Şubat ayı için inanılmaz sıcak bir gündü. Güneş, sanki içimi ısıtmam ve  son  zamanlarda başıma gelen terslikleri anlayabilmem için bana enerji vermek istiyor gibiydi. Oğlumla birlikte Suadiye taraflarında caddenin kalabalığından uzak deniz kenarında yürüyüşe çıktık. Sonra, diğer insanların neden beton üstünde yürüdüğünü sorgulayarak, birlikte kumların üzerine indik. Ayakkabılarımızı çıkarıp, kumların üzerine oturduk. Ben  sol kolumu oğlumun omzuna attım. Ve birlikte dalga seslerini dinlemeye başladık.

 

Dalgalar burnumuza denize has o tuzlu kokuyu getiriyorlardı. Hemen solumuzda, İstanbul’da görmeye pekte alışkın olmadığımız ördekler sürüsü vardı. Bir süre, ördeklerin suya balıklama dalmalarına güldük. Daha uzaklarda ve yine solumuzda, sıra halinde denizin üzerinde süzülen yelkenliler vardı.  Bir süre onları izledik ve onların herhangi bir kulübe ait sporcular olduğu kanısına vardık. Sonra, hangimizin daha uzağa taş atacağına dair bahse girdik ve saatlerce denize taş attık.

Adım yüzünden miydi denize tutkum?

Adım yüzünden miydi, deniz kenarında saatlerce denizi seyretmeye doyamamam?

Kimbilir belki de, kendimi denize benzettiğim içindi, deniz kenarında huzur bulmam…

Huzuru herkes farklı tanımlayabilirdi, ama benim için huzur, barışla birlikte vardı. Barışın olduğu yerde huzur da vardı. Doygun bir kelimeydi huzur. Bir şeyleri elde etmenin, An’lıkta olsa, tadına varmaktı. Aslında huzur, sadece anlık duygularda vardı. Barışın süregelen tavrında bile, sadece anlıktı huzur: İnsanın yakaladığı ve hissedebildiği öylesi anlarda varlığını hissettiriyordu. O güneşli cumartesi sabahında, oğlumla birlikte deniz kenarında hissettiğim şey, huzurun bana verdiği, kendimle ve doğamla barış olgusuydu. Oğlum, ben ve deniz: Sevgi ve dinginlik… Oğlum, ben, doğa; her şey olduğu gibiydi ve  biz de olduğumuz gibiydik…

Gerçekten böyle miydi hayat?

Yanılıyordu Homeros derken;
Şu çekişme ortadan kalksa
Tanrılar, insanlar arasında
Uyum olmazdı müzikte
Yüksek ile alçak olmasa
Canlılar olmazdı
Dişiyle erkeke olmasa

Herakletios/ Kırık Taşlar

Karlı bir İstanbul gününde, deniz kenarında oğlumla yaşadığım keyiften  birkaç gün sonra, kariyerimin belki de en önemli gününde, çok sevdiğim Küçük Prens’ten inanılmaz üzücü bir haber aldım. O gün, kariyerimi boş vererek, ellerim ve ayaklarım soğuktan hissedemez hale gelene kadar karların içinde yürüdüm. Ah, o öylesi uzun bir yürümeydi…

Ben düşünmekten yorgun düştüğümü
Yürümekten dizlerimin bağının çözüldüğünü
Ağlamaktan gözlerimin şiştiğini
Derman diye bir şey kalmadığını yüreğimde ve zihnimde ve eklemlerimin tümünde
Mırıldanırken bir kedi yanımda miyavladı*

Ve yolum, evime dönerken, ilk kez 1987 yılı baharında kapısından içeri girdiğim küçük Ermeni Kilisesi’nin önünden geçti. 1987 baharından bu yana bir daha adım atmadığım bu yere, o an adeta sığınırcasına giriverdim. Rahip bana öyle tuhaf baktı ki, o an için kendi yüzümü görebilmiş olmayı diledim. En öne oturdum, çünkü başkaları yüzümü görsün istemedim. Aslında içeride benden başka da kimse yoktu. Lakin gelebilirlerdi. Oysa ben, o an Tanrı ile, aramda kimse olmadan, sohbet etmek istedim. Sessizce.

