Dün gece televizyon izliyordum evde, yağmur yağdı. Daha yağmur yağmadan gökyüzünde bir şölen vardı. Önce anlamadım, televizyonun camdaki yansıması sandım, değilmiş. Televizyonun sesini iyice kıstım. Merak edip balkona çıktım. Arka arkaya şimşekler çakıyor; gecenin karanlık yüzü bir an için aydınlanıyor, ardından bir gümbürtü geliyordu. Binaların üzerine kalın sicimden bir elektrik kablosu sarkıp titriyor ve aniden kayboluyordu.

Balkondan çok sayıda binayı, apartmanı, büyük otelleri ve alışveriş merkezlerini hatta şehrin ardındaki yüksek tepeleri gökyüzüyle birlikte görebiliyordum. Ne çok bina ve her ışık yanan dairede en az bir kişi… Tahminimce çoğunluk televizyon seyrediyordu o saatte, diğer gecelerde olduğu gibi.

 

Gökyüzünde incecik görünen o ışıklı sicim, bizim şimşek dediğimiz şey. Yerin artı elektriğinin göğün eksisine çıkışı… Öyle görkemli bir resimdi ki binaların üzerinden akışı… Ne büyük, ne kudretli bir güç bunu yapan. Aman tanrım, Allah! Belki komik belki sıradan belki çok bilinen bir gerçek ama o an hiçliğimin farkına ayrı bir lezzetle vardım. Ne küçük, ne zavallıyım…

Televizyonun karşısında gözüm insan yerken doymazcasına birden gökyüzünün uçsuz bucaksızlığına hatta uzayın karanlık sonsuzluğuna daldım. Binalar, balkonlar, katlar, odalar ve o odalardaki insanlar öyle küçük göründü ki gözüme. Bir de kendimi düşündüm, göremediğim kendimi. Bir ayna olmasa bilemeyeceğim yüzümü. Yani hiçliğimi. Ellerimle kollarımla açtığım balkon kapısını düşündüm, beni balkona götüren ayaklarımı, bacaklarımı.
Anlam ararken buldum kendimi Bir İstanbul Masalı’nın, Haber Magazin’in Discovery Channel’ın amacına dair. Varoluşuna derinlerde cevaplar buldum, insani yanlar. Bir şemsiyenin altından yanıtlara tutuldum. Tamam ikna oldum.

Nasıl olduysa oldu, hem doğayı hem de bizi yaratanı düşünmeyrn; kendi hayatlarıyla boğuşan yaratıklar olduk. Tepemizde şimşekler çakarken biz televizyonu bir an olsun kapatıp başımızı camdan dışarı çıkartarak bakma cüretini bile göstermeden, yayıldığımız koltuklarımızda ‘yağmur başlayacak galiba, yoksa başladı mı?’ ilgili cümlesiyle geçiştirir olduk. Ben kendimden utandım… Bunu kaç kere yapmıştım ki o an benden başka balkona pencereye çıkan kimseyi görmediğime yanayım.

 

Aldığım nefesi düşündüm, şu an nefes alırken yine aynı şey geçiyor aklımdan. Bir nuru içime çekiyor, aynı nuru soluyor, görüyor ve işitiyorum. Hatta ona dokunuyor, sıcaklığını, sertliğini, ağırlığını hissediyorum. Bir tür çocukluk benimki belki. Artık normal sayılması gereken şeyleri, yağmuru, şimşeği, doğayı, dokunma, tatma duygusunu sanki yeni bir şeymiş gibi şaşkınlıkla algılamak. Küçükken yağmur yağdığında pencereleri açar ve dışarıyı seyrederdik. Gerçi o zamanlar televizyon vardı da bu kadar etkili değildi. Düşmanlık yok içimde şu elektronik kutuya dair, bence müthiş bir iletişim aracı… Yalnızca gerçekler böyle. Şimdi üzüldüm sanki yağmur adına o görkemli şimşek adına ve onun vesilesiyle bir kez daha tüm görkemiyle hatırlanacak Allah’a…

Günah mıdır kadir olana üzülme duygusu, küstahlık mıdır? Ben kimim ki… Şimdi bunları yazarken gözlerim doluyor içimden ağlamak geliyor da; korkudan mı, aşktan mı, Allah sevgisinden mi, kestiremiyorum. Yaz diyor bir ses içinden geldiği gibi -bir başka ses; ne haddine senin böyle şeyler yazmak diyor-. Ben kendimi biliyorum. Pişman olmayacağım yazdıklarımdan çünkü ölmek pahasına da olsa daima doğruyu, gerçeği söylemek gerektiğini biliyorum.

