Hani buğulu bir camdan izler gibi izlersin ya hayatı bazen… Geçmiş, gelecek ve yarın birbirine karışmıştır, oturduğun yerden Tanrı gibi izlersin hayatı, Tanrı sıfatı olan, Latince’deki ‘omni present’, biçilmiş kaftandır bu ruhsal durumu betimlemeye.
Neden, niçin, ne sebeple senin başına gelmiştir bütün bunlar? Hepsi aynı anlama gelen ve ‘arayışa cevap bulmak’ için sorulan o soruları tekrar eder durursun. Oysa cevapların her biri kafanın bir yerinde darmadağınık bir şekilde onları birleştireceğin günü bekler. Ama sen bir türlü o arkasına saklandığın buğulu camdan başını çıkartıp da kendini kavrayamazsın.

Bir üniversite öğrencisiyseniz, hayatınızın en zor ama keyifli, en monoton ama en telaşlı günlerini yaşıyorsunuzdur. O zamanlar ben 19 yaşındaydım. Bir üniversite öğrencisi gününü nasıl geçirirse öyle geçiyordu günlerim. Kimi zaman kuş gibi hafif, kimi zaman kalın ders kitaplarının altınca karınca misali… Ama hep koşturacak, yapacak bir şeylerim vardı. Derslerden geçme ve okulu bitirip kendi hayatıma ‘başlamak’ arzusu aklımın hep bir köşesindeydi. Hayat sanki diplomayı ellerime aldığım gün ‘başlayacaktı’. Oysa benim için başlayacak şey, ben bilmesem de hayat değildi, onun provasıydı ve çok kötü başlayacaktı.

Üniversite 2. sınıfta bir insanla tanıştım. Hayatımı çizmem gereken noktada en büyük hatayı yapıp ailemin asla onay vermeyeceği biriyle bir birliktelik yaşamaya başladım. Çok toy, çok masum ve her şeyden çok habersizdim. Daha 19 yaşındaydım evet, lahana bebeklerden farksız bir kokum, titrek gözlerim ve son derece manevi bir dünyam vardı. Küçük ellerim ve minyon suratım ilerleyen yaşa rağmen beni ailemin gözünde hep minik kızları olarak asla büyütmeden koruyordu. Her güzel şeyin sonu olduğu gibi, benim küçük, ilk gençlik aşkımın da sonu ayrılık olmuştu evet. Ağladım, üzüldüm ama o noktadan sonra başıma gelebileceklerin meğerse daha ne büyük acılar getireceğini o zamanlar bilmiyordum.

Üniversite son sınıfta tecavüze uğradım. Hem de kim olduğunu bile bilmediğim biri tarafından.
Polisin aşağılayıcı bakışları arasında doktora gönderildim. Ama şikayette bulunacaktım.
Yılmak yoktu, titrek gözlerimle kadere ve Tanrı’ya meydan okuyacaktım.
Sonrasında kendimle çelişircesine ilahi adalete sığındım. Dünyevi adalet beni öksüz bırakacaktı çünkü o mahlukat asla yakalanamadı. Kur’an okuyarak ve manevi dünyamı daha da genişleterek sığınaklar yarattım kendime.

Titanik belki de izleyip de ‘işte bu benim’ dediğim tek varlıktı. Bir geminin tahta ve suntadan yapılmış gövdesinde bile minik gövdemin yaralarını gördüm. Hissettim. Titanik bendim, her ne kadar dua edersem edeyim, yara almıştım ve batıyordum. Tanrı beni asla yalnız bırakmadı. Öylesine ki; hayatımın başka hiçbir döneminde Tanrı’nın varlığını o dönemde hissettiğim gibi hissedemedim bir daha.

