Stajyer doktorluğumun ilk zamanlarıydı. Adımın önüne “Stj. Dr.” yazmanın gururuyla etrafta arz-ı endam eyliyordum. Bu dönemde nöbetler çok öğreticidir. Teorik bilgilerinizi pratikle harmanlamak için bulunmaz bir fırsattır nöbetler. Bende ilk kez nöbete kalıyordum. Hastanenin ön kapısı mahşer yeri gibiydi, hastaların biri gidiyor, biri geliyordu. Bunlardan bazıları ileri tetkik ve tedavi amacıyla müşahade odalarına alınıyor, hastalığın durumuna göre de başka servislere naklediliyordu. O gece acil servis gibi, müşahade odası da hastalarla doluydu. Yoğun hasta sayısına oranla az sayıdaki hemşire, sabahtan beri, tansiyon ölçmek, serum takmak, ateş ölçmek ve hasta yakınlarına izahat vermekten yorgun ve bitap düşmüşlerdi. Hemen hepsinin yüzlerinde işlerini kanıksamış ve bıkkın ifadeler göze çarpıyordu. Acı çeken, inleyen, solunum sıkıntısı yaşayan hastalarla dolu bu acil dahiliye servisinde ilk kez nöbete kalıyordum. Nöbetçi doktorun hali de hemşirelerden farklı değildi ancak o çok daha meşgul görünüyordu. Arka arkaya gelen hastalara hiç ara vermeden bakarken hemşirelerin verdiği bilgilere göre gidip arkada yatan hastaların çıkan sonuçlarına bakıyor, durumlarını kontrol ediyor, yeni tedaviler düzenliyordu. Bense zaman zaman tansiyon ölçerek ya da serum takarak hemşirelere, reçete yazarak ya da anamnez (tıbbi sorgulama) alarak doktora yardımcı olmaya çalışıyordum. Bu yoğun tempodan adeta başım dönmüştü, bir yandan yardımcı olmak isterken bir yandan da olabildiğince çok şey öğrenmeye çalışıyordum.

Müşahade odasındaki ilk yatakta burnuna oksijen takılı yaşlı bir amca vardı. Yanı başında bekleyen hanım da karısı olmalıydı. Kronik kalp yetmezliği nedeniyle tedavi ediliyordu. Bir sonraki yatakta ise tansiyonu ilk geldiğinde 24/12 ölçülen Karadenizli bir teyze vardı. 2 kişi başında, 2-3 kişi de dışarıda bekliyordu. Öğrendiğime göre oğlu ile gelini o sabah büyük bir kavga etmişlerdi. İki adet dilaltı Nidilat patlatılmasına rağmen tansiyon bana mısın demiyor yüksek seyretmeye devam ediyordu. Bir başka yatakta 3 gündür ishal olan soluk yüzlü bir genç vardı, serum bağlanmış ve hızlıdan gidiyordu. Yanında kendisi gibi soluk tenli bir öğrenci vardı. Yakınlarda bir yurtta kalan üniversite öğrencileriydi bunlar, gıda zehirlenmesi olduğu düşünülüyor, gaita ve kan tetkiklerinin sonucu bekleniyordu. Başka bir yatakta 50 yaşlarında hafif kilolu bir adam yatmaktaydı ve EKG’si çekilen hastanın kardiyolojiye sevki için boş yatak haberi bekleniyordu. Verilen morfine rağmen çektiği korkunç acı yüzünden okunabiliyordu. Yakınları korku, panik biraz da öfkeli bir sabırsızlık içindeydiler.

