Oldum olası “Bilim-Kurgu” yu çok severim.

“Neden seviyorum?”

Aslında bunlar Bilim-Kurgu falan değil de ondan galiba… Kurgularımız bilimi oluşturuyor.

Bilimkurgu denilen meret, insanoğlunun bilimsel hayalleri ve hepsi de zaman içinde gerçek oluyor. Hayal et, gerçekleşsin. İnsan aklının hayal edip gerçekleştiremeyeceği bir şey yok. Yarım asırlık ömrümde gördüğüm bu… Bir de ruhsal kabızlığımız olmasa…

“Uzay yolu” dizileri ile başladı bilimkurguya olan merakım, “Uzay 1999” ile devam etti. O zamanlar her iki dizide de önüne gelince açılır, kapanır kapılar vardı. Gün geldi bunlar gerçek oldu. Açılır kapanır kapılar ilk İstanbul’daki büyük otellerde gözüktü, önlerinde duran palabıyıklı, üniformalı teşrifatçıların eşliğinde… Şimdilerde ise açılıp kapanan kapılar her yerde…

Ellerindeki kablosuz cihazlarla uzun mesafeli görüşmeler yaparlardı Kaptan Kirk ve Mr.Spock… Gün geldi onlarda gerçek oldu. Şimdilerde herkesin elinde bu cihazdan var, sürekli kullanılıyor, aşırı kullanım sonucu kulakları büyüyenler, beyinleri kuruyanlar olduğu gibi sürekli mesajlaşan gençlerde de parmaklar kas ve nasır yaptı. Yeni kızlara bakıyorum o ince narin parmakların yerini dolma gibi parmaklar almaya başladı. Evet, kablosuz her tarafa taşıyabildiğimiz, uzun mesafelere anında erişebildiğimiz cep telefonları da artık her yerde…

Eskiden ne vardı? Kablolu, çevirmeli telefonlar… Ev telefonumuzun kablosuna ilaveler yapardık ki koca kara kutuyu salondan alalım, odamıza kadar götürüp sevgilimizle rahatça görüşebilelim. Numara çevirmek bile dertti, parmağını sok, çevir, bırak geri dönmesini bekle, numara tamamlanıncaya kadar aynı şekilde devam et… Bu da çok uzun bir işti ama parmakları geliştirip dolma gibi yapmazdı.

Onlar dizilerde zaman zaman ekrana yazarak, çoğunlukla da görüntülü konuşurlardı, biz ise o zamanlar mektup gönderirdik birbirimize, PTT yazdığın mektubu alır bir başka şehire yaklaşık 10-15 günde (!) götürür teslim ederdi. Yurtdışına gönderiyorsan yazdıklarını, bu süre iki katına çıkardı neredeyse… Şimdi ise hepimiz elektronik posta kullanıyoruz ve mektup denen nesne unutuldu ve onun taşıyıcısı PTT, şekil değiştirmeye çalışıyor ama neredeyse hakkın rahmetine kavuşmak üzere… Posta hala kullanılıyor ama genellikle fatura göndermede falan… Ulaşım süresi ise pek değişmedi biraz kısalmasına rağmen hala salyangoz kıvamında… Halbuki bağlan internete yaz mektubunu, bas gönder, saniyeler içinde, mektubun sahibinin elinde…

Robotlar vardı sonra o dizilerde ve filmlerde… Şimdi de sıklıkla görüyoruz o robotları orada burada… Şimdilik sadece evi temizleyen robotlar, kahve taşıyıp ikram eden robotlar, yemek yapan robotlar veya sanayide çalışan robotlar mevcut… İlerde neler olur bilinmez ama tahmin edilebilir. Gerçek insan görünüşünde, dediğini anlayan, her istediğini yapan, duygu sahibi ama ruhsuz olacağı kesin robotlar kapımızda… Şu anda insanoğlu kendi yarattığı metal yığınları ile yükünü yavaş yavaş azaltıyor ama azalttıkça da şişmanlıyor ve iş bulamaz hale geliyor.

Uzay gemilerinde, bütün odalarda büyük ekranlar görürdük ve adamlar onların üzerlerine bir şeyler yazar, devasa gemileri onun üzerinden yönetir, dilleri birbirine çevirir, görüntülü haberleşirlerdi. Onlarda şimdilerde gerçek olmadı mı? Oldu… Şimdi her evde, elini sallasan birçok ekran eline, gözüne çarpıyor. Bilgisayar ekranı, TV ekranı, telefon ekranı… Ve hatta buzdolapları, çamaşır makineleri, bulaşık makineleri bile artık ekranlı… Koca koca tüplü, ağır ekranların yerini neredeyse duvar çerçevesi inceliğinde ekranlar almaya başladı, tüp tarih oldu. Tabii tüpü biten ve ıskartaya çıkan televizyonlar da tarih oldu. Şimdiki televizyonlar tüpü bitmekten değil LCD, HD, LED, 3D, daha büyük ekran, Daha yüksek çözünüriük, Wireless, USB, Smart TV gibi nedenlerle, bozulmadan çalışır vaziyette ıskarta oluyor.