Yıl 2002; sevdiğim adamla tanıştım. Birlikteliğimiz boyunca her şey çok güzeldi, beni olduğum gibi
ve kayıtsız şartsız kabul etmiş, başının üstüne koymuştu. Seviyorduk birbirimizi Tristan ve Iseult gibi.
Gelinlik görünce o beni, damatlık görünce ben onu düşünüyor, evimizin eşyalarını hayal ediyor,
bunları birbirimize anlatıyor ve tek beden olarak, karı koca olarak aynı yastığa baş koyacağımız günleri
iple çekiyorduk.

Olmadı.
Yine tokat yemiştim, Titanik üçüncü kez buz dağına çarpmıştı.
Ailem bu kez de onay vermemişti.

Ardından dünyayı bir kez daha başıma yıkacak bir haber daha aldım.
Doğum günümün sabahında aldığım bu haber belki de eski Derya’nın ölümü ve yenisinin doğum günüydü.
O çok sevdiğim insandan bana HPV (Human Papilloma Virus – Genital Siğil) adı verilen cinsel yolla bulaşan bir hastalık geçmişti.

Duygularım öylesine iç içe geçmişti ki, ailemin tepkisi, bana tavır almaları, beni dışlamaları,
cinsel hastalıklı Derya diye nefretle bakmaları yaşadığım ruhsal travmayı iyice kötüleştirmişti.
Her geçen gün “kendimi anneme nasıl affettirebilirim”in hesaplarını yapıyordum.

Ruhum boğazımdan çıkacakmış gibi kalbime ağırlık yapıyor, söylenilen hiçbir şey bu kalbimdeki baskı hissini hafifletmiyordu. Hesap vermeliydim. Aileme, beni sevenlere ve kendime; yaptığım bu iğrençlik için hesap vermeliydim.

Yoksa ölecek miydim? AIDS’e mi benziyordu bu HPV? Neyin nesiydi, neden bendeydi?
Benim sadece bir tek ilişkim olmuştu, ben fahişe değildim!
Neden şimdi? Neden hayatımın en güzel zamanlarında, yaşıtlarım gönüllerince yaşarken, ben odalara kapanıyor ve bir asosyal gibi affedilmeyi bekliyordum.

Camdan aynı apartmanda oturduğum çocukluk arkadaşlarımın kafelere, sinemalara giderken yüzlerindeki
o bilinmezlik ve heyecan tebessümünü görüyor, dışarı çıkma iznim olmadığı için ağlıyordum.
Özeniyordum genç olmaya. Çünkü Titanik yara aldıktan sonra artık genç ve dinamik, yenilmez, sağlıklı Titanik olmayacaktı. Hep bir tarafı eksik, mağlup ve mahcup Titanik olarak tarihe geçecekti.

Sağlıklı olmaya ve saygı görmeye hakkım yokmuş gibi hissediyordum. O bir yıl boyunca ben saygı görmedim. Ben aşağılandım ve yok sayıldım. Ev hapsimin bitmesi ve affedilmek gibi bir umudum kalmamıştı.

Bu arada sahip olduğum iğrenç hastalık yüzünden tedaviye başlanacaktı. Annem bu konunun çok utanç verici olduğunu söyleyip duruyordu. Ailemizi böyle bir leke altında bıraktığım için kendimden utanmalıydım. Utanıyordum da. Bunu bana bulaştıran kişiden nefret etsem de, onu seviyordum da!
Geçmişte yaşadığım her şeyin bir bedeli vardır deyip duruyordum kendime. Bu kadar çok sevdiğim ve ailemin karşı çıktığı bir ilişkiyi sürdürdüğüm için belki de ceza olarak verilmişti bu bana.

