Çok uzun zamandır elime kalem almadım. Ta ki bu öykü bir kitabın sayfalarında karşıma çıkana kadar;

‘bir zamanlar kendi kokusuyla kokan bir gül yetiştirmek istemiş bir ulu sultan. Toprağa esansından seprmiş ve hayat iksiriyle sulamış ki hiç solmasın. Bir süre sonra açan güller iki tomurcuk vermiş. Bir zaman sonra; kokusunu halkında bilmesini isteyen sultan güllerin sarayının dışına ekilmesini buyurmuş. Saray bahçesinde hayat iksirinden mahrum kalan güller bir gün solacakmış ancak, güllerin tohumlarından sayısız gül bitecekmiş. Sultanın kokusu dört bir yana sevgi ve güzellik yayacakmış. Önce halk güllerle ilgilenmiş; yapraklarına, renklerine hayran kalmışlar, gülleri övmüş, beğenmiş ve çok sevmişler ama yalnızca çok az kişi fark edebilmiş kokularının güzelliğini.

Bir gün bir tüccar şehre yapay güller getirmiş. Sahte, cansız, kokusuz güller… Çok geçmeden halk aralarında konuşmaya başlamış; ‘tüccar muhteşem güller getirmiş; yaprakları ipekten, dikensiz hem de hiç solmuyor’. Tüccar bir sürü gül satmış, şehir yapay güllerin şehri olmuş. Zavallı iki gül ise artık onları fark etmeyen halkın sevgisinden yoksun kalmış. Hiçbir gül sevgisiz yaşayamaz belki bilirsiniz. Güllerden biri sevgi için halk nasıl isterse öyle olmaya başlamış. Büyü demişler büyümüş, parla demişler parlamış, yaprakları kapanmasın diye dökülmesin diye uğraşmış ve zamanla kaybetmiş kokusunu…

Güllerden diğerinin ise bitmek üzere olan kokusunu bir çocuk fark etmiş. Ancak bir çocuk saflığı duyarmış artık bu kokuyu ve çiçeği almış yanına… Fakat diğer gül kokusunu kaybetmiş solmuş gitmiş…’

Okurken fark ettim öyküyü ben de kaybetmişti kokumu. Bir süre düşündüm ve başladım kokumu aramaya… Yeni doğmuş bebek kokusu, yeni kesilmiş çim kokusu, anneannemin yemeklerinin kokusu, rüzgar kokusu, deniz kokusu… Bana ait olan tüm kokular, beni ben yapan kokular.

Güller haklıydı, kokumu beğenen herkes biliyordu dünyada bu kokunun bir eşi daha olmadığını; bense biliyordum farklı kokuların içinde aynı ruhları taşıdığımızı…

Ve şimdi kaybettiğim kokumu arıyorum. Bir tilki gibi izini sürüyorum fotoğraflarda, defter sayfalarında, yüzümde, gözlerimde. Beni ben yapan, benim çok sevdiğim o koku kaybolmadı biliyorum, saklandı bir yerlere. Belki eski kitap sandığıma, çay kupamın içine ve ya naftalin kokulu eski bir hırkama… Ama biliyorum o çocuk ruhu oynuyor benimle ve ne yazık ki biliyorum çocuk oyunu değil bu. Nerede kaybettim kokumu? Hangi yapay güller çeldi aklımı? Ben gülüme sahip çıkamadım belki kokusu bile terk etti beni?

-bu bir itiraf mı Melis?

-hayır değil! İtiraf edecek kadar güçlü değilim daha…

Kime göre, neye göre bilmediğim inançlarla sardılar her yanımdan, bu iyi dediler bu kötü, bu güzel bu çirkin ve dediler sen hep güzel ol. Övdüler, beğendiler, alkışladılar, iltifatlarla bir kibir yarattılar benden, benim bile tanımadığım bir ben. Karıştılar, kardılar, benim yerime karar verdiler, sen bilirsin ama bence diye başlayan uzun cümleler kurdular, yapma dediler yaparsan çirkin olursun sen hep güzel ol. Ben başımı kaldırdıkça yukarı kibrimle, ruhum başını eğdi dua eder gibi belki çok çırpındı bilmiyorum duyamadım sesini çünkü kulaklarımda bana ait olmayan sözler vardı tıka basa. Onlar gibi ol dediler herkes gibi olma ama onlar gibi ol çünkü seni öyle daha çok severiz, daha çok dinleriz seni hiç anlamasakta, daha çok kazanırsın, daha çok tanınırsın, daha daha daha… ve bir gün aynaya baktığımda hiç bir şey göremedim, gördüğüm bir gölgeydi ve öyle hüzünlü bir gölge ki gerçekti gözyaşları. Ben ben olmaktan başka her şeydim artık. Kendisine boyun eğen bir ruh, bir tutsak, bir zanlı… cama koştum dışarıya baktım uzun uzun gölgeler vardı bir de göz yaşları…

Okuduğum kitaplar, tanıdığım insanlar kokumu nasıl bulabileceğimi bilmiyorlar ama ben biliyorum. Her sabah güneşi gördüğümde ki sevinç benim kokum, en sevdiğim şarkının sözleri, uzun uzun sarılmak benim kokum ve çok sevdiğini söylemek her fırsatta, pamuk şeker benim kokum ve kırmızı elma, kitaplarım, filmlerim ve en sevdiğim ayakkabılarım, dünyadaki bütün çiçekler ve parkta koşan bütün çocuklar… Hepsi benim kokum, her an, her saniye yaşadığını iliklerine kadar hissettiğin, asla ölmeyeceğin bildiğin her an. Çok sevdiğim ve çok yaşadığım ya da çok korktuğum ve büyük hatalar yaptığım…

Gülümsediğim ve ağladığım, bir şekilde kendimi hayata bağladığım her an…

Bu bir yolculuk; 20’li yaşlarımda başlayan ve ömrümün sonuna kadar devam edecek olan ve bir yandan en büyük korkum bu, çünkü her yolcu yolun bir yerinde bir hana sığınmak ister ve han huzursuz yolcuların yeridir gitmeye hazır…

Şimdi kendi gül’üme sahip çıkma zamanı…

Melis Çınar