2005 Kasım ayında yeğenim evlendiği için İzmir’e gitmiştim. Ne tesadüftür ki tam da o dönemde Prof. Dr. Deniz Gökengin beni “Sakıncalı Haller” tiyatro oyununun provalarını izlemeye davet etti. “Sakıncalı Haller”, Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklarla Savaşım Derneği’nin, AB tarafından finanse edilen, Sağlık Bakanlığı’nın Türkiye’de üreme sağlığı programı kapsamında lise öğrencilerinin cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı eğitimini amaçlayan tiyatro oyunu projesiydi. Oyunu Alper Akdeniz’in yazıp yönetmişti. Deniz Hoca, bir HIV+ olarak benim görüşlerimin önemli olduğunu, farklı bir gözle bakacağımı düşünerek provalarına çağırdı.

Oyunda cinsel yolla bulaşan hastalıklar, kimi zaman hüzünlendiren, kimi zaman da güldüren bir dille sahneleniyordu. Oyunun bir bölümünde doktor hastasına HIV+ olduğunu açıklıyorken, hasta rolündeki arkadaşın şoka girip ciddi bir şekilde tepki vermesi gerekiyordu. Fakat bu sahneyi daha önce çalışmadıklarından dolayı oyun bir türlü oturmuyordu. “Aahhaayy ben şimdi eytttsss mi oldum?” diyerek oyuncular sürekli gülüyordu…

Sahneyi defalarca tekrarlıyorlar ve gülüyorlardı… !

O an hayatın bir tiyatro sahnesi olmasını ne çok diledim bilemezsiniz. İlk HIV+ olduğunuzu duyduğunuz anın hemen ardından böyle gülebilmeyi ve o hayat sahnesinden öylece çıkabilmeyi… Her şeyin bir oyun olmasını diledim… Ama bizim (HIV ile yasayanların) bu hayat sahnesindeki rollerimiz gerçekti… Ve biz tanı aldığımızda doktor odasından çıkarken gülmüyorduk…

Provalar bittiğinde Deniz Hocam’a oyuncularla konuşmak istediğimi söyledim. Evet gene dayanamadım. Oyun sırasında, “Acaba benim HIV+ olduğumu bilseler ne düşünürlerdi?” diye çok merak ettim. İnsanların HIV olduğunu duydukları/tanı aldıkları an neler hissettiklerini anlatmalıydım. O anın hiç komik olmadığını ve bu duygunun nasıl bir şey olduğunu onlara aktarmalıydım. Deniz Hanım’a, “içlerinden olumsuz tepki veren de olabilir, benim için problem değil, hazırlıklıyım” dedim. Deniz Hoca bu talebimi yönetmene iletti.

 

Yönetmen tüm oyuncuları prova bitiminde sahneye topladı ve sözü Deniz Hanım’a verdi. Deniz Hanım, oynadıkları oyunun ne denli önemli olduğunu söyledi ve “Aranızda kaçınız bir HIV+ gördü?” diye sordu. Gruptan herhangi bir yanıt gelmeyince “Şimdi burada bir HIV+ görseniz ne düşünürdünüz, ne hissederdiniz?” diye ekledi. İçlerinden biri “Bu çalışmadan önce olsaydı ve ben bilinçlenmeseydim sanırım korkup kaçardım!” derken, bir diğeri de (Elini tahtaya vurarak)”…Allah korusunnn!” tepkisini verdi. Deniz Hanım’ın yanıtı şu oldu: “Şu an burada böyle bir arkadaşımız var!” Grubun hepsi şaşkın bakışlarla etrafa bakındılar…Hiç birisi bana bakmıyordu! Çünkü ben kafalarında hayal ettikleri bir HIV+’e veya (halk tabiriyle) bir AIDS’liye hiç benzemiyordum. Gözlerinin aradığı; zayıf, bakımsız, avurtları çökmüş ve sarı benizli biri olmalıydı. Salonda arka taraflardan gelecek birini bekliyorlardı…