Büyük ekranların ardından Apple ‘ın öncülüğünde bir zamanlar bilimkurgu dizi ve filmlerinde gördüğümüz parmakla dokunularak yönetilen ekranlarda piyasaya girdi. Ve artık günümüzde “dokunmatik” ekranlar moda… Dokunuyorsun arıyor, dokunuyorsun sayfayı çeviriyor, dokunuyorsun program açılıyor, dokunuyorsun kuş tutuyor ya da baş ve işaret parmağını birbirinden uzaklaştırdığın kadar resimler, sayfalar büyüyor. Eh tabii dokunmatik ekranlı kağıt kalınlığında TV’ler de yakında kapımızda…

O zamanlar filmlerde adamların ellerinde laser tabancalar vardı, bazen bayıltmaya ayarlarlar, bazen dondurmaya bazen de karşıdaki adamı toz etmeye… Biz şimdilerde “laser”i yaptığımız sunumlarda beyazperde üzerinde, nokta halinde vurgulamak ve takip edilmesini istediğimiz yerde kullanıyoruz. En çok da kedileri ve köpekleri çıldırtıp, onları oynatma da kullanıyoruz. Haa biraz daha ilerisine bakarsak bıçaksız ameliyatlarda da kullanılıyor artık laser… Mutlaka öldürücü olarak da birileri(!) kullanıyordur ama ya hala deneme aşamasında ya da kullanıldığında haberimiz yok galiba…

Yine bir başka kurgu teknoloji de belirlenen ve tespit edilen koordinatlara mal ve insan transferiydi. Zamanımızda molekülleri ayrıştırıp yine başka bir mekanda o molekülleri bir araya getiremiyor, mal ve insan transferini “ki ona ışınlama diyorlardı” gerçekleştiremiyorsak da artık GPS aletleri vasıtasıyla koordinatları belirleyebiliyor ve biraz vakit alsa da kendimizi araba denilen nesne ile o noktaya ulaştırabiliyoruz ve yine 1-2 yıl önce okuduğum bir bilimsel makale de diyordu ki ;

“Işığı bir odadan başka bir odaya ışınladık”

O filmlerde, insanlar küçük bir alet aracılığı ile bilmedikleri bir uzay dilini konuşabiliyorlardı. Şimdilerde ise o küçük aletlerden bizde de var gerçi konuştuklarımızı henüz o dile çeviremese de kelime bazında 15-20 dile çevirip telaffuzu ile o kelimenin sesini karşımızdakine duyurabiliyoruz. Cümle bazında çeviriler ve konuştuğumuz şeylerin çoğunu ekrana yazabilen programlar da büyük bir aşama kaydetmiş durumda ama hala yetersiz

Yine o dizilerde o devasa uzay gemileri galaksiler arası yolculuklar yapar, atılgan yıldız gemisinin binlerce mürettebatını oraya buraya taşırdı. O gemiler ki ışık hızını aşarak, karadeliklere dalar ve karadeliğin öbür ağzından çıkarak solucan delikleri diye adlandırılan bu yollardan bir başka alt uzaya geçebilirlerdi. Yani yer ve zamanı alt etmişti adamlar… Bize bakarsak bugün binlerce insanı taşımasalar da uzay gemilerine sahibiz, zaman problemini hala alt edemediğimiz, karadeliklere balıklama dalamadığımız, solucan deliklerini kullanamadığımız için ancak yakın mesafelere birkaç insanı, uzak mesafelere “ki sadece kendi sistemimiz ve galaksimiz içinde” insansız araçlarımızı ulaştırabiliyoruz.

O günlerden bugüne gerçekleşmeyen ya da gerçekleştirilemeyen bir tek şey var ve bu konuda hiçbir aşama da kaydedilemedi.

O ne biliyor musunuz?

İki cins karşı karşıya oturup işaret parmaklarını birbirine değdirerek, duygusal bağlantıyı hala sağlayamadı ve hala seks bilinen metotlar ile yapılmaya devam ediyor. Daha henüz bu şekilde bir bağlantı ile çocuk yapmayı da beceremedik. Bırakın bunu becerebilmeyi hala iki cins karşılıklı oturup konuşarak bile bir bağlantı kuramıyor, anlaşamıyoruz.

Demek ki kurgularla bilimi oluşturabiliyoruz ama ruhsal anlamda hala çok geri ve kabız bir ırkız. Ruhsal alanı kullanabildiğimiz, duyguların esiri olmadığımız gün geldiğinde inanıyorum ki bilimkurgu filmleri yapmaya bu kurgularla bilimi oluşturmaya falan da ihtiyacımız kalmayacak, her düşündüğümüz anında kendiliğinden gerçekleşecek. Zaman ve mekan ağırlığından da kabızlıktan da böylece kurtulmuş olacağız.

Reha Ersavcı