Ay ışığında oturmuş konuşuyoruz. Sevgilisiyle yine kavga etmiş. Yine diyorum, çünkü artık onların ayrılıp barışmalarını kimse izleyemiyor.”Ama bu kez bitti” diyor. Ses çıkarmıyorum. “Onun ne istediğini biliyorum,bütün hayatımı istiyor.Ama kimse bir başkasının bütün hayatını alamaz” diyor. Eski romanlarda hep,bütün hayatını sevgiliye adamış insanlar vardı. Hatta, onun bir tek kötü sözüyle ölümü seçebilen insanlar. “Belki de artık hayatımız, birine adanamayacak kadar farklı renklerle dolu” diyorum.

 

“Sen birine hayatını adayabilir misin?”
“Sanırım çok aşık olduğun zaman, o süre içinde böyle hissedersin.”
“Peki, ama” diyor,”neden sevdiğimizin yaşama alanlarını daraltmak için uğraşıyoruz? Onda sevdiğimiz şeyler eğer, kendimizde bulamadığımız renklerse, onları geliştirmesine izin vermiyoruz. Birini kendimize benzeterek, onun farklılıklarını törpüleyerek, her attığı adımda kendinden bir şeyler kaybetmesini isteyerek ne elde edebiliriz ki?”

Ama ilişkiler hep böyle değil mi? Kişilik savaşlarına dönüşüp, zenginleşeceğine yoksullaşmıyor mu?

“Belki de, hiçbirimiz gerçekte ne istediğimizi, içimizdeki beni, onun duygularını itiraf edemiyoruz. Kendimizi başkalarına göstermek istediğimiz biçime girmek için ruhumuzu,bedenimizi, beynimizi zorluyoruz.Sonunda gizlediklerimizden, söyleyemediklerimizden oluşan kişilikler haline geliyoruz” diyorum. Hep onu kaybetmekten, onu incitmekten, mutsuz olmaktan, yalnız kalmaktan. Belki yanlış karar verip pişman olacağımızdan… O, çok inişli çıkışlı aşklar, büyük serüvenler yaşamış biri. Ama artık eskisi gibi bu oyundan zevk almıyor. Kendi özgür alanlarını yaşayabileceği, onu mutlu eden, kendini hiç çekinmeden paylaşabileceği bir ilişki istiyor.

Sanırım birine hayatınızı adamanız için onu çok sevmeniz yetmiyor. Belki de, eğer bir şans ışığı karşınıza çıkardıysa öteki yarınızı bulmuş olmanız gerekiyor. Oysa artık çok uzun zamandır tıpkı ölümsüzlük çiçeği gibi dağların arkasındaki mutlululuğu aramaktan da vazgeçmedik mi?

Konuk Yazar