Ben de tam o esnada oturduğum sıramdan kalkmış, sahnenin tam önüne, Deniz Hanım’ın yanına gelmiştim. “Merhaba… Ben İstanbul’da yaşıyorum, 32 yaşındayım, bir anneyim ve bir HIV +’im” dedim. O an bana nasıl hayretle baktıklarını ve dona kaldıklarını anlatamam. Müthiş bir andı. Her birinin gözlerinin içine tek tek bakarak kendi öykümü, yaşadıklarımı, bana tanı konamadığı için AIDS tablosuna kadar nasıl geldiğimi, virüsü baskılayan ilaçlarıma başladıktan hemen sonra sağlığımı hızla geri kazandığımı… anlattım. Ama asla kendimi acındırarak değil! HIV ile yaşayanlarında sağlıklı diğer bireylerden (tedaviye ulaştıkları sürece) hiçbir farkı olmadığını, hatta bir çoğundan (HIV negatiflerden) daha da sağlıklı olduğunu, suçlu-günahkar-marjinal insanlar olmadığımızı, bir çok HIV+ arkadaşımın bu sosyal yıkımdan, HIV’in kötü imajından nasıl etkilendiğini, bu tabunun yıkılması gerektiğini vs. anlattım. Birçoğu beni dinlerken gözleri doldu. Ben sesimin titremesine izin vermeden kendime olan güvenimle anlattım. HIV ile yaşamanın nasıl olduğunu anlattım… Sonra bana sorular sordular, açık yüreklilikle cevapladım. Sohbetimiz bittiğinde sadece iki arkadaş hariç hepsi yaptıkları işle ilgilenmiş, kaybettikleri metinleri aramışlardı. Hayat normal akışında ne güzel duruyordu. O bahsettiğim 2 arkadaş ise, oturdukları yerde kalmış ve nemli gözlerle hala bana bakıyorlardı. Göz göze geldiğimde gülümsedim. Sanırım akıllarına geldiğimde beni uzun uzun düşüneceklerdi. Bir avuç insan bile olsalar, yinede toplumun minnacık bir kesimine ulaşmış ve bizlerinde sıradan kimseler olduğunu anlatabilmiştim…

(Bu olay 2005 yılında olmuştu. Şimdi 2007 yılındayız ve ben yüzlerce üniversite öğrencisinin önüne çıkıp öykümü anlatıyor ve HIV/AIDS’e karşı olan yersiz / yanlış önyargıları kırmak için konuşmalar – oturumlar – paneller gerçekleştiriyorum. (http://www.pozitifyasam.org/index.php?contentId=122) En azından fıstık gibi karşılarına çıkıp, avurtları çökmüş, kara kuru insanlar olmadığımızı gösteriyorum…)

Ertesi gün Deniz Hanım yazdığı mailde arkadaşların bir sonraki gün provalarda müthiş iyi olduklarını ve aralarındaki bağın daha da güçlendiğini yazmıştı… Ne kadar mutlu oldum anlatamam…

Birkaç ay sonra yönetmen provalardaki konuşmamdan çok etkilenmiş ve yeni bir proje için kalkıp İstanbullara kadar gelmişti. Buluşup, Galata Köprüsü’nün altındaki kafelerden birine gitmiş birlikte 4-5 saat konuşmuştuk. Bir sonraki projesi benim hayatımı sahneye koymakmış. İlham kaynağı da bendim. Kulağa hoş geliyor değil mi?

Kendisi bana “o gün sizin konuşmanızdan çok etkilendim, sizin çok güzel bir öykünüz var ve o gün karşımda çok güçlü bir insan gördüm. Ben buraya o gücü nasıl elde ettiğinizi öğrenmeye geldim” dedi ve bende anlatmaya başlayarak bütün seceremi ortaya döktüm.

