Otomobilsiz bir hayat düşünemeyiz. Ama her gün en az iki saatimizi egzoz, korna sesleri ve  gergin sürücüler arasında geçirmek bizi mutlu etmez. Yürüyüşe çıktığımızda, zaten geniş olmayan kaldırımların dört tekerlekli makineler tarafından işgal edilmiş olmasından hoşlanmayız. Ama park edecek yer bulamadığımızda, apartman girişlerini ve aynı kaldırımları doldurmaktan da çekinmeyiz. Evden her çıkışımızda aklımızda ister istemez bir yığın soru vardır: ücretsiz park yeri, o bulunamazsa otopark parası, benzin durumu, en yakın benzinlik, trafik, o saatte boş olabilecek alternatif yollar… Bunun gibi birçok soru olmaksızın, ne kadar huzurlu bireyler olabileceğimizi hayal eder dururuz. Ama yine de otomobilimizden vazgeçemeyiz.
Hafta sonu ya da tatillerde, yaşadığımız şehirlerden “kaçmaya” çalışırız. Yeşillik gördüğümüzde yaptığımız ilk şey nefes almaktır. Kollarımızı iki yana açar, derin bir oh çekeriz. Şehir hayatının gerdiği yüz hatlarımız bir anda gevşer. Rahatlarız. Senede iki, üç hafta, bedenlerimizi ait olmadıkları yaşamlarda tatile çıkarırız. Sonra mı? Kaliteli ve modern yaşamlarımızın en önemli simgesi olan otomobilimize atlar ve şehir trafiğine, kaliteli tek bir nefes bile alamadığımız caddelere geri döneriz.

Otomobilsiz bir hayat mümkün müdür? Çoğumuzun buna cevabı “hayır” olacaktır. Peki, insanların daha az araba kullandıkları, yayaların şehrin her köşesini güven içinde gezebilecekleri, toplu taşıma sisteminin verimli bir şekilde kullanıldığı bir şehir mümkün olabilir mi? İşte bu soruya olumsuz yanıt vermek o kadar kolay değil.

Güç, iktidar, özgürlük, statü, cinsellik… Daha birçok kavramı temsil eden birer etiket gibi taşıdığımız otomobillerin, hayatımızı sandığımız kadar kolaylaştırmadıklarını kabul etmemiz gerekiyor. Hangimiz, yoğun şehir trafiğinde sıkışıp kalmışken, arabamızı orada terk edip gitmek istemedik ki? Hayatımıza hareket özgürlüğü getirmesi gereken bu araçlar bizi sayısız kere, ulaşmak istediğimiz yerlerden kilometrelerce uzakta bırakmadılar mı? Metroyla, tramvayla, hatta imkân olsa bisikletimize atlayıp çok kısa sürede gidebileceğimiz bir buluşmaya, sırf sahip olduğumuz “güç” nedeniyle  geç kalmadık mı? O zaman sorumuza geri dönelim: Şehirde, otomobilimiz olmadan bir yaşam mümkün mü? Yoksa otomobil, sandığımız gibi bir ulaşım aracı değil de bir bağımlılık mı?

Şehirde, otomobilsiz!

Bu soru, uzun yıllardan beri dünya genelinde tartışılmakta. 1973-74 yıllarında yaşanan petrol krizi ile birlikte, ülkeler daha az petrol kullanarak günlük hayatı sürdürmenin yollarını düşünmeye başladılar. Fakat bu konudaki ilk organize proje, 1994 yılında, İspanya’da otomobile bağımlılığı azaltma yollarını işleyen uluslararası bir konferansla ortaya kondu. 1994 yılındaki bu ilk “Otomobilsiz Gün”, sürücülere, araba kullanmadan da bir gün geçirebileceklerini göstermeyi amaçlıyordu. Aynı zamanda, politikacılara, şehir planlamacılara ve diğer karar vericilere de önemli bir soru yöneltiyordu: Şehirlerin günbegün daha fazla araç tarafından işgal edilmesini önlemek için ne yapmayı düşünüyorsunuz? Ve bu yılı takip eden her yıl, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika gibi ülkelerde insanlar, seçtikleri bir günü otomobilsiz bir yaşam deneyimi kazanmaya ayırdılar.

22 Eylül, dünya çapında yaklaşık 1500 şehirde 2000 yılından beri her yıl “Dünya Otomobilsiz Kentler Günü” (World Carfree Day) olarak kutlanıyor. Avrupa Komisyonu’nun himayesi altında, çeşitli sivil toplum örgütlerinin, çevreci grupların ve kamu kuruluşlarının desteğiyle organize edilen bu günün ana etkinliği, gün boyunca şehir merkezlerinin otomobillere kapatılması. Yalnızca yayaların, bisikletlerin, toplu taşıma araçlarının kullanımına açılan yollarda; ulaşımın başka şekillerde de mümkün olabileceği gösteriliyor.