Ey Allah’ım çok üzülüyorum. Daha çok anılmanı, daha çok konuşulmanı, yarattıklarının takdir edilmesini isterdim. İnsan olarak yarattığın bizlerin kendi kıymetimizi değerimiz daha çok biliyor, öyle de yaşıyor olmayı isterdim. Korkuyla değil de sevgiyle ibadet edilmesini isterdim. Sen den konuşmanın yobazlık olmadığı her türlü çıkardan ideolojilerden politikadan sektörden uzak olduğu, saf olduğu, kalpten olduğunu görmek, işitmek, yaşamak isterdim.

Biliyorum burası dünya ve sınav merkezi gibi bir yer. Bu yüzden ikilikler var. İkilikleri birleştirdiğimizde ve üzerinde dengede yürüdüğümüzde ki bu sanırım sırat köprüsünün ta kendisi geçmiş oluyoruz buradan. Belki de ölüm bir sınav geçiş kartı. “Buyurun, başarıyla tamamladınız” der gibi… Kim bilebilir ki. Kutsal kitaplarda birçok metinde çok şey anlatılmış ama her şey hatta ‘Bu o kitaptır ki içinde şüphe yoktur.’ diyen Kuran-ı Kerim’de bile manalar içiçe geçmiş olduğundan her şey insanın algılayış biçimine göre değişiyor. Tıpkı herkesin gözü yalnız kendine görüyor, kulağı kendine işitiyor gibi. Yani ben istesem de başka birinin gözünün içinden göremem. Gerçi şimdi kamera diye bir şey var ve birinin gözünden görüyormuşuz gibi filmler, programla izliyoruz. Spikerler bize bakıyormuş gibi merceğe bakıyorlar ama o mercekteki görüntü insanlar olmazsa bize ulaşmıyor. Yani aslında biz koca bir havuzda yaşıyoruz. İkilikler olduğu içinde bu havuzda benli senli kalıyoruz. İyilikler kötülükler oluşturuyoruz. Olmazsa olmaz. Tamam tadı da olmaz kesinlikle.

Mesela yağmur sonrası aynı gökyüzünde kocaman sapsarı bir dolunay doğdu, yükselirken beyazlaştı biraz da küçüldü yukarılara çıktıkça. Ama nedense güzelliğine kapılmamak için belki, bakamadım ona uzun uzun. Odanın ışığını söndürmek yetti. Bir yandan Aliye’yi izlerken arada kısa kısa bakışlar attım ona; hala orada durduğundan emin olmak ister gibi. Kimbilir birisi o an balkona çıkmış uzun uzun seyrediyordu mehtabı ve içerliyordu bu güzelliğe neden benden başka kimse bakmıyor diye.

İşte bahsettiğim ikilikler…

Ben yargılayamam, sen yargılamazsan; bilirsek ayrılık olmadığını, aynı havuzdan solurken aynı nuru, belki Allah sevgisi yer edinir kalbimizde. Enerjiler alıp verirken birbirimizden, elektriklerimiz akışırken pozitifli negatifli, neysek oyuz aslında. Zihnimiz bizi olduğumuzdan “olmamız gerekenler” diye bir yere çekerek sahteciliğe alıştırmak isterken -bu ikilikler diyarında- birlik duygusuyla biz, kötü olmayı da Allah’tan bilip kalbimizi dinlersek, iyiliğin de gerçekte ne olduğunu yaşama fırsatımız olur.

 

Konuk Yazar