Aşk üstüne konuşmayacaktım oysa,
Bitirmiştim aşka dair ne varsa kitaplarda ve
Söylenebilecekler söylenmiş, yaşanabilecekler hepten
Tükenmiş, anlatan anlatacağını anlatıp çoktan gitmişti nasılsa.
Lakin içerideki uyuyan fasılları uyandırıp pembeye boyamak,
Onlara en şefkatli sözleri söyleyip
Onların duvar diplerine bir gün gelip
En pembesinden gül açmalarını sağlamak
Dünyayı durdurmak kadar zordu*

Oturduğum yerde, kalbim ilk kez acıdı. Hayatım boyunca, yaşadığım ve mesleğim yüzünden yaşanmasını izlediğim tüm zorluklara ve çatışmalara rağmen, ilk kez kalbim acıdı. Kalp acısı denilen şey tuhaf bir şeydi, insanı soluksuz bırakıyordu. Kalp ağrısı, o gün öğrendim, tarif edilemez bir ağırlığa karışan nefessizlik duygusuydu. Ağlayamadım. Oturduğum bankta, burnumda kiliseden yayılan tütsü kokusu ve bedenimden ruhuma, belki de ruhumdan bedenime, yayılan tüm acıya rağmen, ağlayamadım. Benim, her anı ağlamak için bahane ilan eden, duygusal şair ruhum bile o an soluksuz kaldı. Birileri beni dövsün, hırpalasın istedim. Birileriyle kavga edeyim istedim. Birilerini ben döveyim istedim. Bağırıp çağırmak ve hıçkıra hıçkıra ağlamak istedim.

Yapamadım…

Geçtim artık çiçeklerden böceklerden,
Mevsimlerin  sarısından yeşilinden,
Denizden güneşten, ayın halesinden hilalinden,
“felsefe okuyorum desem”
İbni Sina’yı, Empedokles’i arıyorum
Bulunca kaçıyorum
Kaçarken boşluklardan birine düşüyorum
Düşerken bir el uzanıp tutuyor beni
Bir bakıyorum, İbn Rüşd Aristotales’in cümlelerine şerh yazarken
Bana uzanmış
“gel” diyor
“gelemem”diyorum.*

Bir süre sonra ısınmanın etkisiyle rahatlayan ellerime baktım ve birdenbire huzuru hissettim. Otuzsekizime iki gün kala, sevgili Hesse’nin dediği gibi, ruhu şad olsun, yaşadığım her zorluğun gerçekten beni güçlendirdiğini  o an, oturduğum o tahta sırada anladım. Güçlü olmak, kabullenmek anlamına geliyordu. Kabullenmek… Hey hat!

Kabullenmek; hayatta nefret ettiğim tek kelimeydi ve yaşadığım, o an deneyimlediğim  ne de inanılmaz bir  ironiydi!

Ben, ömrü boyunca her şey için savaşmış olan ben, kabullenme ile güçlü olduğumu ancak otuzsekize iki kala anlıyordum! Kabullendiğinde insan, uyumu yakalıyordu. Tuhaf ama, evrensel olanı kabullenmek, uyum anlamına geliyordu. Uyum, barış demekti. Barış, yine tuhaf bir şekilde, koşulsuz aşkı öğretiyordu; Tanrısal olanı.

Karşıtımız iyi bize
Bilmezler ki
Nasıl uyuşur karşıtlar
Uyumu karşıt gerilimlerin
Yay ile lir gibi
Bütündür karşıtlar bütün değil
Birbirini çekip iterek
Uyumludur uyumsuz
Bir her şeyden doğar
Her şey Bir’den
Herakletios/ Kırık Taşlar

Bir zaman sonra, zavallı rahibin şaşkın bakışları altında kiliseden çıkıp deniz kenarına yürüdüm. Karlar altındaki sahil, griye karışan beyaz gök, sanki hava günlük güneşlikmiş gibi dümdüz bir deniz…

Adım yüzünden miydi denize tutkum?
Adım yüzünden miydi, deniz kenarında saatlerce denizi seyretmeye doyamamam?
Kimbilir belki de, kendimi denize benzettiğim içindi, deniz kenarında huzur bulmam…

Ben, huzur, barış: O an sadece deniz ve ben, birbirimize baktık. O, tıpkı usta bir balıkçının sabırla balıkları beklemesini izler gibi, yüreğimin barışı kutsamasını seyretti.

{mosimage}İçimin çatışan duyguları yerini kabullenmenin verdiği tarifsiz huzura bıraktı. Huzur, doygun  bir kelimeydi. Acının savaşçı ruhu, nasıl hüznün şefkatine sığınıyorduysa, içimdeki savaşın  şiddeti de, kendini huzurun dinginliğine öylesi mutlulukla bıraktı. Esen rüzgar, tıpkı oğlumla yaşadığım günkü gibi,  burnuma deniz kokusunu getirdi. Her bir şeyle Bir olmak!

Kendimle ve evrenle barış… Otuzsekize iki kala, karlar altındaki İstanbul’da, denizin getirdiği yosun kokusu ve koşulsuz aşkla birlikte ben huzuru kutlayacaktım.

Ben aşk üstüne konuşmayacaktım oysa/ sus’ladım
Ellerimi bağladıklarında dilime acı biber sürdüler/ az çocuktum
Dediler aşk’a bulaşırsan yanarsın / doğrula’dım
Ben aşk ile barışmayacaktım oysa / -ladım, -ladım
Oysa ben aşka aşk diye bakmayacaktım*

Deniz Kite