Soroptimistlere, yazacağıma söz verdiğim UNESCO davet mektubunu yazmak için sabahın erken saati oturuyorum bilgisayarımın başına. UNESCO Türkiye Millî Komisyonu XXVI. Dönem Yönetim Kurulu Başkanı’na gönderilmek üzere yazacağım mektubu. Stoklarımda nadir zamanlarda kullanmak üzere sakladığım afili kelimelerden seçiyorum girizgâhı.  Kongreyi anlatan bir iki cümle konduruyorum ve sonra “Uluslararası toplumun en acil sorunlarının başında kadın meselesi gelmektedir. Çünkü kadın sorunlarının çözümü toplumsal altyapıda büyük dönüşümleri tetiklemektedir.” diye iki cümle sıkıştırıyorum araya. Sonra birden sıkılıyorum. İçim daralıyor. Babamı aramak istiyorum. .. Ne severdi memleket meselelerini konuşmayı. Tam zıddını düşündüğüm bir düşünceyi zikrettiği anda hiç aklıma yatmasa da, sırf o öyle düşündüğünden o düşünceye yaklaşırken kendimi buluşum geliyor aklıma. Daima CHP’ye oy atan ama MHP’ye de sempati duymaktan kendini alamayan MHP’li bir babanın kızıyım ben. Hatta futboldan hiç anlamama rağmen yıllarca Beşiktaş’a sempati duyuşum da ondandır.

Babam şu an beni arasa nasıl olurdu acaba diye geçiriyorum içimden. Çok şaşırırdım. Şaşırmam öldüğünü bildiğimden değil, daha çok beni aramış olmasından olurdu. Hiç beni aramazdı ki o… Üniversiteye ilk başladığım aylarda annem arar, “bak baban yanımda hadi ona veriyorum telefonu” derdi.  Hoş, benim de işime gelirdi böyle olması. İçimde adını konduramadığım bir şey büyürdü çünkü babamın sesini her duyduğumda. Onun ilgisini çekecek bir konu bulmak zordu, bulabilmek için çırpınırdım. Çenemi kaşırdım böyle zamanlar, sonra saçlarımdan bir tutamı parmağıma dolar dururdum mesela. Zorlandığımı oradan anlardım. O sebepledir ki telefon konuşmamızın çoğunu annemle yapmak işime gelirdi.

Sahi şimdi arasa ya da şu kapıdan içeri girse ne yapardım? O çok sevdiğim yazarın dediği gibi; geçmişin mızrağını kaldırmış bir şövalyenin kararlılığıyla sürebilir miydim atımı babamın üstüne? Bilemiyorum… Ama kesin babam, o her zamanki öz güveniyle tekli koltuğuma geçer, bacak bacak üstüne atar, işaret ve orta parmağının birleştiği o kıvrıma oturtur sigarasını, kararlılıkla içerdi. Havalı adamdı vesselam. Biz abimle onu öyle severdik. Atımı sürebilme cesaretini gösterebilir miydim bilemiyorum ama ilk yarım saati, babamla konuşurken bundan kesin bahsetmeliyim diyerek hafızama aldığım siyasi bir-iki konuyu, tarihten, Atatürk’ten bir alıntıyı, memlekette yaşananlara dair okkalı bir iki cümleyi aramakla geçirirdim. Ne sandığımı ya da sandığım şeyi nasıl anlatabileceğimi de bilemezdim ya neyse…

Off be baba… Ne çok şey değişti senden sonra. Ülkede her gün bir olay patlak veriyor. Belki önceden öyle çok kanal yoktu, internet yoktu, bu kadar gözümüzün önünde olmuyordu yaşananlar. Bir kanaldan ne verirlerse ona inanıyorduk kim bilir. Bazen nefes alamıyorum inan… Senin gibi çok anladığımdan ya da duyarlı olduğumdan değil, hani duyduğumdan…

Offf… Farkında mısın yine aynı şeyi yapıyorum? Sen öldüğün halde, kendi kendime sana yazarken bile memleket meselelerinden giriyorum… Hâlbuki bir kaç santim ötede söylemek için seçtiğim şarkıların notaları var. Hangi şarkıları seçtiğimden bahsedebiliriz istersen? Biliyorum aslında severdin benim şarkı söyleyişimi. O çok sevdiğin çay bardağında çayını içerken, yüzüğünle bardağın camına vurarak ritim tutuşundan anlardım keyif aldığını. İyi de bunları hatırlarken neden ağlamaklı oluyorum? Judit Liberman’ın kitap söyleşine gittiğim yerden aldığım kitap ayracına ilişiyor birden gözüm. “Belki de yazarken çıkarmak için bu kadar çok maske takıyoruz yaşarken” diye bir not var üzerinde. Evet anlamak için yazmalıyım. Gerçi artık biliyorum tüm cevapları ama olsun, yazmak iyi geliyor.  Zihnimin tüm odalarındaki duvarlara kazımalıyım cevapları. Hayır bunda şaşılacak ne var anlamıyorum. Hayal dünyası ile gerçekler arasındaki boşlukta savrulan insanlar yok mudur? Bal gibi de vardır. Hatta onlar en şanslı olanlardır kim bilir… İki taraftan da nasiplerini almışlardır.