İlk fark ettiğimde siyah/gri renkli bene benzer şeyler vardı genital bölgemde. Önceleri sayıları bir iki adet iken aylar sonra baktığımda sayıları 50’yi bulmuştu. Tedavisi de zor olacaktı. Çünkü sonradan doktorun söylediğine göre tedavi edilmezlerse çoğalacaklardı. Hakikaten de öyle oldu. Ben farkında olmadan sayıları birden çoğaldı ve her geçen gün artıyordu. Garip olan ve belki de doktora gitme fikrini insana vermeyen şey bu ben görünümlü lekelerin hiç acımaması, kaşınmaması veya hiçbir başka rahatsızlığa sebep olmamasıydı.
Tedavi öncesi kontrol için doktora gittiğimde lazer ameliyatı olacağımı söyledi.

Hakikaten de büyümüş olan siyah renkli ‘ben’ lerin (ki ben onları ben sanıyordum!!) yanında dikkatle bakıldığında bir de toplu iğnenin ucu kadar minik siyahımsı noktacıklar görünüyordu. Meğerse bu
noktacıklar da büyüdüklerinde, çoğaldıklarında büyük ‘ben’ lere dönüşüyorlardı. Virüsün yarattığı siğillere boşuna kondilom demiyorlarmış, kondilom karnabahar görünümünde olan demek. Bir kaç tane noktacık bir araya gelip karnabahar görünümünde büyüyor ve tedavi edilmediğinde deride geri dönülemez hasara sebep veriyor. Öğrendim ki Hpv virüsünün 100 civarında türü varmış ve değişik türleri vücudun farklı bölgelerinde siğillere sebep olabiliyormuş, bazıları da, ki en tehlikeli türleri siğil yapmadan rahim ağzına ilerleyip rahim ağzı kanserine sebep olabilenleriymiş, ki bunların teşhisi smear denen testle mümkünmüş.
Parmağımda çıksa sorun yoktu ama öyle bir yerdeydi ki…
Tedavisiyse; lazer, koter (elektrikle), kriyoterapi (dondurarak) veya topikal solüsyonlarla (kremler) siğilleri yok etmek, yani yakılmaları… Sonradan öğrendim ki en büyük ilacı moralmiş!

Bir sabah kolumdan tutuldu ve doktora gidildi. Operasyon yapılacaktı.
Lazerle HPV virüsünün sebep olduğu genital bölgemdeki siğiller yakılacaktı
Yakılmak?
Orayı?
Nasıl?
Acıyacak mı?
Ne olur yapmayın bunu bana!!!

Hafta sonuna gün verildi ve bir Cumartesi günü ameliyata alındım.
Ameliyattan çıktıktan sonraki acı bana ‘iyileşme’nin ilk sinyalleri gibi geldiği için dayanmayı seçtim. Dayanacaktım, atlatacaktım ve sonunda bütün günahlarımdan arınmış ve tertemiz bir Derya olarak hayata yeniden başlayacaktım. Kirli değildim ama kirlenmiş hissediyordum.

Ağrı kesicilerim, yanık kremlerim ve bir sürü ilaçla evimizin yolunu tuttuk. Odamda yatağım hazırlanmış, televizyonum yataktan görebileceğim şekilde konmuş ve başucuma bir sürü Cosmopolitan, Bazaar, Elle gibi genç kızların okumaktan hoşlandıkları ve iyi vakit geçirdikleri dergilerden bırakılmıştı.

Bu yatak istirahati ve birinci derecede yanık bir genital organın iyileşmesi için geçecek süre yaklaşık
bir buçuk aydı. Bu sürenin ilk iki haftasında her tuvalete gidişimden sonra tentürdiyotlu suyla yaralarımı temizliyordum. Dokunmak imkansızdı, yanan yerler bir süre sonra sümüksü kıvamda iltihaplara dönüştü, dişimi sıktım, dedim ya dayanacaktım.

Sonunda ilk kez pantolon giydiğim günü hatırlıyorum. Açık mavi, Zara’dan aldığım bir kapri pantolondu.
Evet, yaz gelmişti ve ben dışarı çıkacak, arkadaşlarımla en sevdiğim kafede cheesecake yiyecektim.
Benden mutlusu yoktu. Titanik’in yarası biraz onarılmış, artık daha az su alır hale gelmişti.
İyileştiğimi –bedenen- ilk kez o gün hissetmiştim.1 buçuk ay sonunda hürdüm işte!
Kafamda yüz binlerce soru işareti vardı ama ben kuşlar kadar hafiftim.

