Paralel evrenler kuramı, çağdaş kuantum düşüncesinin insan zihnine bir armağanıdır. Öncelikle onu alışılmışın dışında çalıştırmakta, daha sonra da insan aklının, zihninin, zekâsının, kısaca düşüncesinin sınırlarını zorlayarak yepyeni çözümlemelere ulaşmasını, ardından da olasılıklarla uğraşmasını sağlamaktadır.

Paralel evren, görülebilir gözlemlenebilir fiziksel evrenin ötesinde bir başka boyutta başka evren veya evrenlerin de olabilirliğine dair paradokstur. Bir başka anlatımla, nasıl 14 milyar yıl önceki Büyük Patlama ile bizim evrenimiz oluşmaya başladıysa, boşlukta meydana gelen kuantum dalgalanmalarla başka evrenlerin de oluşmuş ve oluşmakta olabileceği düşüncesidir. Bu ve benzeri paradokslar eskiden sadece birer fantezi kabul edilirken, bugün en azından tartışılabilir durumdadır. Mesele üç boyutun ötesinin var olup olmamasıdır. Matematikçiler kavramsal olarak tanımlıyorlar da geriye kalanlarımız ne yapabilir?

Einstein-Rosen Köprüleri

Sürekli iki veya üç boyutlu düşünmeye alıştırılmış beynin durup dururken dördüncü boyutu düşünebilmesi ve kabullenebilmesi oldukça zordur. Einstein da başlangıç olarak üç boyutlu uzayın dördüncü bir boyuta daha uzandığından ve paralel evrenlerin birbirlerine köprülerle (Einstein-Rosen köprüsü) bağlanabildiğinden söz etmişti. Paralel ya da alternatif evrenlerin aynı uzayda, ancak dördüncü bir boyutta mevcut olup diğer evrenlerle karadelikler aracılığıyla bağlanabileceği öngörülmüştü. Arada da zaman duvarı vardı. Ancak bu köprüler kullanılabildiğinde evrenin çok uzak noktalarına kısa sürede ulaşmak mümkün olabilecekti.

İçinde bulunduğumuz evrene dördüncü boyuttan bağlantılar demek olan Einstein-Rosen köprüleri veya tünelleri, sonsuza kadar uzanmazlar; ancak başka bir boyuta ve evrene geçişin yolu ve aynı zamanda ilişki ya da geçiş oluşturdukları her iki evrenin de parçalarıdırlar. Sorun karadeliklerin muazzam ve dayanılmaz çekimgücünden kaynaklanmakta, bu da fizik bedenler veya ne denli güçlendirilmiş olursa olsun bilinen ya da tasavvur edilebilen uzay araçlarıyla yapılması düşünülen bir yolculuğu bugün için imkansız hâle getirmektedir. Karadeliklerin uzayın bilinen standart yapısını, geometrisini bozup zamanın akışını da saptırıp bükerek değiştirdiği son derece açıktır.
Einstein kuramları paralel evrenlerin ‘mümkün olabileceği’ni öngörmekle birlikte, klasik-materyalist düşünürler bunu ‘mümkün görmemekte’, diğer bir kısım kuantum düşünürleri ise mutlaka ‘olması gerektiği’ni ileri sürmektedirler. Onlara göre sorun, üç boyutlu düşünen insan beyninin böylesi bir kavramsal tasarımlamaya uygun ya da hazır olmamasından kaynaklanmaktadır.

Steinhardt-Turok Modeli

Çok sayıdaki evren kuramlarından son yıllarda en fazla taraftar bulanı ‘Steinhardt-Turok modeli’ olup bu kurama göre evren birbirini sürekli izleyen sonsuz sayıda ve sıralı olarak ‘genişleme’ (şişme) ve ‘büzüşme’ evrelerini yaşamaktadır. Böyle olunca zaten zamanın başlangıcı da sonu da anlamını yitiriyor, çünkü onlara gerek kalmıyor. Kaldı ki ‘başlangıçta ne vardı’ sorusu da gereksiz olduğundan, artık ‘sorulamaz’ hâle geliyor. Döngülerdeki ardışıklık esnasında oluşan entropiler (düzensizlikler), her sonraki evrensel oluşumda varoluş, aslî ve diğer yan unsurları gibi, bilinmeyen madde türlerinin de kaçınılmaz biçimde yenilenmesini sağlamaktadır.