Nöbet tuttuğum o gece tüm hastaların durumu, hastane şartları, hemşirelerin, hasta bakıcıların ve hastalar ile hasta yakınlarının durumları beni etkilemişti. Ancak bu hastalar içerisinde bir tanesi vardı ki beni en çok etkileyen o olmuştu. Köşedeki yatakta 16 yaşlarında bir kız çocuğu vardı ve akşamdan beri karnını tutarak acı içinde kıvranıyordu. Annesi elini tutup başını okşamaktan başka bir şey yapamıyor, yavaş giden bir serumdan başka hiçbir tedavi de yapılmıyordu. Duygularını saklamaya çalışan babası, çaresiz ve yalvaran gözlerle etrafına bakınıyor, neden olduğunu anlamakta güçlük çekiyor, bu sıkıntısı da yüzüne yansıyordu. O kız ve ailesi için üzülüyordum. Baba bu ilgimi fark etmiş olacak ki hiç olmazsa bir ağrı kesici iğne yapılması için neredeyse yalvardı. Hemşirelere neden bir ağrı kesici yapılmadığını sorduğumda ise ‘talimatlar böyle’ yanıtını aldım. Bunun üzerine bir fırsatını bulup doktora konuyu açtım ama olumsuz yanıt aldım. Ancak o yoğunlukta nedenini de öğrenemedim. Sadece genel cerrahinin gelip görmesinin beklendiğini söylenmekle yetindi. Neyse ki bir süre sonra ameliyattan çıktıkları belli olan yeşil kıyafetli cerrahlar geldiler. Kızcağızın canını daha da acıtarak muayene ettiler, aralarında konuştular tam bir karara varamamış olsalar gerek ki; kan idrar, ultrason gibi tetkikler isteyip gittiler. Artık bir ağrı kesici yapılacağını umuyordum ki yine hayal kırıklığına uğradım. Buna bir anlam veremiyordum ve hasta yakınlarının “duygusuz doktorlar” serzenişlerine hak vermeye başlamıştım…

Bir süre sonra cerrahlar yeniden geldiler. Bu defa daha deneyimli biri daha vardı yanlarında ve yaptırılabilen tetkiklere baktı, acı veren muayeneyi bir kez de o yaptı. Cerrahi servisine gönderilmesini isteyip çıkıyordu ki bütün cesaretimi toplayıp şikayet edercesine sordum: “Abi kızcağız sabahtan beri acı içinde kıvranıyor, bir ağrı kesici bile yapmıyorlar, siz söyleseniz de bi…” daha sözümü bitiremeden sert bir ifadeyle bakarak “Hayır!” dedi, sonra da aceleyle yürüyüp gitti…

Başımdan geçen bu olayda nasıl bir yanılgı içinde olduğumu daha sonra anladım. Ancak apandisiti patlamak üzere iken ameliyat edilerek kurtarılan o kızcağız ve ailesi ağrı kesici verilmemesi gerektiğini, doktorların aslında doğru olanı yaptıklarını anlamışlar mıdır bilmiyorum. Burada elbette bir iletişim ve bilgilendirme sorunu vardı ama o yılların Cerrahpaşa acilinin şartlarında bunu mazur görmek gerek sanırım…

Gelelim genç kıza ağrı kesici verilmemesinin nedenine. Ağrı, vücutta bir şeylerin yanlış gittiğinin en yalın ifadesidir. Bizler ağrı sayesinde bir yerimizde bir sorun olduğunu anlarız. Doktorlar ise ağrının yeri, şiddeti, sıklığı ve yayılımı vb. gibi etkilerine bakarak hastalıkları teşhis etmeye çalışırlar. Genç kızın acısını dindirmek için ağrı kesici vererek belirtileri örtmek yerine, tablonun daha da oturmasını bekleyerek doğru olan yapılmıştır aslında. Ama gelin görün ki acı çekenin bunu anlaması zordur. Her ne kadar gelişen teknoloji sayesinde artık daha çabuk teşhis yapılabiliyorsa da yapılanların doğruluğu bu gün için bile geçerliliğini korumaktadır.

Yukarıdaki anlatıda görüldüğü üzere bazen bir ızdırabı dindirmek için alınan ilaç bile doğru olmayabiliyor. Oysa ülkemizde son yıllarda reçeteli ya da reçetesiz ilaç kullanımı büyük bir hızla artıyor. Tamam, dünyanın en çok ilaç kullanılan ülkesi değiliz ama tüm sağlık harcamalarımızdaki ilaca ayrılan oran çok yüksek. Adeta leblebi gibi hap tüketiyoruz. Tabi bunların önemli bir kısmının kullanılmadan çöpe gittiğini de unutmamak lazım.

