Atatürk ve sanat ilişkisini daha iyi değerlendirebilmemiz için, önderin yaşamından, konuyla ilgili anekdotların anımsanmasında yarar var…
Bunlardan ilki Mustafa Kemal’in Sofya’da Bulgar Ulusal Operası’nda Carmen’i izlemesidir.
Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Sofya ataşemiliteri olarak görevlidir.
Davetli olduğu Carmen’in galasında, zaman zaman durgunlaşarak yapıtı izlemiş ve operanın bitiminde, perdenin en az yirmi kez açılıp kapanmasını, sahneye çiçekler taşınmasını, izleyicinin coşkun alkışlarını, artistlerin sevincini hayranlıkla gözlemlemiştir. Ancak, yüzündeki burukluğun ayırtına varan Varna Türk Milletvekili Şakir Zümre’ye eğilip şunları söylemekten de geri durmamıştır:
“Balkan Savaşı’nda yenik düşmemizin nedenini şimdi daha iyi anlıyorum. Ben Bulgarları çiftçi halk olarak biliyordum. Oysa adamların operaları bile var… Sanatçıları, müzisyenleri, dekoratörleri, hepsi var. Hepsi de eğitimli… Şu opera binalarına bak!”
Kokteyl sonrası Mustafa Kemal ve Şakir Zümre Splendid Palas’a gidiyorlar. Yol boyunca hiç konuşmuyor Mustafa Kemal… Durgunluğu sürüyor.. Ve odalarına çekiliyorlar…
Aradan birkaç dakika geçiyor geçmiyor Şakir Zümre odasının kapısında Mustafa Kemal’i görüyor…
“Uyku tutmadı, biraz konuşalım diye geldim” diyor Gazi heyecanlı bir görünümle…
“Ne kadar müthiş bir olaydı..” diye ekliyor… “Çok sesli müzik, çağın gereğidir… Bulgarlar bunu başarmış..Bizim ülkemizde de operaya kavuşacağımız günleri görebilecek miyiz acaba?”

 

Son devrin hat üstatlarından Macit Ayral’ın başından geçen olay da beni derinden etkiledi. Bu olayı Ocak l988’de yayımlanan Atatürk Kültür Merkezi Dergisi’nin l0 uncu sayısından aktaralım:

“Çanakkale Savaşları’nın sürdüğü günlerde Macit Ayral Çanakkale’de asker olarak bulunmaktadır. Savaş derince kazılmış çukurlarda sürerken Macit Ayral sıtmaya yakalanır.
Sıtma nöbetinin gelmediği zamanlarda güzel yazı örnekleri hazırlamakta ve bunları da moral olsun diye siperlerin duvarlarına asmaktadır üstat… Mustafa Kemal bir gün siperleri gezerken bu güzel yazı örneklerini görür ve “Bunları yazan kimdir?” diye sorar. Macit Ayral bir adım öne çıkarak
“Ben…” der.
Mustafa Kemal hemen yanındakilere dönerek aynen şöyle söyler:
“Bunların hepsi de sanat eseri… Ülkeler böyle sanatçıları kolay yetiştiremez… Böyle bir sanatçının burada ne işi var? Kendisini yarın terhis edip memleketine göndereceksiniz…
O eller silah değil kalem tutarsa daha yararlı olur ülkemiz için…”

* * *

14 Ekim 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda
öğrencilerin “Hayatta müzik gerekli midir?’’ sorusuna verdiği ironik yanıt, sanatla ilişkisi bağlamında çok iyi bir örnektir:
“Hayatta müzik gerekli değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzikle ilgisi olmayan mahlukat insan değildir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise, müzik behemehal vardır. Müziksiz hayat zaten mevcut olamaz.”