Şöyle ölene kadar unutmayacağım, bana pusula olacak bir söz söylemiş olmanı ne çok isterdim baba. Balık hafızalı olduğumu bilirsin ama inan söylemiş olsan asla unutmazdım. Bütün kayıtları tarıyorum ama bir tane özlü söz yok senden bana miras. Ne çok şeyi daha konuşmadan geçmişe gömmüşüz seninle aslında. Ölümünden önce de sonra da içimde bir sızısın. Artık ölümünden önce ve sonra diye bir ayrım da var. Hatırlıyorum da daha küçücük bir kızken, saatleri öğretmeye çalışmıştın bana. Kafam bir türlü basmamıştı. Kala ve geçe… Defalarca anlatmıştın, üstelik senden hiç de beklenmeyecek bir sabırla. Çok kızmıştın, çok kızdırmıştım seni.  Şimdi anlıyorum, seninleyken o zaman bile yok saymak istemişim aslında saatleri. Zaman ne de anlamsız gelmiş. Ölümüne 5 kala, ölümünü 5 geçe… Ne fark eder ki, içimde sızısın işte. Zaten benim gözlerim hep sulu, boğazım düğümdü baba. Ama kabul et uçlara gidemezdi ruhun benim yaptığım gibi. Küçük kızındaki cesaret yoktu sende maalesef, bunu kabul et.  Sen tutamayacağın sözler de vermezdin, o yüzden tutardın hep sözlerini, bunu da kabul et.

Aklımda yer eden bir anı daha var seninle ilgili. Tatsız bir şey ama beni sevdiğini belki de en çok hissettiğim “an”dı o an. Çok öfkelenmiştin, ilk kez seni bu denli öfkeli görmüştüm. Hiç küfür de etmezdin sen oysaki. Küfür de etmiştin o gün. Hatırlıyor musun lisedeydim o zaman, okuldan çıkıp dolmuşa binmiştim ve bizim köşe başında inmiştim. Her zaman vaktinde gelirdin beni almaya ama bu defa ne hikmetse gecikmiştin. Seni beklerken bir araba yanaşmıştı bana doğru, eski püskü bir araba. İçinde tuhaf görünümlü iki adam. Camı aralayıp seslenmişlerdi bana ve ben kafamı uzatmıştım gayri ihtiyari. Şoför koltuğundaki adam “nereye gidiyorsanız bırakalım han’fendi, geçin arabaya buyrun” dediğinde irkilmiştim. O sırada senin arabayla yaklaştığını görmüş, adamlardan korktuğumdan değil, senin beni tanımadığın adamlarla konuşurken görmenden çekinerek panik içinde; “teşekkür ederim babam geldi, o beni alacak” diyerek sana doğru telaşla koşmuştum.  Arabaya bindiğimde, sen her zamanki sakin tavrınla; “gel kızım, nasıl geçti dersler?” diye sormuştun. Bir ohhhh çekmiştim beni o adamlarla konuşurken görmediğini düşünerek. Derken aniden gaza basmaya başlamış, hatta o dapdar yolda öndeki arabanın tamponuna gelene kadar kesmemiştin hızını. Sonra arkadan ani bir manevrayla sola geçerek sıkıştırmıştın arabayı. Korkmuştum çok fena, koltuğa yapıştığımı anımsıyorum. Benim tarafımdaki camı otomatik düğmeden indirip, yan arabadaki adamlara “utanmıyor musunuz lannnn, küçücük bir kıza yanaşmaya” diye bağırmaya başlamıştın. Kafamı çevirdiğimde anlamıştım bağırdığın o adamların benim konuştuğum adamlar olduğunu. Neye uğradığını şaşıran köşeye sıkışan adamlar da hiddetlenince, kalbim korkudan yerinden fırlayacak gibi olmuştu. Şoför koltuğunda oturan adam da sesini yükseltmiş, sanırım o dönemki arabamıza bakarak “Sosyeteysen sosyeteliğini bil lannn” diyerek karşılık vermişti sana. Adam hızla kaçmaya çalıştıkça sen daha fazla gaza basıyor, sıkıştırmaya devam ediyordun arabayı. İlk kez “bi siktir git!”diye bağırdığını duymuştum. Kulaklarım uğuldamıştı. Sonra o sahnenin gözümün önünden gitmesini istercesine kapamıştım gözlerimi. Sonra sapa bir patikaya girivermiş, uzaklaşmışlardı adamlar senin hiddetinden sıyrılabilmek için. Belki de içimde ilk kez o gün korku ve mutluluk dost olmuştu. Babam beni çok seviyordu ya, korksam da buna değerdi…

Tüm bunlar nerden aklıma geldi sabah sabah bilemiyorum. Tek bildiğim içimde artık derin bir sessizlik olduğu babacığım, ama endişelenme, huzurdan gelen bir sessizlik bu. Korkularımla mutluluğumu boğazıma düğüm yapmıyorum artık. Kaygılandığım zamanlarda sırtıma saplanan bıçağın izini de sildim. Bu aklıma gelenler de son birikenlerdi belki, salıvermem ondan. Dingiiiin ve mutluyum. Sana olan hayranlığımdan dolayı yıllardır nöbete dikildiğim kaledeki görevimden de istifa ettim geçen hafta. Uzun zamandır denize açılmaya hasret bir yelkenli gibiyim şimdi. Ama biliyor musun? Denizi hissediyorum… Hatta tatlı tatlı salınıyorum suyun üzerinde… Rüzgâr sırtımda, yüzüm güneşe dönük…

Demem o ki, seni çok seviyorum. Ruhun artık huzurla dolsun babacığım…

Konuk Yazar