Steinhardt’ın Teorisi

Evrendeki genişleme tezi son yıllardaki gözlemlerle zaten doğrulanmaktadır. Bu periyottaki geri dönüşümünse ne zaman başlayacağı henüz kestirilemiyor Sadece ana varoluş döneminin başlangıcından bugüne 14 – 14,5 milyar yıl geçmiş olduğu tahmin edilebiliyor; hepsi bu. Kuantum mekaniğine ve ‘sicim kuramı’na uygun olan Steinhardt’ın teorisi, bir bakıma sürekli oluşumu da evrenin kendisini durmaksızın yenilemesini de büyük ölçüde açıklayabiliyor. Ama nasıl ve nereden bakarsanız bakınız, büyük patlama sonsuz uzayın her neresinde meydana gelmiş olursa olsun, onun yanında-yöresinde veya ötesinde bir başka şeyler de vardır veya “olmuş – olmakta – olacak”tır.
‘Sıralı seyir’ ya da ‘ardışık varoluş’ esasına göre değerlendirirsek, paralel evrenlerden bir türü, bir önce bulunduğumuz yani ‘geldiğimiz’ yer; diğeri ‘şimdiki dünya’; bir sonraki ise bundan sonra ‘gideceğimiz yer’dir. Ama paralel evrenler bunlar değildir. O nedenledir ki tanımlanmaya çalışılan paralel evrenlerle karıştırmamak için, bize göre bunları ‘ardışık evrenler’ biçiminde adlandırmak daha doğru olacaktır. Bu evrenlerdeki yaşamlarımız her defasında fiziksel, mental ve diğer bedenlerin yeniden oluşumlarıyla veya vücut bulmalarıyla, yani reenkarnasyonlarla hiç durmaksızın sürüp gidecektir.

Mistik Açıdan…

Oysaki bir de yaşadığımız âna göre varolan, ya da varolmakta olup da bizlerin farkedemediği, gerçekte kastedilen paralel evrenler söz konusudur. Kendisini yeterince geliştirebilmiş ya da belirli bir amaç için görevlendirilmiş olan çok ama çok az sayıdakiler de aynı anda bunların birden fazlasında bulunabilirler. O bakımdan geçmişe bakıp da, açıkça söylenmiş hattâ bazı kutsal kitaplara da girmiş olan “ben, filancadan önce de vardım” ve benzeri sözlerin hem ardışık evrenler söz konusu edildiğinde, hem de kuantum düşüncenin ışığında paralel evrenler konusu kısmen anlaşılabildiğinde, söylenilebilir olması da, anlaşılması da, açıklanabilmesi de mümkün olabiliyor. Tabii nasıl ki ardışık evrenler ancak biz onları farkedebildiğimizde var olabiliyorlarsa ve farkındalığımızdaki ya da yoldaki, idraktaki eksiğimizi, ancak bilmeksizin ya da algılamaksızın, ısmarlama inanç demek olan ‘iman etmek’le yapay biçimde giderebiliyorsak; aynı şekilde gerçek anlamdaki paralel evrenlerde varolduğumuzu deneyimleyebildiğimizde onlar vardır, edemiyorsak (bizim için) yokturlar. Kaldı ki paralel evrenler, ancak doğrusal dünya zamanının söz konusu olmadığı, daha doğrusu zamanın bulunmadığı kendi ortamlarında söz konusu edilebilir. Onların anlaşılabilmesi, burada iken yanılarak sarfettiğimiz ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ kadar ‘bu-şu-o’ kavramlarının da ‘zaman’la birlikte ‘bükülüp başkalaşması’ ve burada iken sahip olabildiğimiz sınırlı ve dolayısıyla yetersiz algılarımızla anlaşılabilmesi mümkün olmayan çok daha farklı bir anlayış ve idrake sahip olmamızla mümkün olabilecektir. Uzakdoğu inançlarındaki ‘boşluk’ ya da belki biraz daha nihilistçe bir tanımlamayla ‘yokluk’ işte bu demektir. Zaten, yine eski metinlere göre, herşey boşluktan gelir ve yine boşluğa dönecektir. Ama kuantum düşünce bize, evrende adına boşluk denebilecek öylesine ‘gereksiz’ bir yerin varolmadığını ya da varolamayacağını anlatmak ister gibidir. Bizler de haksız sayılmayız ki; bu duyularımız, bu algılarımız ve bu aklımızla bizler onları ‘boşluk gibi’ görebiliyor veya sözde-öyle gözlemleyebiliyoruz. Yani Russell, tanrının varlığı konusunda, ileride bir gün sorguya çekilirse; “O zaman ben de ‘Ne yapayım, yeterli kanıt yoktu ki’ derim” derken hiç de haksız ya da günahkâr gibi görünmüyordu.

Everett’ın Çoklu Evrenler Kuramı

Bu konunun önemli teorisyenlerinden Everett’in çoklu evrenler kuramındaki farklılıkları basitçe şöyle açıklayabiliriz:
a. Evren, kuantum düzeyinde ne kadar alternatif kuantum bölünme
olasılığı varsa o kadar seçim yapabilir.
b. Her evrendeki gözlemci, aslında eşi ve benzeri olmayan, çünkü oluşumu
da koşulları da farklı olan özgün bir evrende yaşar. O koşullara ‘göre’ yaşadığı için de, varolsa dahi koşulları farklı olan diğer evrenlerle yeterli iletişimi kuramaz.
c. Evren (ve tabii ki tüm diğer evrenler de) her an kuantum alternatiflerle
karşı karşıya ve onlarla iç içedir. O halde her bir evrendeki kuantum oluşumlar
da, kendine özgü kabul edilen koşullar nedeniyle durmaksızın değişebilecektir. Ama biz mi onların gölgesiyiz onlar mı bizim, bunu kestirebilmek zor. Belki de “hem o, hem de o”dur ve öyle olduğu için ‘her şey iç içe’ de olabilir. Zaten bir kez varoldularsa birbirleriyle iletişim ya da etkileşim içinde olmamaları mümkün değildir.