Mustafa Kemal’in Muhsin Ertuğrul’la ilgili olayı da yazılmaya değer. Özellikle bu günlerde, sanat kurumlarında yönetici konumunda olanların kulağına küpe olacak önemli bir dersi de içermektedir çünkü.
Muhsin Ertuğrul, bugünkü adıyla İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Genel sanat yönetmenidir.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk de Dolmabahçe’de kalmaktadır o günlerde…
Bir gece Gazi’nin oyun izlemeye geleceği duyurulur Muhsin Ertuğrul’a…
Herkes telaş içindedir… Çünkü oyunun başlama saati gelmiştir ancak Mustafa Kemal gecikmiştir…
Ne olacaktır şimdi?
Muhsin Ertuğrul tam saatinde başlatır oyunu …
Bir süre sonra Gazi gelir…
Yanındakiler korkarak oyunun başlatıldığını haber verirler Gazi’ye…
“Ya, öyle mi? Bitimde görüşürüz Muhsin Ertuğrul’la..”
der ve locaya girip oyunu izler…
Oyunun bitiminde beğeniyle alkışlamaktadır aktörleri…
Muhsin Ertuğrul girer Gazi’nin yanına.
Gazi ayağa kalkar:
“Sizi kutlarım..” der. “İşinizle ilgili ciddiyetiniz, ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı da gösterir. Biz geç geldik… Oysa böyle bir kurum perdesini zamanında açmak zorundadır. Görevinizi yaptığınız için özellikle kutlarım sizi..”
Muhsin Ertuğrul’a böyle söylediği için kimse şaşırmamalı…
Çünkü daha ileriki yıllarda yanındaki yönetici takımını “Efendiler! Bakan, Başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz… Ancak sanatçı olamazsınız!” diye uyaracak kadar yanında olacaktır sanatçının ve sanatın…

Dilimize büyük önem vererek Türk Dil Kurumu’nu kurdurması ve bu bağlamda kendisinin de çalışması bir yana, yazarları da olumlu anlamda yönlendirmiştir Atatürk…
Bunun örneğine geçmeden önce 1923-1924 yıllarında “irtica” sözcüğünü nasıl tanımladığına bakmak gerekir Gazi’nin…
“Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her yararlı şey karşısında, onu ortadan kaldıracak bir güç belirir. Bizim dilimizde buna “irtica” derler. İyi bir şey yaptınız mı biliniz ki bunu ortadan kaldırmak için karşınıza muhalif, gerici bir güç çıkacaktır. Bundan dolayı bu iyi işi yapmadan önce, karşınıza dikilecek kara gücün de ortadan kaldırılması önlemini almak gerekir. Halkımız güven içinde ve huzurlu olsun ki, bugünkü devrimi yapanlar ve bu devrimi tamamlamaya karar verenler, karşılarına çıkacak bu tür gerici güçleri, tam da çıktığı noktada ezebilecek güç, yetenek ve önlemi almaya maliktirler.
Bizi yanlış yola yönlendiren soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, tutsak eden, perişan eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.
Artık Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok uzaktır.
Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka yerlerde sahne arasınlar. Geçmişin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının belleğinden silinmiş olduğunda, kuşku ve duraksamaya yer yoktur. Eriştiğimiz mutlu durumdan bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye bile yetkili olmadığı kesin bir gerçektir.”

Kuşkusuz Gazi bunları söylemekle kalmamış, edebiyatın gücünü bildiği için büyük romancımız Reşat Nuri Güntekin’i, romanımızın doruklarından Yeşil Gece’yi yazması için özendirmiştir de…
Kuşkusuz bunu buyruk verir gibi değil de “Yobazlığı yeren, Cumhuriyeti savunan bir roman yazar mısın?” yaklaşımıyla gerçekleştirmiştir…
Üstelik bunu ne zaman ve nasıl yapmıştır?
Tam da Sayın Güntekin, Emile Zola’nın “Hakikat”(bugünkü deyişle “Gerçek” ) adlı romanını çevirdikten sonra…
“Devrimimizi halka anlatmak için dünya yazarlarından da yararlanalım ancak esas olan, ulusal edebiyat’ta da anlatılması/yazılmasıdır bu tür gerçeklerin…” yaklaşımıyla…

