Bitkiler âlemi yüz milyonlarca yıl süren evrimleşme süreci içerisinde inanılmaz sayıda ve çeşitlilikte cins ve türlerin varolmasına şahit olmuştur. Yaşama ve neslini sürdürme gayreti içinde her bitki türü düşmanlarını caydırmak, yok etmek veya uzlaşmak arzusuyla çok sayı ve çeşitlilikte kimyasal molekülleri sentezleyebilme özelliklerini geliştirmişlerdir. Nesli tükenip yok olan başarısız türlerin sayısını bilmek mümkün değildir ama halen dünyamızı süsleyen bitkiler en küçüğünden en büyüğüne kadar başarılı olanlardır. Bitkilerle tedavinin esasını bitkilerin sentezlediği kimyasal maddeler oluşturmaktadır. Bu kimyasallar vücutta bir takım fizyolojik değişikliklere yol açmakta ve bazı hastalıkların iyileştirilmesinde işe yaramaktadırlar.

İnsanlar yüzyıllar boyunca içgüdüsel olarak, hayvan davranışlarını gözlemleyerek veya deneme-yanılma yoluyla hangi bitkilerin zehirli, hangilerinin gıda, hangilerinin ise ilaç amacıyla kullanılabileceğini öğrenmiş ve bu bilgiler sürekli aktarılarak günümüze kadar ulaşabilmiştir.  Bizler bugün o bilgileri bilim süzgecinden geçirerek yeni ilaçlar keşfediyoruz veya geleneksel tıpta kullanılan bitkilerin yararlı özelliklerini ispatlıyoruz.

Basit bir yaklaşımla bakacak olursak, bir ilaç tableti ile bir tıbbi bitki yaprağı arasında pratik olarak fark yoktur. Her ikisi de vücutta etkilerini içerdikleri kimyasallar yoluyla yaparlar. Tabletin özelliği içindeki kimyasalın dozunun ayarlanmış olmasıdır. Yaprakta ise kimyasallar daha düşük dozda bulunurlar. Bu nedenle aralarında doz farkı vardır. Alınacak yaprak sayısı arttırılarak veya içindeki kimyasallar tüketme (ekstraksiyon) yoluyla zenginleştirilerek etkili doza ulaşılabilir. Anlaşılabileceği gibi bir maddeyi ilaç yapan onun vücuda verilebilecek şekle sokulabilmesi ve uygun dozudur. Bu da standardizasyonla sağlanır.


Tıbbi bitkilerin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Hakkari’nin güneyinde Kuzey Irak’ın kuzey sınırında bulunan Şanidar mağarasında Neanderthal insana ait iskeletlerin bulunduğu mezarlarda tıbbi bitkilere ait polenlere bolca rastlanmış olması M.Ö. 50.000 yıllarında o bölgede tıbbi bitkilerin kullanıldığının kanıtı olarak gösterilmektedir. Son 5000 yıllık dünya tarihinde bütün uygar kavimlerin bıraktığı eserler bitkileri hastalıkların tedavisinde kullandıklarına işaret etmektedir. Bunlar arasında Asurluları, Sümerleri, Hititleri, eski Mısırlıları ve daha yakın zamanlarda Roma, Grek, Bizans ve Osmanlı medeniyetlerini sayabiliriz. Geleneksel Çin Tıbbi ile Hindistan alt kıtasında hüküm süren Ayurveda, Siddha ve Yunani tıp sistemleri de çok köklü bir geçmişe sahiptir.
 