Benim artık kitlelere açılma zamanım gelmişti. Çoğu zaman e-mail grubundan yeni arkadaşlarla tanışıp onlara destek olmaya çalışarak, HIV+ olmakla hayatın sonunu gelmediğini anlatmaya çalışırdım. O gün, 15 kişilik tiyatro ekibinin karşısında konuşurken onlara “en azından sizleri bile bilinçlendirmek benim için kardır” demiştim. Bakın kapı kapıyı açtı. Artık ayrımcılık ve damgalanma konusunda çok daha fazla insana erişebileceğimi biliyordum. En azından benim bu deli cesaretim ve yaşamışlıklarımı paylaşarak…

Bu arada çıkıp rahatlıkla HIV+ olduğumu anlatıyorum falan ama, meraklanmayın kendimin zarar göreceği riskleri de önceden hesaplayıp tedbirimi de alıyorum. Yani bu tiyatro işinde sadece provalar esnasında profesyonel ekip ile bir konuşma yapacak ve onların motivasyonunu sağlayacaktım. Bunun dışında oyun sahnelenirken çıkıp izleyicilerle falan konuşmayacaktım. O kadar da değil artık. Ama yapmayı çok isterdim.

Valla her zaman söylerim: Tanrı beni bilerek HIV+ yaptı diye. HIV ile yaşayan insanların neler yaşadığını çok daha iyi anlayabilmem için de o kadar fiziksel acıyı çektirdi bana. Bunu yönetmene de söylediğimde çok gülmüştü.

Ay yönetmeni de bir görseniz. Gencecik, çok şeker bir çocuk. Burnu aynen hokka gibi. Hokka burunlu yönetmen bir de bana ne anlattı: “Sizin geleceğiniz gün Deniz Hanım ‘provaları izlemeye bir arkadaşım gelecek’ dedi, aralarda habire izin alıyor ve dışarı çıkıyordu, oysa ki Deniz Hanım hiç oyunları bölüp – izin alıp dışarı çıkmazdı, çok önemli birini beklediği belliydi” dedi.

Aradan birkaç ay geçmiş ve hayatımı konu alan tiyatro oyununun sahneleneceği gün gelmişti. Büyük bir heyecanla sabah erkenden Çeşme’nin yolunu tuttuk. Tüm ekiple birlikte yolda konuşa konuşa gittik. İşin komiği otobüste 4 tane Kule olduk… Beni kopyalamışlar… Oyunda benim 19-24 yaşlarındaki ve şimdiki halimi oynayacak olan 3 kız vardı. E bir de ben, yani orijinal Kule, etti 4 Kule. Kızlar yürürken onlara üçüz Kule’ler diyordum…

Nihayet tiyatroya vardık, en önde yerlerimizi aldık. Ve Perde…. “İsyanbul Kızkulesi”

Oyun bitimi benim kucağım bir sürü kullanılmış ıslak selpak ile doluydu. Salon tamamen doluydu ve oyun bitimi inanılmaz bir alkış koptu. İçerde yüzlerce kişi vardı, ama hiç kimse o oyunu benim gibi, benim hissettiğim duygularla izlemedi/izleyemezdi. O kadar garip bir duygu ki anlatamam. Sahnede geçmişim – geleceğim, acılarım, çaresizliklerim, dik duruşum ve hayat mücadelem vardı.

Şimdiki halimi canlandıran, yani olayları anlatan Kule’yi izlerken aynaya bakıyormuşum gibi hissettim. Hem ben, hem değil. O kız ben değilim çünkü yüzü farklı, estetik yaptırmışım gibi. Ama bir o kadar da ben, çünkü benim cümlelerim ve benim hayatım. Oyunun repliklerinin %80’i aynen benim cümlelerim ve vurgularım. Alper hepsini bire bir yansıtmış. Bravo valla…

Oyun ilk başladığında yazar ve Kule Eminönü’nde buluşuyor, konuşuyor. Oradaki replikler benim (yönetmen) Alper’le konuştuklarımızın bire bir aynısı ve biz gerçekten de ilk kez orada buluşmuştuk. Adam gerçek hayatı sahneye taşımıştı. Oyunun sonunu başına bağlıyordu.