Kaldı ki eşsiz yapıtı Nutuk (Söylev), neredeyse, belgesel roman kurgusuyla yazılmış bir baş yapıttır… Yazarız diye geçinen bizim gibi birçok edebiyat adamının, onun eşsiz üslubundan/anlatımından öğrenecek çok şeyimiz var…
Ankara Halkevi’nde ressamlara söylediklerine (hem bir anlatım, hem de düşünce olarak), sanatçıları doğrudan ilgilendirmesi bağlamında, özenle bakmak gerekir. Bakın sanki başarılı bir öykü yazarı gibi anlatıyor Gazi:
“Ben bir bölük komutanıyım, rütbem yüzbaşıdır. Üst’ümden buyruk aldım. Karşıdaki tepeyi düşmandan gün doğmadan alacağım. Bu buyruk üzerine tüm erlerin donatımını sağlayıp gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra, tepeyi gün doğmadan almamız gerektiğini söyledim bölüğüme. Saldırı başladı. Ancak tepenin önünde geniş bir vadi var. Bu vadinin ne kadar zamanda geçilebileceğini hesaplamama rağmen, ne yazık ki bu öngörü ve hesapta yanılmış olduğumuzu gördüm. Düşmanın da, umduğumuzdan da güçlü bir hazırlığı ve inatçı bir direnişiyle karşılaşmış bulunuyoruz. Ve gün doğmak üzeredir… Biz aldığımız buyruğa göre gün doğmadan tepeyi ele geçirecektik. Gün doğmak üzere diye bu isteğimizden vaz mı geçelim? Hayır, zararı yok… Geç de olsa, gün de doğsa amacımıza ulaşacağız. Saldırı bütün gücü ve şiddeti ile sürüyor. Büyük bir yiğitlikle dövüşe dövüşe tepenin eteklerine kadar yaklaşmış aslan neferlerin tepeyi almaları artık bir an meselesi olmuştur. Güneş yavaş yavaş doğmakta , ancak yarım kurs görünümündeyken bu tepenin zirvesini ışıldatmaktadır… Ancak birkaç er, ellerindeki şanlı bayrağı tepenin ışıldayan zirvesine dikerken, terlemiş alınlarına günün ilk ışığının vurduğunu hissediyor…
İşte sanatçı da, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.”

* * *
Kuşkusuz bugün kapatılmaması için büyük mücadele verdiğimiz Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi vb. bir çok sanat kurumumuza, onun yönlendirme ve çabalarıyla ulaştığımız gerçeğini de hiç unutmamalıyız.
Ancak Gazi’nin büyüklüğünü yalnızca bu ve benzeri anekdotlarla açıklamaya çalışmanın da eksik kalacağının bilinciyle, onun şu düşüncelerini de bilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
“İnsan; ait olduğu halkın varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya halklarının huzur ve mutluluğunu da düşünmeli ve kendi halkının mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, diğerlerinin mutluluğu için de çalışmalıdır. Çünkü dünya halklarının mutluluğu için çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir.
Dünya halkları arasında barış, açıklık ve anlayış olmazsa, bir halk kendisi için ne yaparsa yapsın huzur bulamaz.
Ülkeleri yönlendiren ve yöneten insanlar, kuşkusuz ilkin kendi halkının varlığının ve mutluluğunun yaratıcısı olmak isterler.
Ancak aynı zamanda başka halklar için de aynı şeyi istemek gerekir. En uzağımızda sandığımız bir olayın bize de bir gün dokunacağını bilmeliyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir beden ve her halkı da bunun bir organı saymak gerekir. Bir bedenin parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir.
Dünyanın herhangi bir yerinde bir rahatsızlık varsa , tıpkı kendi aramızda olmuş gibi ilgilenmeliyiz…
İşte ancak bu yaklaşım; insanları, halkları ve onları yönetenleri bencillikten kurtarır.
Bencillik kişisel olsun, ulusal olsun her zaman fena sayılmalıdır…”
* * *
O’nu bugünlerde özellikle özlüyoruz…
Işıklar içinde yatsın.

{jcomments off}

Tuncer Cücenoğlu