Bir ÖSS’yi daha geride bıraktığımız şu günlerde gazetelere ve televizyondaki ilgili programlara “hangi mesleği seçeceğime karar veremiyorum” konulu mektupların ve telefonların gelmesi uzun süredir kafamı kurcalayan bir konuyu yeniden şahsi gündemime getirdi. Elbette bunda, geçen sene psikoloji okumaya karar verdiğimi duyan dayımın beni ziraat mühendisi olma konusunda ikna etmek için gösterdiği sınırsız çabanın da katkısını belirtmeden geçmemek gerek. Dayımın kötü bir niyeti olmadığını, tamamen benim çıkarlarımı gözeterek böyle bir çabaya girdiğinin bilincindeyim elbette. Ama anlayamadığım şey neden bir çeşit mühendis olmanın beşeri bilimlerden (Psikoloji, Sosyoloji, Felsefe ve Tarih) daha avantajlı hatta açık açık konuşacak olursak daha karizmatik ve takdire şayan göründüğü…

 

Kimse Türkiye’de üniversitelerde okutulan disiplinler arasında yüklenen değer bakımından bir hiyerarşi olduğunu inkar edemez. Tıp okumak, dişhekimliği ya da veterinerlik okumaktan daha “vay anasını” bir şeydir. Mühendislikler arasında havacılık ve elektronik sürekli çekişme halindedir. Bilgisayar mühendisliği de bu çekişmeye girmiştir son dönemde. ve bu 3 silahşör, maden ya da makine gibi mühendislikleri küçümser. İktisadi ve İdari Bilimler fakültesinde ise başı her zaman İşletme çeker. İşletmeciler, iktisatçılara ve kamuculara (kamu yönetimi) yukarıdan bakarlar, ama iktisatçılar her zaman kendilerinin asıl işi yapan olduğunu bilir ve bu küçümsemeyi terse çevirirler. Çift taraflı bir küçümsemedir bu yani. Bir de psikoloji, sosyoloji, tarih “gibi” dalların öğrencileri vardır. Bunlar hem tıp fakültesi, hem mühendislik fakültesi, hem de iktisadi ve idari bilimler fakültesi tarafından ezilmeye mahkum bir hayat sürerler. Ama onlar da çıkışı eğitim fakültesini (ve kimi zaman iletişim fakültesini) ezmekte bulur. Eğitim fakültesi öğrencileri ise ön-lisans öğrencilerine aynı bakış açısını geliştirmişlerdir. Ve bu döngü böyle sürer gider…

Şimdi kimse bana kızmasın ya da alınmasın. Ben, hiçbir şekilde, doğrusu zaten budur demiyorum. Bu, üniversite gibi ülkemizin çok ufak bir yüzdesinin erişme şansı bulduğu bir eğitim alanında maalesef vuku bulmuş olan bir gerçek. Zenginlerin fakirleri, Amerika’nın 3. dünya ülkelerini, üstlerin asları, son sınıfların hazırlık öğrencisi “çöm”leri ezmesi kadar gerçek hem de.

Peki neden? Neden böyle bir şey var?

Ben, mevcut bilgim dahilinde, bu konunun kökenleriyle ilgili bir şey söyleyemiyorum. Bu, bir bilim tarihçisinin ya da bir sosyologun kapsamlı çalışması dahilinde açıklanabilecek bir konu. Fakat bu disiplinler arası hiyerarşi kompleksiyle ilgili söyleyebileceğim ve belki bir muhtemel neden olarak öne sürebileceğim şeyler var.

Kendi fakültem yani Fen-Edebiyat Fakültesi adına konuşacak olursam olayı haddinden fazla detaylandırmam gerekecektir. Zira bu fakülte psikoloji, sosyoloji, tarih, felsefe gibi “sözel” dalların yanı sıra fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi temel bilimleri de içermektedir. Bir fizik öğrencisinin bu hiyerarşi içindeki sorunlarını dile getirebilecek kadar işin içinde olmadığımı itiraf etmekle beraber söyleyebilirim ki fizik, kimya ya da matematik öğrencilerinin temel sorunu genel olarak okudukları dalların bir iş alanı olmamasından dolayı küçümsenmesi. Her ne kadar bir fizik mezunu her zaman zekasından ve başarısıyla alakalı olarak takdir edilse de “bir işe yaramadığı” gerekçesiyle fazla ciddiye alınmıyor.

Öte yandan, Fen-Edebiyat fakültesinin daha “edebiyat”ımsı tarafına yani psikoloji, sosyoloji gibi dallara bakacak olursak burada çok ciddi bir kompleks problemiyle karşılaştığımızı söylemek zorundayım. Şimdi sanıyorum ki bunu okuyan psikologlar ya da sosyologlar ya da tarihçiler (uzar gider bu) çok sinirleneceklerdir. Lütfen sinirlenmesinler. Zira ben de burada bir psikoloji öğrencisi olarak söz alıyorum ve kendi dalımla ilgili söylenen olumsuz şeyler beni de sinirlendiriyor, ama bazı şeyleri de görmek gerek diye düşünüyorum.

Bana göre beşeri bilimlerin aşağı görülmesinin temeli kendilerini aşağı görmelerinden kaynaklanıyor. Sorsanız, hiçbir beşeri bilimler öğrencisi ya da mezunu “benim alanım gereksiz ya da işe yaramaz” demez, ki değildir zaten. Fakat beşeri bilimler, bunu bile bile, kendilerinin de bir “bilim” olduğunu ispatlama çabasında fazla boğuluyorlar. Bu da, onların saygınlığını yitirmelerine yol açıyor kanımca.

Sanırım durumu yeterince iyi ifade edemiyorum.

