“Kaleminizi daha derine batırmaktan çekiniyor olabilir misiniz?”

Bu soruyu geçenlerde derKİ’deki yazılarımı okuyan, önemsediğim ve değer verdiğim biri sordu bana. Niye böyle düşündüğünü henüz öğrenemedim. Onu böyle düşünmeye iten ne oldu diye de çok merak ettim, ediyorum. Bu yorumu daha doğrusu soruyu o günden beri hemen her gün düşündüm. Kalemimi daha derine batırmaktan çekiniyor muyum gerçekten? Yazılarımı okuyan başkaları da aynı şeyleri düşünmüş müdür? Ekranda gördükleri birkaç yazı, bir kısa özgeçmiş ve bir resim nasıl bir insanı anlatıyor onlara?

Yazmak, yazmayı söktüğüm günden beri var hayatımda. İlkokulda hikâyelerimi bir deftere topluca yazıp, başına indeks koyarak ilk “kitabımı” hazırlamış ve gururla aileme, arkadaşlarıma okutmuştum. Okunmaktan yıpranmış o küçük defteri hâlâ arada elime alıp, o küçük kız çocuğunun heyecanını, mutluluğunu anımsayıp gülümserim. Sonraki yıllarda da hep yazdım. Yazdıklarımı kitap haline getirmek hayaliyle defterlere, kâğıtlara, sonraları bilgisayarlara emanet ettim. Hikâyeler, şiirler, denemeler ve son yıllarda senaryolar. Bazıları buradaki yazılar gibi gün yüzüne çıktı. Bazıları belki hiç çıkmayacak. Üstelik belki en güzel yazılardan biri, usta ellerde unutulmayacak bir film olabilecek bir senaryo, benden başka kimsenin haberi olmadan bir çekmecede, bir bilgisayarın belleğinde sessizce yok olmayı bekleyecek. Çünkü inanıyorum ki yazılan her şeyin de bir ruhu ve bir “kaderi” var. Kısaca, yazmamak nasıl bir şey bilmiyorum.

Yazmak, geriye bir şeyler bırakmak isteğinden mi doğar? Kendini anlatmak, kendinle yüzleşmek, kendine susamamak mıdır? İçimizdeki çocuk, kadın-erkek, yaşlı, genç “biz” e ulaşmak çabası mıdır? Hayatla ve kendimizle ilgili sorularımıza cevap bulma uğraşı mıdır?

Belki de hepsi ve aklıma gelmeyen başka birçok şey. Yazan herkesin bir yazma nedeni var kuşkusuz. Hayatla ve kendisiyle problemi olan yazıyor galiba. Yazan kime sorsanız, yazmadan duramayacağını söyleyecektir. İrade dışı bir şeydir yazmak. Yaratmanın büyüsünü taşır ve doğurmanın gururunu. Yazdıkça çoğalırsınız. Bir “derdinizin” cevabını bulduğunuzu sanarak ve çoğu zaman sizden dökülen sözcükleri daha sonra okuduğunuzda şaşırarak yazarsınız. Her yazı bir doğum rahatlığıdır ama bir sonrakine kadardır bu rahatlık. Bitmeyen gönüllü bir “çiledir” yazmak.

Yazdıklarını başkalarıyla paylaşmak da yazan herkesin isteğidir kuşkusuz. Kimi değerli bulmayıp saklar kendine, kimi beğenilmeme riskini göze alır. Duyguları, düşünceleri sözcüklere yükleyip başkalarına ulaştırdığınızda geri dönülmez bir noktadasınızdır artık. Sizden bağımsız kendi kaderine yola çıkmıştır eseriniz. Size ait, sizden bir parça iken başkalarının da olur artık. Onu sizin gibi hissederek, anlayarak okuyanlar olabileceği gibi, tam tersi duygu ve düşüncelerle okuyan da olacaktır, önemsemeyen de, ne dediğinizi anlamayan da, anladığını beğenmeyen de, beğense de eksik bulan da. Hayatı ve insanı yazıyorsanız eğer, sonsuz görüşe açıktır artık yazdıklarınız.

Bir de şu var tabii, okuduklarından size dair bir fikri olur okuyanların. Kendi penceresinden bakarak bir resim oluşturur. Sonra da sorar size: “Kaleminizi daha derine batırmaktan çekiniyor olabilir misiniz?”Olabilir miyim? Günlerdir düşünüyorum bunu. İlk cevabım hep aynı. Çekinmiyorum. Sonra “Niye çekineyim ki? Yazmak içindekileri dökmek, kendini, derinlerdekileri açmak değil mi? Yazmadığım, yazamadığım, yüzleşmekten kaçtığım şeyler var mı? Varsa ne onlar?” gibi sorularla baş başa buluyorum kendimi.

Şikâyet ettiğimi sanmanızı istemem. Aksine, bu ve benzeri soruların yazma isteğini ve hevesini kamçılayan şeyler olduğunun farkındayım. Bu soru, yazma işinin ve yazdıklarımın hayatımda ne kadar çok yeri olduğunu bir kez daha anımsattı bana. Dümdüz bir yolda giderken karşıma çıkan bir duvar gibi, düşünmemi sağladı. Sorular olmadan cevaplar nasıl bulunur ki? Duvarlarsa hep olacak hayatımızda. Olsun, ne çıkar!Yeter ki ayakta kalmaya inat edelim. Yazdığım bir senaryoda, kendini aynı şekilde bir duvara çarpmış gibi hisseden karaktere diğer karakterin söylediği şu cümledeki gibi: ” Duvarlar bazen iyi gelir insana. Çarpınca daha önce görmediğin, kabullenemediğin şeyleri anlarsın. Çıkamadıkça kendine döner, kendini, gücünü sınarsın. Yeter ki ayakta kalmaya inat et.”

Gülseren Karaçizmeli