Şehir planlamasının otomobilleri değil, insanı temel alan bir yaklaşımla yapılması, alternatif ulaşım şekillerinin geliştirilmesi, “yayalaştırma” stratejileriyle şehirlerde trafiğe kapalı alanlar oluşturulması, bisiklet yollarının yanı sıra kaliteli hizmeti esas alan toplu taşıma sistemlerinin kurulması; “Otomobilsizlik Hareketi” (Carfree Movement)’nin temel amaçları arasında yer alıyor.

Otomobil: kuraklık… savaş… ve baş dönmesi!

Kuşkusuz, uluslararası kuruluşların desteğiyle ve her geçen gün daha çok ülkede daha fazla şehrin katılımıyla büyüyen bu hareketin tek hedefi, trafik derdinden uzak, stressiz bir yaşam değil. Aşağıdaki birkaç istatistiki bilgi, otomobillerinizle nelere “katkıda” bulunduğunuz hakkında biraz fikir verebilir:

  • Motorlu taşıtlar, hava kirliliğinin ve küresel ısınmanın en büyük kaynağını oluşturuyorlar. World Carfree Network internet sitesinde yayımlanan Greenpeace verilerine göre, dünyada fosil yakıt (kömür, petrol ve doğalgaz gibi) tüketiminden kaynaklanan karbondioksit (CO2) emisyonunun yaklaşık olarak %14’ü, motorlu taşıtlardan kaynaklanıyor. CO2, insanların yaydığı ve iklim değişikliğine yol açan sera gazları arasında en önemlisi. Kısacası her gün yollarda yaktığınız fosil yakıtlar yüzünden seller ve kuraklıklar meydana geliyor, Kutuplar eriyor ve her yer giderek daha sıcak oluyor!
  • Yine Greenpeace verilerine göre, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’ne üye ülkelerde, otomobiller karbonmonoksit emisyonunun ana kaynağı; üstelik % 65’i geçen bir oranla. Ee, ne mi olacak? Hemen söyleyelim: Karbonmonoksit, toksik bir madde, hem de en doğrudan zehirleyenlerinden. Önce kanın oksijen taşıma kapasitesini zayıflatıyor; bu da algılama bozukluğuna, reflekslerde yavaşlamaya, baş dönmesi ve sersemliğe yol açıyor. Hani iki ağaç görünce hemen derin nefesler almaya çalışıyorsunuz ya, kendinizi boşuna yormayın. Sizin otomobilinizle dünyaya saldığınız karbonmonoksit, bir süre sonra bünyenizin bu kadar oksijeni almasına zaten izin vermeyecektir.
  • Dünyadaki petrolün üçte biri motorlu taşıtlar tarafından tüketiliyor. Peki, petrol nelere rağmen bulunuyor, biliyor musunuz? Doğal yaşam alanlarının daha fazla yok olmasına, daha fazla hava ve su kirliliğine, büyük oranlarda karbondioksit emisyonuna…Ve hepimizin bildiği üzere, savaşlara.
  • Diğer ulaşım şekillerini yok sayıp, her yere otomobillerimizle gitmemizin doğal bir sonucu: Yollar bize dar geliyor. Yeni yollar istiyoruz, daha geniş, daha çok, kolları her yere uzanan yollar! O yolların nasıl yapıldığını düşünmüyoruz bile. “Bize yol verin, yeter,” diyoruz. Oysa yol inşasında, gereken ham maddenin çıkarılmasından doğal alanların yollara tahsis edilmesine kadar her adımda, dünya üzerindeki ekosistem onarılamaz şekilde zarar görüyor.

Otomobilim olmadan…

Alışkanlıklarınız ve bağımlılıklarınız ne kadar gerçekse, daha kaliteli bir yaşamı hak ettiğiniz de o kadar gerçek. Şehirlerimizin bugüne dek bisikletlilere ya da yayalara göre planlanmamış olması; bundan sonra da aynı şekilde devam etmesini gerektirmez. Çünkü bu konu çok ciddi. Çünkü söz konusu olan şey, yaşam.

Alışkanlıklarınızı değiştirmek bir ilk adım olabilir. “Otomobilsiz Gün”e katılın örneğin. Sadece bir gün, çok değil. Metroya binin, semtinizin sokaklarında bisikletle dolaşın, otobüs, dolmuş kullanın, yolda giderken kitap okuyun, rahat rahat etrafınıza bakın, hayal kurun. Daha fazla yürüyün. Her gün arabayla geçtiğiniz sokaklara “park yeri” gözüyle değil de, yaşadığınız yerler olarak bakın.

Yürümek, koşmak, bisiklete binmek, stres atmak… Nefes almak. Bunlar için bile sokağınızı terk etmeniz ve uzaklara gitmeniz gerekiyorsa… O zaman kimin bu sokaklar? Siz karar verin.

** Bu yazı daha önce Yolculuk dergisinin Eylül 2008 sayısında yayımlanmıştır.

Deniz Yalım Kadıoğlu