Seneler önce, bir otobüs yolculuğunda arkama iki küçük çocuk düştü. Kendimi yeterince büyümüş ve “yetişmiş” zannettiğim dönemlerdi. Öyle ya, daha neye yetişecektim ki? Dünya üzerinde anlaşılmayacak hiçbir şey yoktu. Yalnızca dünyaya, beni anlaması için biraz zaman vermem gerekiyordu. Ama hiç vaktim yoktu. Hayat tekdüze, insanlar güvenilmez ve ben yalnızdım. 16 yaşındaydım.

Kardeş olduklarını anlamam uzun sürmedi. Başımı hafifçe çevirerek ama onları dinlediğimi de belli etmemeye gayret ederek, göz ucuyla bir baktım. Küçük olan sanırım 5-6 yaşlarındaydı, ağabeyi ise henüz ilkokulda falan olmalıydı. Aynı berberden çıkmış, kısacık saçlı iki siyah kafa ve henüz yere değemeyen bir çift ayak. Sürekli hareket hâlinde. Sanırdınız ki o değil de ayakları konuşuyordu. Ama ne konuşma! Camdan hızla geçip giden görüntüler hakkında, en az onlar kadar hızla değişen konular hakkında, biri bitmeden diğeri başlayan kısa, küçük, çocuk sesli cümleler. Öbürü susuyordu. Tam arkamda kaldığı için göremiyordum. Sadece arada bir derince iç geçirdiğini, yerinde ağır ağır kıpırdandığını duyuyordum.

Bu monolog giderek canımı sıkmaya başladı. Tam arkamı dönüp şu ufaklığa bir çift laf etmeye hazırlanırken… “Ağbi, uçurtmaya bak! Bulutlardan bile daha yüksek!” Camdan dışarı baktım. Gökyüzünde sahibini göremediğim, turuncu bir uçurtma süzülüyordu. Gözlerim uçurmanın sahibini ararken; arka koltuktan gelen tok ses, koca bir taş gibi kulağımdan girip boğazıma oturdu. “Hiçbir şey, buluttan daha yüksek olamaz.” Küçük ayaklar durdu. Yolun sonuna kadar hiç oynamadılar. Gökyüzündeki tüm bulutlar, toplanıp içime doldular.

O zaman anladım; ne sandığım kadar büyük, ne de dünyalar kadar güçlüydüm. O iki küçük, lastik ayakkabıydım. Bir an gelmiş, duvara toslamış ve durmuştum. Ardı arkası kesilmeyen sorularımı unutmuştum. Gözlerimin ışığı gitmiş, bulutların arkasına saklanmıştı. Bir ciddiyet bürümüştü suratımı. Sorular bitince, şaşıracak bir şey de kalmamıştı. Şaşırıp sevinecek, şaşırıp çığlıklar atacak, şaşırıp kahkahalarla gülecek… Ama şaşırıp üzülecek bir şeyim de yoktu artık. Hiçbir şey beni hayal kırıklığına uğratamazdı. Güvendeydim. O gün o minik gezgine rastlamasaydım, hâlâ da güvende olacaktım. O, benim “Küçük Prens”imdi…

Evrenin gelmiş geçmiş belki de en küçük gezginiydi. Bir adı var mıydı, bilinmez. Bundan uzun yıllar önce, B-612 asterodinden gezegenimizi ziyarete gelmişti. Kıvırcık saçlarında yüzlerce oyun, binlerce soru işareti getirmişti. Şimdi nerede, bilmiyorum. Umarım hiç büyümez…

O gün, rastladığım çocuğun Küçük Prens olduğunu, başka “büyümemiş” çocuklarla karşılaştıkça anladım. Ne sarı kıvır kıvır saçları vardı, ne prens giysileri, ne de milyonlarca ışık yılı uzaklıkta, sürekli sözünü ettikleri bir asteroidleri. Ama bir dünyaları vardı ve o dünyanın size olan uzaklığı, büyümüşlüğünüzle doğru orantılı olarak artıyordu. Etrafınızda dolaşıyorlar, yanıtını alana kadar sormaktan vazgeçmedikleri sorular soruyorlardı. “Anne, benim içim ne renk?” diyorlardı örneğin ya da gece olunca, yıldızları kimin yaktığını merak ediyorlardı. Ya da biraz daha “iri” görünenleri, “Dünyanın geri kalanında ne var?” diyerek, büyüklerin o çok bilmiş bakışları arasında yollara düşüyorlardı.