Türkiye de Sosyal Güvenlik Kurumlarının toplam sağlık harcamaları içinde ilaç giderlerinin payı yaklaşık %45-50 arasında seyretmektedir. Başka bir ifade ile Sosyal Güvenlik Kurumları toplam sağlık harcamalarının yaklaşık yarısını ilaç ürünleri için kullanılmaktadır. 1998-2002 döneminde Bağ-Kur ve Emekli Sandığı tarafından gerçekleştirilen ilaç harcaması bu iki kurumun toplam sağlık harcamasının %55-60’ını oluştururken, SSK ilaç harcamaları kurumun toplam sağlık harcamasının %33-38’ini oluşturmuştur. Devlet memurları ve bağımlıları için yaklaşık 600 trilyon TL. ilaç ürünü harcaması yapmıştır. Bu devlet memurları için yapılan toplam sağlık harcamasının %52 gibi büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Sosyal güvenlik kapsamında olmayan bireylerin doğrudan kendileri tarafından ilaç alımı için yaptıkları harcamalar ilgili kesin ve sağlıklı veriye ulaşmakta ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır.

Dünyada son zamanlarda ulusal ilaç harcamaları toplam sağlık harcamalarının %7 ile %66’sını oluşturmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde ulusal ilaç harcamaları toplam sağlık harcamalarının % 24 ile % 66’sını oluştururken, gelişmiş ülkelerde bu oran % 7 ile % 30 arasında değişmektedir. Türkiye’de son 5 yıllık dönemde ilaç harcamaları toplam sağlık harcamalarının yarıdan fazlasını oluşturmaktadır.

Antibiyotiklerin ise genel ilaç tüketimi içindeki payı ABD’de yüzde 3.3, Japonya’da yüzde 4.9, Fransa’da yüzde 3.7, Almanya’da yüzde 2.9, İtalya’da yüzde 6.1, İspanya’da yüzde 4, İngiltere’de yüzde 3.6, Kanada’da yüzde 2.8, Brezilya’da yüzde 7.3, Rusya’da yüzde 5.5, Avustralya’da yüzde 3.1, Hollanda’da yüzde 2.5, Yunanistan’da yüzde 4.5, Polonya’da yüzde 6.4, Portekiz’de yüzde 3.8, Türkiye’de ise yüzde 12.9.

Ülkemiz de ilaç harcamalarının Avrupa ülkelerine oranla çok düşük düzeyde olduğu söylenebilir. Ancak sağlık sektörüne ayrılan kıt kaynakların yarıya yakın kısmının da tedavide sadece bir unsur veya araç olan ilaca gitmesi ülke sağlık politikacısı ve ekonomistlerin ele alması gereken bir konudur.

Modern yaşamın hızlı temposu içinde rakiplerimizi geçerek başarılı olmak, yöneticilerimizin takdirini kazanmak, yada sorumluluklarımızı yerine getirmek için kendimizi zorlarız. Bu zorlanmalar esnasında fiziksel ve ruhsal aşırı yüklenmeler yaşarız. Bunun sonucu olarak da zaman zaman ağrılar kaçınılmaz olur. Aslında bizi uyaran ve istirahata sevk eden bu ağrıları dindirip yoğun tempomuza devam etmek isteriz. Özellikle uykusuzluk ve yorgunluktan başımız ağrımaya başladığında hemen ağrıkesicilere sarılırız. Bunu sık sık yapmamız ise büyük ihtimalle bir süre sonra bizi durduracak daha büyük bir hastalığın ortaya çıkmasına yol açabilir.

Şunu vurgulamak isterim: Doğru kullanıldığında ilaca karşı değilim, ilaç ve aşı teknolojisi olmasa bu güne kadar çok canlar kaybederdik. Benim karşı olduğum gereksiz ya da gereğinden fazla ilaç kullanmaktır. Çünkü hastalığın semptomlarını (belirtilerini) ortadan kaldırmalarının yanında, yan etkileri de olabilen maddelerdir ilaçlar. Günümüzde ilaç sanayi çok büyük ve gelişmiş bir sektördür. Birleşme ve satın almalarla tekelleşmeye doğru bir gidişat vardır. Yerli ilaç sanayi, kar etme ilmini çok daha iyi bilen küresel öncüllerinin yanında her geçen gün daralmaktadır. Her şeyde olduğu gibi yüksek karlılık her türlü insani kaygının önüne geçmeye başlamıştır. İşin bu tarafını da göz önünde bulundurarak, sıklıkla kullanılan bazı ilaç gruplarını biraz açmakta yarar var.