“M Teorisi” ya da “Herşeyin Teorisi”

Stephen Hawking’in “Kütle Çekiminin Kuantum Teorisi”ni geliştirirken varmış olduğu ‘Evrende On bir Boyut’ olduğuna dair sonuç, bilim çevrelerinde hayli ses getirmiş ve ciddi heyecan uyandırmıştı. Ona göre, bilinebilen dört boyutun (uzunluk, genişlik, yükseklik ve zaman) dışında kalan yedi boyut yumak halinde ve sicimlere sarılı olarak evrenin her noktasında mevcuttur. Buna “M Teorisi” ya da “Herşeyin Teorisi” denilmektedir. Biz de bugüne kadar hep dördüncü boyuttan sonra, başka boyutların da olması gerektiğini söyleyip durduk. Çünkü aksi halde ‘sonsuzluk’ kavramı dördüncü boyutta takılıp kalıyordu ve doğrusal olmayan uzay-zamanı dahi sonsuzluğun kısmen anlaşılabilirliği ya da tasavvuru için yeterli olmuyordu.

Daha yüksek bir boyuta ait bilgilerin göreceli olarak daha düşük boyuttaki oluşumda gözlemlenebilir veya kısmen algılanabilir hâle gelebilmesi için önce o boyutta çözümlenebilecek durumda, yani kodu açılabilecek düzeyde olması gerekiyor; tabii kod açıcının da aynı düzeyde gelişmiş olması. Aksi halde bilinemiyor, ya da farkedilemiyor. Ancak bu sayede daha yüksek boyutlu bir evrenin oluşumu ya da üretimi olan nesneler, olaylar, şeyler üç boyutlu dünyamızda ‘anlaşılabiliyor’ veya ‘gerçekleşmiş’ kabul edilebiliyor. Bir başka göz veya akıl, bu duruma ‘paralel bir dünyadan gelen yansıma’ adını verirse, bu durumda buna da karşı çıkmamak gerekiyor. İşte fizikle metafiziğin, ya da üçü de aynı kaynaktan gelen “zaman + uzay + maddenin tekilliği” kavramı da bu algılayışı hem kolaylaştırmakta hem de yönlendirmektedir. Kaldı ki vahdet-i vücûd’un bir bakıma çağdaş denilebilecek kozmolojik izahına da böylelikle adım atmış oluyoruz.
Sözün Özü…

Sonuçta paralel evren(ler) düşüncesi (alternatif ve ardışık evrenler, köpük evrenler ve çoklu evren kuramları dahil), kimilerine göre sadece felsefî bir kavram; kimilerine göreyse kendi dinsel dünyalarının en önemli figürü olan ‘ebedî âlem’e inancı güçlendirmek ve bu düşünceye basitçe, ama yine ‘bilmeden’ çanak tutmaktır. Gerçekteyse, bir adım daha atıldığında, evrende hiçbir şeyin ‘ebedî olmadığı’ ve olamayacağı; yani gidileceği varsayılan âlemin de ebedî ve durağan olmadığı ve o durağın da son durak olmayacağı anlayışına erişilmiş olunuyor ki, bu da yine klasik dinlerin sonunun geldiğini, sığınmaya veya kanıt bulmaya çalıştıkları yeni felsefelerin de kendilerini aynı şekilde yadsımakta hattâ reddetmekte oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Bu durumda sizce de Buda-Tao-Zen-Sufî geleneğinin farklılığı ve zenginliği bir kez daha ortaya çıkmış olmuyor mu?
Herşeye rağmen, kendi evrenimizi anlayamadığımız sürece paralel evrenlere dair kuramların doğruya yakın biçimde anlaşılabilmesi mümkün olamayacaktır. İçinde bulunduğumuz fiziksel evrende bugün için tahmin edilebilir 200 milyar galaksiden söz ediliyor. Peki sonrası, hatta öncesi…? O nedenle paralel evrenler ve benzeri kuramların, daha uzunca bir süre kuram olarak kalacağı, belki zamanla çeşitlenip geliştirileceği; fantezilerle süslenip içine bilip bilmeden bolca metafizik ve mistisizm karıştırılacağı ve her şeye rağmen bundan sonra da insan zihnini durmaksızın meşgul edeceği anlaşılıyor. Umarız bütün bunlar insanın ‘kendini bilme’ gibi çok daha gerekli olan çabasını askıya almasına, insan olarak şimdiki ân’a dair sorumluluklarının idrakine (tüm canlılara saygı, doğayı koruma… gibi) engel teşkil etmez.

A. Kerim Soley