Hepsi, Küçük Prens’in, “Antoine de Saint-Exupéry” isminde bir Dünyalının kaleme aldığı gezi notlarında bahsettiği büyüklerle karşılaşmışlardı. Bütün hayatı boyunca her gün gökyüzündeki yıldızları sayan, bu sayıları bir deftere kaydeden, bunu yaptığı sürece yıldızların sahibi olduğunu zanneden adamın yaşadığı gezegen örneğin; Dünya’dan çok uzak olamazdı. Günün birinde buralara gelse, birçoğumuzdan daha az “uzaylı” muamelesi görürdü. Hayatı sayılardan ibaret olan milyonlarca büyükten biri olurdu. “Çok önemli işlerim var benim!” demeye devam eder; bu önemli işlerle ilgilisi olmayan ya da işine yaramayan kimseyle konuşmaz, kimseye gülümsemez ve kimseyi sevmezdi. Etrafındaki her şeyin sayısal bir değeri olurdu. Durmadan aldığı ücreti, başkalarının aldıkları ücretleri, altında çalışan kişi sayısını, takım elbisesinin fiyatını, başkasının kravatının fiyatını, yediği yemeğin faturasını, evinin kirasını, başkalarının evlerinin yüzölçümünü hesaplar ve karşılaştırırdı. Bir türlü istediği rakamlara ulaşamaz ve hayatı boyunca bu mühim işlerle uğraşıp dururdu. Sonra da gittikçe yorulur, yüzü çöker, mutsuzlaşır; bir yerlerde hata yaptığını fark eder ve bu sefer de, hayatını yoluna sokmak için kaç tane danışmana ihtiyacı olması gerektiğini hesaplamaya koyulurdu.

Ben de yıllar boyunca birçok büyük ağızdan, otobüs yolculuğundaki ağabeyin sözlerini işittim: “Hiçbir şey buluttan daha yüksek olamaz.”. Hayır, tabii ki böyle söylemiyorlardı. “Her zaman”, diyorlardı örneğin,” bir stratejin olmalı şu hayatta!” Evet, tüm büyüklerin çok önemli stratejileri ve çok mühim işleri vardı. Öyle ki, daha yaratıcı olmak için günlerini konferans salonlarında geçiriyorlar, deri kaplı defterlerine maddeler hâlinde notlar alıyorlar; ama çocukken çizdikleri mor ağaçların bir adım ötesine geçemiyorlardı. Öyle ya, hiçbir şey buluttan daha yüksek olamayacağı gibi, mor ağaç da olamazdı! “Şu büyükler gerçekten çok tuhaftı”* doğrusu ve yapabileceğiniz tek şey, onlara biraz şefkat ve hoşgörü göstermekti…

Her şeyi bilen bunlar var ya; gerçekten de tuhaftır ki, iletişim kurmayı bilmiyorlardı. Sürekli birileriyle birtakım problemler yaşıyorlar, çok yoğun hayatlarında bir de bunlarla uğraşıyorlardı. Büyük olmanın cilveleriydi işte, hayat mücadelesi! Oysa hayatın “savaşılacak” değil, tadına vara vara yaşanacak bir şey olduğunu daha çocukken öğrenmişlerdi. Bunu unuttukları gibi; tüm sorunların biraz daha fazla konuşarak, soru sorarak ve dinleyerek çözülebileceğini de artık bilmiyorlardı. Şimdi de, tonlarca para döküp yeniden öğrenmeye çabalıyorlardı: İletişim nedir, insanlarla bir arada nasıl çalışırsınız, düşüncelerinizi bir topluluk önünde nasıl anlatırsınız, sizi dinlemeleri için neler neler yapmalısınız… Yani çocukken hiç düşünmeden yaptığımız her şey; hep birlikte oyunlar oynayışımız, bağıra çağıra şarkılar söyleyişimiz, gözlerimizi kocaman açıp sorduğumuz sorular ve can kulağıyla dinleyip anlamaya çabaladığımız bir dünya… İşte bunların hepsini en baştan öğrenmeleri gerekiyordu. Sanki bir gün bir şey olmuş; çocukluğun o çok değerli ve saf bilgileri, Küçük Prens’in minicik ayakkabılarının içinde sıkışıp kalmıştı.

Yoksa o asık suratları, memnuniyetsiz bakışları ve ciddi kılıklarının içindeki komik yürüyüşleri… Ayakkabıları, ayaklarını sıktığı için olabilir miydi?

*Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry, Çeviren: Fatih Erdoğan, Mavibulut Yayıncılık

Not: Bu yazı, Kâmil Koç Otobüsleri A.Ş. Yolculuk dergisinin Nisan 2008 tarihli sayısında yayımlanmıştı.

Deniz Yalım Kadıoğlu