Ağrı kesiciler ki bunlar aynı zamanda ateş düşürücüdürler (ör. Parasetamol): Ağrımızı dindirerek bizi rahatlatır ancak hastalık belirtilerini gizleyerek vücudumuzun, esas problemin farkına varmasını geciktirerek kendi kendini iyileştirme yeteneğini azaltırlar. Soğuk havalarda ve ısıya ihtiyaç duyulan durumlarda alınırsa, vücudumuz ihtiyaç duyduğu ısıyı üretmekte zorluk çeker. Tedavisi olmayan kronik hastalıklarda kullanılabilir elbette ama ağrıya ve ateşe biraz olsun dayanmaya çalışmak bu arada ağrının esas nedenini bulup gidermeye çalışmak hiç kuşkusuz daha doğrudur.

Antienflamatuarlar: (antiromatizmal yada romatizma ilaçları) bu grupta bir çok ilaç vardır. Bunlar da kuvvetli ağrı kesicilerdir ama yan etkileri daha fazladır, buna rağmen son yıllarda bu gruptaki ağrı kesicilerin kullanım oranı artmaktadır. Aslında bunun manası şu demektir: “Başım çok ağrıyor, Sebebiyle uğraşacak zamanım yok –hatta biliyorum da- bir an önce ağrım kesilsin, gerisi önemli değil!..”

Vücudumuzun, bir yerindeki sorunla mücadele etmesi esnasında ortaya koyduğu hücresel tepkiye enflamasyon denir. Bu mücadele esnasında bölgeyi hareketsiz hale getirmek gerekir, bunun için fonksiyon kaybı ve ağrı, tamirat için malzeme ve tedavi edici usta hücreler sevk edildiği için ödem dediğimiz şişlik, artan kan dolaşımı nedeniyle kızarıklık ve ısı artışı oluşur. Bu belirtiler tıp öğrencilerine ilk öğretilen bilgilerdir. Ancak zaman içinde tecrübeyle kavrayacakları bilgiler de olacaktır. Bize acı verse de bu enflamasyon çoğu zaman hastalıktan kurtulmak için olması gereken bir iyileştirme faaliyetinden başka bir şey değildir aslında. Ağrıyı dindirme pahasına hastalıkla esas mücadeleyi yani enflamasyonu durdurmak bazı durumlarda sakınca yaratabilir. Özellikle kortizonlu olan antienflamtuar ilaçlar iki ucu keskin bir bıçak gibidir. Bazen daha az zararlı olan durumu tercih etmek durumunda kalsak da çok dikkatli olmak gerekir.

Tansiyon ilaçları: tansiyon genellikle hayati doku ve organlara yeterli oksijen ve gıda gidemediğinde ortaya çıkar. Kalp daha fazla kan pompalamaktan bitap düşer. İlaçlarla yük olan tansiyonu düşürmek bazı organların hasar görme olasılığını azaltır ama genelde sorunu kalıcı olarak çözemeyebilir. Devamlı tansiyonu düşürmeye çalışmak yerine mümkünse tansiyonun esas nedenini bulup tedavi etmek gerekir. Kalp böbrek ve damarsal kaynaklı yüksek tansiyon hastalığının yanında asabi olanların oranı hiç de az değildir,özellikle de Karadeniz bölgesinde!..

Kolesterol ilaçları: Diyete özen göstermek yerine kolesterol ilaçları kullanmak kandaki kolesterol seviyesini düşürür gibi görünmektedir ama kolesterolün tamamen vücuttan atıldığı yanılgısına düşülmemelidir. Büyük olasılıkla bazı organlarda ve damar cidarlarında birikip vücut için sıkıntı yaratmaya devam edeceklerdir. Yüksek Kolesterolün esas neden kolesterolün aşırı üretiminden çok, yanlış beslenme ve hareketsizlikten doğan dengesizliktir.