Beşeri yani insani bilimler hiçbir zaman fiziğin ya da biyolojinin kulvarında olamaz. Çünkü fizik, biyoloji, kimya gibi temel bilimlerin uğraştığı şey doğadır ve doğanın kanunları genel geçerdir. İspatlanması ya da reddedilmesi daha kesin ve nettir. Fakat beşeri bilimler adı üstünde insanla ilgili durumlarla uğraşır ve insan için genel geçer bir kanun belirtmek neredeyse imkânsızdır. Her insan üzülür diyebilirsiniz, fakat bunu bir kanun olarak ortaya koyamazsınız. Üzülmek, insanın temel duygularından biridir diyebilirsiniz belki. İşte beşeri bilimler bunu kabullenmekten ziyade kendilerini temel bilimler arasına koyabilmek için öyle büyük bir savaş veriyorlar ki bu, tahminimce, onları diğer disiplinlerin gözünde biraz komik bir pozisyona sokuyor. Ben bir fizik öğrencisine “hayır işte, psikolojide bir bilim, tüm bulgular tamamen deneysel ve istatistiksel analizlerle sunuluyor” gibi şeyler söylediğimde bana gülüp “tabii tabii” diyor. Durumu izah edemediğim gibi bir de ciddiye alınmamış ve hatta dalga geçilmiş pozisyona düşünüyorum.

Neden psikolojinin bir bilim olarak nitelendirilmesi camia olarak bu kadar önemli bizim için?

Bunun nedeni, şimdi apayrı bir konuya atlayacağım fakat söylemek lazım, bilimin günümüzün “yeni din”i olması. Yani ortaçağda Hıristiyanlık daha doğrusu kilise neyse, günümüzde de bilim o. Bilim ne derse doğrudur. Bilimsel olmayan şeyler değersizdir. Kadın programlarında bile köşeye bir psikiyatristin konu mankeni olarak oturtulmasından bahsediyorum. Aynı konseptteki programlar yüzünden namus cinayetleri işlenmiş olsa bile orda oturan bir uzman yani “bilim” adamı, programın gerekliliğini ve güvenilirliğini meşru kılmış oluyor.

Böyle bir ortamda -felsefe bünyesinde var olduğu dönemleri de sayarsak- binlerce yıllık geçmişi olan beşeri bilimler küçük çocuk gibi “ben de bilimim” diye ağlayarak saygı görmeye, dikkate alınmaya çalışıyorlar.

Bu bilimselliği ispatlama çabası da, ne yazık ki, bu tür dalların ilerlemesinin çok çok yavaşlamasına neden oluyor. Freud, Adler, Jung gibi psikolojinin en büyük isimleri dediğimiz kişilerin teorilerini hangi psikoloji kitabını açsanız görürsünüz. Ama bu insanların teorilerinin hiçbir deneysel ya da istatistiksel dayanağı yoktur. Freud, örneğin, insanda bilinç-bilinçaltı-bilinçdışı diye 3 temel kavramdan bahsetmiştir. Davranışların ID ve süperego arasındaki çatışmalardan doğduğuna dair fikirler ortaya atmıştır. Freud günümüzde yaşasa ona şöyle denirdi; bu bilinçaltı beynin tam olarak hangi bölgesinde? Medulla? Cerebellum? Hangisi? Eğer bunu varolan teknolojik beyin ölçme teknikleriyle ispatlayamazsan sen bir hiçsin.

Bu durumda şu an azalmış da olsa hala devam eden psikanalitik terapi yöntemi olamazdı. (ki bu yöntemlerin azalmış olmasının temel sebeplerinden biri de çok uzun yıllar almaları ve hasta açısından çok maliyetli olmalarıdır).

Diyeceğim o ki şu an üniversitelerde eğitimi verilen her dal açıkçası kendi önüne bakmalı ve sağa sola sataşmayı, kendini diğerleriyle kıyaslamayı bırakmalıdır. Bilimler ya da alanlar birbirlerinden destek alacaklarına birbirlerine çelme takmaya çalışmaya devam ederlerse hiçbir yere varabileceğimizi sanmıyorum. Bir işletme öğrencisinin, örneğin, beni aşağılamasına hiç gerek yok. Çünkü yarın bir gün iş başvurusu yaptığında insan kaynakları bölümünde çalışan bir psikoloji mezunu ile yapacak mülakatını. Ve işi alıp almaması o küçümsediği psikoloji öğrencisine bağlı olacak. Ve benim de, örneğin, bir eğitim fakültesi öğrencisini ezmeme hiç gerek yok. Çünkü çocuğum büyüdüğünde onun görev aldığı bir okula gidecek. Ve çocuğumun alacağı eğitim büyük oranda onun ellerinde olacak. Bir Rehberlik ve Psikolojik danışmanlık mezunu benim göremediğim zamanlarda çocuğumu gözlemleyecek okulda. Belki haberdar edecek beni olası bir problemden.

Uzun lafın kısası, belki biraz hepimiz kardeşiz klişesi olacak ama, üniversite öğrencileri ve mezunları kendilerini aydın kesimin bir parçası olarak görmeli ve hem kişisel, hem de toplumsal çıkarlar için diğer dallara saygı gösterip onlardan destek almaya çalışmalıdır. Aynı Şirinler adlı çizgi filmde olduğu gibi. Şirinler’de her bireyin bir uzmanlığı vardır. Sporcu şirin, müzisyen şirini küçümsemez- çaldıkları kulak tırmalasa bile. Çocuklara bir şeyler anlatabilmek için hazırlanmış bu sevimli çizgi filmden belki bizlerin çıkarması gereken çok daha önemli bir ders vardır, haksız mıyım

E. B.