Ülkemizde tıbbi bitki denince akla aktarlar ve kocakarı ilaçları gelmekte. Yani, bitkiler halkın hemen hemen tüm kesimlerince sempatik bulunurken, tıp mensupları konuya şüphe ve kuşku ile bakmakta. Tabii bunun çeşitli sebepleri var. 1950’li yıllarda Tıp Fakültelerinin eğitim programlarından bitkilerle tedaviyi de içine alan Materia Medica dersinin çıkarılması sonucu, hekimlerimiz tıbbi bitkiler konusunda eğitim almadan mezun oluyorlar. Avrupa ve Amerika’da, hiç olmazsa, alternatif ve tamamlayıcı tıp adı altında bu eğitim verilmekte iken ülkemizde henüz bu konuda bir niyet veya girişim yoktur. Halbuki hekimlerimizin, kökenini bilerek veya bilmeyerek reçetelerine yazdığı morfin, kodein, papaverin, kinin, kinidin, atropin, hiyosin, digitoksin, digoksin, sennozit, taksol, rezerpin, rutin, vinkristin, vinblastin, mentol, timol, ökaliptol, ginkgo ekstresi, ginseng ekstresi, vb. gibi yüzlerce ilaç hammaddesi bitkilerden elde edilmektedir. Bir iki istisna dışında bütün antibiyotikler ve mantar öldürücü ilaçlar mikroorganizmalar tarafından üretilmektedir.  Bilhassa, Almanya’da bitkisel ilaç endüstrisinin gelişmiş olması ve piyasada çok sayıda bitkisel ilaç bulunması, 1980’lerin başında, halkın hekimleri reçetelerine bitkisel ilaç yazmaya zorlamaları sonucunu doğurmuş ve bu talep artışı, Tıp öğrencilerinin baskısıyla Tıp Fakültelerini ders programlarına bitkilerle tedavi dersleri koymaya itmiştir.   Ülkemizde ne yazık ki ilaç sanayiimiz çok az sayıda bitkisel müstahzar üretmektedir ve bu yüzden Türkiye ithal bitkisel ilaç ve çayların kontrolsüz pazarı haline gelmiştir. Pek çok bitkisel formül “gıda takviyesi” sınıfına dahil edilip Tarım Bakanlığının izniyle yurda girmekte ve Sağlık Bakanlığı’nın konuya gereken hassasiyeti göstermemesi yüzünden farklı standartlarda çok sayıda yerli ve yabancı bitkisel ürün kontrolsüz bir şekilde kullanıma sunulmaktadır. 

Bu konuda alınması gereken ilk ve en önemli önlem, tedavide kullanımı amaçlayan her türlü tıbbi bitkisel ürünün, ister ilaç, ister tıbbi çay isterse gıda takviyesi olsun sadece eczaneler eliyle satılmasını sağlamak olmalıdır. Zira, eczacı, tıbbi bitkiler ve bitkisel ilaçlar konusunda üniversite eğitimi almış tek meslek mensubudur ve ülkemizde ilaçların imalatı ve dağıtımı yasalarımıza göre sadece eczacılar tarafından yapılabilir. Sağlık Bakanlığı, Almanya’da olduğu gibi, Standart Çay Ruhsatları hazırlayıp, prospektüsleriyle birlikte resmi gazetede yayınlamalı ve bu ürünleri her eczane Bakanlıktan izne gerek olmadan hazırlayıp kendi etiketiyle eczanesinde satabilmelidir. Yetkisiz ve bilgisiz kişi ve kuruluşların bu ürünleri üretmesi, ithal etmesi ve dağıtması engellenmelidir.

Tedavide kullanılması önerilen bitkiler Türkiye’nin de 1994 yılından beri üyesi olduğu Avrupa Farmakope’sinde kayıtlıdır. En son baskısı 2005’de yapılan bu kitap ve ekleri Avrupa’da olduğu gibi ülkemizde de yasal uyma zorunluluğu olan bir resmi belge niteliğindedir. Türkiye’nin de üye verdiği çok geniş bir uzmanlar grubu tarafından titizlikle hazırlanan ve sürekli güncellenen Avrupa Farmakopesinde halen 200’ü aşkın tıbbi bitki standartı mevcuttur. Eczacıların temel kitabı olan farmakopedeki standartlar sentetik ve doğal ilaç hammaddelerinin kalite sınırlarını ve yapılması gereken standart test ve miktar tayini yöntemlerini belirlediği için ilaç kalitesinin sürekli iyi olmasının bir nevi teminatıdır.

Halk tarafından tedavide kullanılan bitkilerin sayısı tüm dünya’da 70.000 olarak tahmin edilmektedir. Ülkemizde 1000 kadar bitki tıbbi amaçlarla kullanılmaktadır. Dünya nüfusunun %80’i tedavi için tıbbi bitkilerden medet ummaktadır zira gelişmekte ülkelerde yaşayan bu nüfus modern tıp olanaklarından yoksundur. Çin ve Hindistan gibi nüfusu kalabalık ve genellikle yoksul ülkelerde geleneksel tıp sistemleri güçlüdür ve bugün de hükmünü sürdürmektedir.
Halkımızın bitkisel ilaçların kullanımı konusunda dikkatli ve duyarlı olması gerekir. Bitkilerle tedaviden iyi sonuç alınması şu faktörlere bağlıdır:

  • Doğru bitkinin, doğru zamanda toplanmış olması, doğru kısmının kullanılması
  • Taze kullanılacak bitkinin çürümeden kullanılması, kurutulacak veya işlemden geçirilecekse bunun uygun şekilde yapılması
  • İlacın doğru yöntemle, doğru şekilde ve uygun miktar hammadde kullanılarak hazırlanması ve doğru dozda alınması
  • O bitkisel ürünün ilaç hazırlamaya uygun miktar ve doğru bitki kimyasallarını içermesi
  • O bitkisel ürün ile ilgili bilimsel literatürün uzmanlarca doğru okunması, değerlendirilmesi ve doğru tıbbi tavsiyenin alınması

Bu beş unsur gerçekleştiği takdirde bitkisel tedaviden arzulanan sonuç alınabilir. Şurası unutulmamalıdır ki ev ilaçlarının hazırlanmasında kullanılan ıhlamur, nane, kekik, adaçayı, rezene, dereotu meyvesi, anason, papatya, salep, zencefil, kakule, vs. gibi masum bitkiler sadece basit rahatsızlıkların semptomatik tedavisinde kullanılmalıdır. Daha ciddi hastalıklarda mutlaka modern tıbbın olanaklarından yararlanmak gerekir. Üzerinde yeterince toksisite testleri ve klinik deneyler yapılmamış veya çok uzun süredir halk arasında güvenli ve etkili kullanımı bilinmeyen bitkilerle kulaktan dolma eksik bilgilerle yapılacak tedavi girişimi hüsranla sonuçlanabilir. Zira, bilinmelidir ki, bitkiler de vücuttaki etkilerini diğer ilaçlarda olduğu gibi içerdikleri kimyasallar yoluyla gerçekleştirirler. Yanlış ilaç kullanımı nasıl komplikasyonlara ve istenmeyen durumların oluşmasına yol açabiliyorsa, yanlış bitki kullanımı da benzer istenmeyen sonuçları doğurabilir.

İlaç sanayiinin bitkisel ilaç geliştirmeye yönelik yatırım yapmakta tereddütlü davranmasının bir nedeni bitkilerin patentlenememesidir. Kullanım yolu patentlenebilir ama sanayi bunu yine de bir risk olarak görmektedir. Bir başka risk, geleneksel kullanımı olan bir bitkiden ilaç geliştirildiğinde, ilk bilginin sağladığı yöre insanının o ilaçtan hak talep etmesidir. Ancak, pek çok firma ürettiği standart bitki ekstrelerinin etkilerini ve güvenirliklerini klinik deneylerle ispatladığı için dünya çapında başarı sağlamış bitkisel ilaçları piyasaya sürebilmiştir. Ginkgo biloba (Mabet ağacı) yapraklarının standart ekstresi ülkemizde Tebokan adıyla beyinde kan dolaşımını düzenleyici etkisinden ötürü çok satılan ve bilhassa yaşlıların kullandığı reçeteli bir bitkisel ilaçtır.
Yaptığımız bir ön incelemeye göre dünya üzerinde 96 bitki üzerinde 748 adet klinik deney yapıldığı anlaşılmıştır. Bunlar arasında meyan kökü 67 deneyle ilk sırayı almaktadır. İkinci sırada 52 deneyle sarı kantaron yer almakta, onu 42 deneyle sarımsak izlemektedir.

Gönül ister ki her tıbbi bitki klinik deneylere tabi tutulabilsin. Ama ne yazık ki klinik denemeler yüksek maliyetli ve zahmetli uygulamalardır ve bu maliyeti ancak büyük ilaç firmaları yüklenebilir. Bu nedenle, ancak, hayvan deneylerinde olağanüstü etki gösteren bitkiler üzerinde klinik deneme yapılmaktadır. Piyasada reçeteli bitkisel ilaçların azlığı yukarıda sıraladığım sebepler yüzündendir. Yine de bitkiler âleminin büyük bir potansiyel taşıdığı bu sanayi tarafından kabul edilmektedir. Zira, dünyamızda mikroorganizmalar 3.8 milyar yıl; algler 1.8 milyar yıl; kara bitkileri ise 450 milyon yıldır evrimleşmektedir. Bu canlıların sahip olduğu biyokimyasal çeşitlilik bilim adamlarının sentezleyebileceğinin çok çok üstündedir. Bu potansiyel kaynağın sadece %10’unu iyi-kötü incelediğimizi farz edersek, dünyamızın sahip olduğu biyokimyasal çeşitliliği yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla kullanabilmek için daha çok çalışmamız gereklidir.

Hüsnü Can Başer