Antigripaller, dekonjestanlar: Bu grupta da sayısız ilaç vardır. Neyse ki sonunda reçetesiz satılması kısıtlandı. Nezle grip olduğumuzda bizleri rahatlatırlar ama vücudun viral enfeksiyonlara karşı doğal karşı koyma yeteneğini de o ölçüde engellerler. Grip hastalığındaki belirtiler de aslında vücudun virüslere karşı bir savunmasıdır. Hapşırıkla uzaklaştırmaya, burun akıntısı ile yok etmeye, öksürükle akciğerlere gitmesini engellemeye, ateşle virüsü yavaşlatmaya çalışır vücudumuz. İlaçlarla bu belirtileri gidermeye çalışmak bizi bir ölçüde rahatlatsa da iyileşmeyi geciktirebilir. Neyse ki meşhur grip salgınımız bize, gripte -en azından- antibiyotik kullanmanın beyhudeliğini göstermiş oldu.

Antibiyotikler: Maalesef bilinçsiz ve gereğinden fazla kullanımına çok şahit olduğum ilaçlardandır. Birçok viral kökenli hastalıkta hemen kullanılır. Hatta antibiyotik önermediğim zamanlarda olumsuz karşılandığımda olmuştur! Antibiyotikler hastalık yapıcı zararlı bakterilerin yanında yararlı bakterileri de yok ederler. Hele bakterilerin rakibi olan virüslerle hastalanmışsak, bu yararlı bakterilerin antibiyotiklerle ortadan kaldırılması -ortamı sadece virüslere bıraktığı için- faydadan çok zarar getirir. Ancak birçok genç arkadaşımız bakterilerin yol açabileceği tehlikelerden korkarak şüpheli durumlarda antibiyotik kullanmayı tercih etmektedirler. Böylece hasta da hekim de riskten kaçmak isterken daha büyük bir tehlikeye maruz kalmaktadır. En büyük tehlike ise antibiyotik direnci tehlikesidir. Antibiyotiklere, giderek artan oranda direnç gelişmekte ve yeni yeni antibiyotikler bulunması için çalışmak kaçınılmaz olmaktadır. Gripal enfeksiyonların oluşumunu ve ilerlemesini engellemede antibiyotikler işe yaramaz, ancak üzerine bir bakteri enfeksiyonu eklendiğinde kullanılmalıdırlar, kısaca viral enfeksiyonlarda var olan tek ve en güçlü silahımız zamanında güçlendirmiş olduğumuz bağışıklık sistemimizden başkası değildir.

Tam da bu noktada, vitaminler, antioksidanlar ve bağışıklık sistemi güçlendiricilerinden de bahsetmeden geçmek olmaz sanırım. Yapılan araştırmalar sağlıklı beslenen bireylerde ekstradan alınan vitaminlerin pek de fazla bir etkisinin olmadığını göstermektedir. Birçok ilaç gibi vitaminlerde çoğunlukla doğada bulunan bitkilerden elde edilirler. Bir yandan bu faydalı maddelerden ilaçlar oluşturularak satışa sunulması, bir yandan da pazarlama teknolojisinin yiyeceklerimizin doğal tat ve şifasını azaltması günümüzde hastalıkların ilaçlarla tedavi edilmesinin artmasının bir başka nedenidir. Oksidasyon denilen bozulmuş ve artık moleküllerin vücudumuzda birikerek hastalıklara neden olmasını önleyen de yine bol miktarda anti oksidan içeren taze ve doğal bitkilerdir. Sağlığın kaynağı tanrının bizler için yarattığı doğal yaşam ve sevgidir. Oysa bunun yerini bugün daha fazla kar yapma isteği ve yoksulluk kaygısı almıştır. Doğanın yerini yapaylık, sevginin yerini korku ve kaygılar alınca da hastalıkların artması kaçınılmaz olmaktadır. Doğalını bulabilirseniz eğer “her gıdadan azar azar” yemeliyiz ama hiç bir şeyden “bol bol” değil! İşte o zaman vitamin haplarına ihtiyaç kalmaz. Özellikle büyük kentlerde katkı maddesiz hormonsuz bozulmamış, taze gıda bulmak neredeyse mümkün değil. O nedenle arada bir vitamin hapı almak yararlı olabilir.

Kısacası toplumsal hafızamızdaki Lokman Hekimlik denilen şey, şifa bulmak için bizi hekime, hastaneye ve eczaneye götüren olgudur. En ufak bir rahatsızlıkta hiç düşünmeden ilaç kullanmak, başlangıçta yarar sağlar görünse de uzun vadede başka sorunlara yol açabileceğini unutmamak gerekir…

Seyit Aydoğmuş