Annemle de barışmıştım. Çektiğim onca acı onun beni bağrına basmasını sağlamıştı. Beni o şekilde acı içinde kıvranırken gördüğünde bana kötü davranarak aslında bende, aşağıdaki yaralarımdan çok daha büyük ve derin yaralar açtığını o da fark etmişti demek ki. Bunu fark etmesinde bir başka etken de benim ona ithafen yazdığım ama asla vermeye cesaret edemediğim ufacık bir notu, karalamalarımın arasında bulmuş olmasıydı.

İyileşme sürecinin son günlerinde bir dil kursuna kayıt olmuştum ve kurs bitirme sınavına gitmiştim o gün. Cumartesi günüydü yanılmıyorsam. Annem o notu bulmuş ve uzun süre kendine gelememiş, hatta ağlamış. Notta hatırladığım kadarıyla şunlar yazılıydı : ‘Anne’ciğim, bana HPV’den ve yaşadığım onca şeyden çok, sana verdiğim acı, utanç dokunuyor. Ben diğer her şey için kendimi affetsem de senin bana olan güvenini sarstığım için kendimi asla affetmeyeceğim. Bir gün olur da beni affeder ve yeniden eskisi gibi seversen işte o zaman ben gerçekten ‘iyileşeceğim’.Çok üzgünüm, seni çok seviyorum. Derya’

Annem, ona söyleyemediğim bu kalpten gelen sözcüklerimi okumuş ve beni affetmişti.
Akşam eve geldiğimde bana yemekler hazırlamış olduğunu gördüm. Hatta tatlı isteyip istemediğimi son derece yumuşak bir sesle sordu… Bir şeyler değişmişti… Ama ne anlayamamıştım.
Notu okuduğunu tahmin edemedim o anda ama birilerinin ona bir şeyler demiş olabileceğini veya bir psikologla konuşmuş olabileceğini düşündüm. Aradan yıllar geçtikten sonra öğrendim ki o not, onun kalbindeki bütün kızgınlığı silip atmış. Meğerse benden o sözcükleri beklemiş hep.

Şimdi 26 yaşında yetişkin bir kadınım.
Aradan geçen onca zamana ve Hpv ile sonsuz duygusal ve bedensel savaşıma rağmen bana bu virüsü bulaştıran sevdiğim adamdan asla vazgeçmedim!

Gözlerimiz yeri geldi doldu, yeri geldi hıçkıra hıçkıra ağladık ama asla birbirimizden kopmadık.
Şimdi virüsün kanser yapan türüne sahip olmadığım için kendimi şanslı sayıyorum.
Eğer kanser yapan türüne sahip olsaydım hayatım belki de daha da karmaşıklaşacaktı.
Şimdi her 6 ayda bir jinekoloğuma kontrole gitmek ve smear testi yaptırmak koşuluyla sağlıklı olarak yaşıyorum ki aktif cinsel hayatı olan her kadına bunu mutlaka tavsiye ediyorum, bu virüs sanıldığından çok daha yaygın ve korunmak neredeyse imkansız…

Titanik’in yaralarının izleri çıplak gözle görülebiliyor ama artık su almıyor.
Dedim ya, şu ana kadar yaşadığım günleri ‘hayat’ tan saymıyorum. Olsa olsa hayat’ın provasıydı bunlar.
Hayat provasında da kötü olaylar yaşadım ben, evet ama artık en kötüsüne daha çok hazırım ve dikkatliyim.

Emin adımlarla ‘buz dağlarına’ karşı tetikte geziyorum mavi okyanuslarda.
Ne olur siz de kendinize dikkat edin.

Konuk Yazar