışında ev bulmak çok zordu o yıllarda.Özel yurtlar henüz inşaa halindeydi. İyi bir ev ise “üçyüz isterlincik “ idi. Yurttan sıkılıp evde kalmaya karar verince , bir arkadaşımla uzun uzun araştırdık, sağa sola sorduk ve nasıl becerdiysek ucuz bir ev bulduk. Iki oda bir salondu, ufaktı ama yetiyordu bize.

Kıbrıs, normal zamanlarda bile çok hareketli değildi. Yaz mevsimini tahmin edin o zaman. Gölgede ellibeş derece sıcaklık. Denize gittiğinizde deniz o kadar sıcaktır ki, serinleyemezsiniz hatta yapış yapış olmuş hissiyle dışarı çıkarsınız. Ve asla unutamayacağım bir görüntüdür, plajda ambulans bekler. Sıcakta bayılanları atarlar ambulansa, oradan doğru hastaneye. Hastanede bir iğne, oradan da eve. Tek ilaç 3 gün istirahat. Yani plaja gitmek, yürek ister.

Biz iki kafadar, dersleri vermek için mecburen yaz okuluna kaldık. Ondan sonra da bizim için oldukça sıkıcı ve birbirini takip eden sıradan günler başladı.
Günlerimiz aynen şu rutinde sürüyordu. Eğer haftaiçiyse sabah okula, klimalı sınıflara; ders bitince kantinde öğle yemeği, saat dörde kadar kantinde diğer elemanlarla muhabbet, oradan sonra eve. Eve varinca vantilatör karşısında televizyon, gece olup da hava biraz serinleyince de doğru bara. Barda biradan daha ucuz olduğundan viski iç, sağda solda kızlara bak, birkaç tanıdık Avusturyalı akerle muhabbet et, sonra eve git ve sabaha kadar uyu.

Haftasonu ise akşama kadar vantilatör karşısında televizyon, gece olup da serinleyince hafta içiyle tamamen aynı program.
Bir Cumartesi günü, yine vantilatör karşısında televizyon izlerken kapı çalındı ve ev sahibimiz içeri girdi. Şaşırdık, çünkü sadece aybaşlarında gelirdi. Biraz sohbetten sonra bize derdini açıkladı. Yeğeni ona , galiba sekiz taneydi, hindi palazı almış. Adam bunları besleyecek, yılbaşına kadar semirtecek, sonra da satacak. Niyeti bu. Fakat, aksilik bu ya, arabası bozulmuş ve yeğeni birkaç gün sonra Ingiltere’ye gidecekmiş. Adamın niyetini anladık, biraz pazarlıktan sonra, gidiş-dönüş benzin parası ve bir hindi karşılığında pazar günü adamın verdiği adrese gitmeye karar verdik. Hem bizim için de değişik bir macera olurdu. Bilseydik başımıza gelecekleri….

Pazar sabahı, kahvaltımızı ettikten sonra Girne’ye doğru yola çıktık. O meşhur ellibeş derecelik sıcaklık var ama arabada da canavar gibi klima var. Yolun ortasında radyo bozuldu ama yine de keyfimiz yerinde. Tipik erkek muhabbetleri yaparak iki saatlik bir yolculuk sonunda Girne’ye vardık. Adres, Girne’nin civar köylerinden biri. Sağa sola sorarak yolu bulduk. İnanılmaz dik bir dağın tepesindeymiş. Oldukça tozlu, taşlı ve de virajlı bir yolda bir saat kadar daha direksiyon salladıktan. Karşıdan traktör gelir, bazen araba viraji kaldıramaz, bazi yerlerde yol nehirden geçer… Tam bir ralli pisti gibi. Pestilimiz çıkmış bir şekilde köye vardık. Adresi bulduk.
Adam bize bir kutu içersinde palazları verdi ve bize korkunç gerçeklerden bahsetti. Hindi yavruları sıcak severmiş, o yüzden klimayı kesinlikle kullanamaz, camları açamazmışız. Bagaj zaten yasak. Havasız ve karanlık bir ortam çünkü.

Mecburi kutu içersindeki palazları, arka koltuğa koyup emniyet kemeriyle bağladık. Bu sefer aynı yolu yokuş aşağıya doğru inmeye başladık. Yol tozlu olduğundan zaten pencereyi açamıyorsun, klima da yasak. Daha ineli beş dakika olmuş, ikimizde terden sırılsıklam hale geldik. Bir beş dakika daha gittikten sonra baktık olacak gibi değil, arabayı durdurduk, t-shirtleri ve kotları çıkarttık, üstümüzde sadece donla arabaya bindik ve yola devam ettik.

Hava inanılmaz sıcak, radyo bozuk, arkada palazlar sürekli “gulu gulu “ şeklinde sesler çıkartıyorlar, yol zaten yokuş aşağı ralli pisti gibi, sürekli tetikte olmak lazım, ikimizin de neşesi iyice kaçtı.Bir de bu palazlardan yükselen koku…Tam bir cehennem.

Yarım saat sonra yolda bir soğuk su “hayratı “ gördük. Bagajdaki 2 tane pet şişeye su doldurduk ve yanımıza aldık. Sürekli su içerek ve üstümüzü başımızı ıslatarak, bir pet şişeyi bitirdiğimiz anda Girne’ye vardık. Kendimize gelmek için arabadan çıktık, giyindik, arabayı parkettik bir şeyler yedik, biraz moral depoladık ve arabaya geri döndük. Kapıyı açtığımızda koku, bir duvar gibi yüzümüze vurdu. Suratlar beş karış, soyunarak, süklüm püklüm arabaya bindik.

Şans ters döndü mü devam eder. Yolda kaza olmuş , hem de ne kaza, yol tamamen kapanmış. Herkes yavaş yavaş asfalttan tarlaya inip oradan devam ediyor yola. Trafik inanılmaz yavaş. Arkadan gelen “gulu gulu” sesleri eşliğinde uzun bir süre birinci viteste dur-kalk gittik. Hava sıcak ya, arkada hindiler de keyiflendi başladılar hareket etmeye. Karşı taraftan gelenler bize bakıp bakıp gülüyorlar. Niye gülmesinler ki. Arabanın önünde sıcaktan bunalmış, donla oturan ve boş boş bakan iki tip, arka koltukta ise uçuşan hindiler.

Uzun süre birinci viteste gidince, motor doğal olarak su kaynattı. Mecburen ikinci pet şişeyi de motora boşalttık. Böylece en ufak serinleme imkanımız kalmadı. Geri kalan iki saatlik yolculuğun büyük bir kısmını baygın gittiğim için hatırlamıyorum ama bir kere arkadaşımın sinirden direksiyon başında ağladığını hatırlıyorum. Bir kere de gözü dönmüş bir şekilde bir hindiyi boğmaya çalışırken onu görüp, hindiyi boğmasına engel olduğumu.
Eve vardığımızda saat dört civarıydı. Arabayı parkettikten sonra uzun bir süre arabadan çıkmadık. Çıkamadık. Kilitlenip kalmışız, bir nevi hipnoz olmuşuz o koku ile sese. Yavaş yavaş kendimize gelip dışarı çıkmamız yarım saati buldu.

Ev sahibinin bize verdiği parayla akşam içerken arladaşım o sıcağa rağmen hindilerden birinin öldüğünü söyledi.

Bugün bile hala emin değilim, acaba o hindiyi boğarken geç mi müdahele ettim ?

Tunç Pekmen