Oyun bitimi tüm ekip ile birlikte sponsorlar da sahneye davet edildi. “Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklarla Savaşım Derneği” ve “Uluslararası Lions Kulüpleri Birliği”nden teşekkür kartlarını ve flamayı “Pozitif Yaşam Derneği” adına aldım.

Merasimden sonra kokteyl yapıldı. Bütün oyuncular yanıma gelip onca emek harcamış, bir işi tamamlamanın verdiği rahatlık ve gururla gözlerinde parlayan heyecanlı ışıkla, “Oyun nasıldı… Nasıldı?” diye sordular ve ben hepsine de harika olduklarını söyledim…

Bu ekip amatör oyunculardı ve hiçbir maddi kazançları yoktu. Birçoğu provalara – oyunlara gelirken yol masraflarını ceplerinden karşılıyorlarmış. Şimdiki zamanımı oynayan kız, ameliyat hemşiresi idi. Gece hastanede nöbetçiymiş ve sabaha karşı ameliyattan çıkıp hiç uyumadan oyuna geldi. Oyunu da inanılmaz güzel bir performansta çıkardı. Gerçekten ekibin çok emeği vardı ve ben her birini ayrı ayrı alkışlıyorum…

İzmir’e dönmek için arabaya gitmek üzere tam asansöre bindim ki şimdiki zamanı anlatan Kule’yi oynayan kız içeri girip boynuma sarıldı ve “sana kanım çok kaynadı, seninle konuşurken çok heyecanlanıyorum, çok fazlada konuşamadık” dedi. Ahahhaaaaa ayy ben öylece bir kalakaldım, şaşırdım. Alper, oyunda eski eşimin adını Çağlar, benim adımı da Burçin olarak yazmış. Bir yandan da (eski eşimi) Çağlar’ı oynayan çocuk ayağını asansörün kapısına dayamış “Burçiiinnnn sevgilimmmm beni terk etmeeee” diye yalvarıyordu… Arabaya gittiğimde, tüm oyuncu kadrosu yukarıdan “Kuuulleeeeee Kuulleeeee” diye arkamdan bağırıp elleriyle öpücükler yolluyorlardı. Gene Çağlar yere diz çökmüş “Buurrçinn sevgilim beni terk etmeeee” diye bağırıyordu… Ahahaaa çok alemlerdi yaaa…

Ekibin enerjisi çok çok güzeldi. Yine bir sürü, yeni dost edinmiştim, ne güzel…

Ertesi gün derKi’nin editörü yani bizim Sonsuz Hasan ile buluştuk. İlk kez o gün tanıştık anlayacağınız.

Benim çok uzun yazdığımı ve beni okurken maillerimin baydığını söyleyen arkadaşlara da bir iki çift lafım olacak… Sonsuz Hasan Bey benim yazı dilimi beğendiğini (bildiğiniz gibi kendisinin de basılmış kitapları var), yazımı okumadan önce HIV hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadığını, “Aman aman uzak dursun“ dediğini, ama yazılarımı okuduktan sonra fikrinin çok değiştiğini söyledi. Alper’de “Abla valla sen yazmalısın” diyor ısrarla. Hatta Sonsuz benim daha da çok yazmamı ve bunları bir kitap haline getirmemi önerdi. Artık bunu da ciddi ciddi düşünmüyor değilim. Harbiden de yazar olup çıkacağım yakında heee… (Sonsuz’un notu: Tabii ki yazacaksın, hiç kaçarı yok.)

Dönüp geriye bakıyorum da: Sen AIDS evrelerine kadar gel, ölümü gör, sonra virüsü baskılayan tedavi sayesinde 4 ayda yatalak vaziyetten kendini toparla, HIV taşıyıcısı statüsüne geri dön, adalara mangallara git, raftingler yap, sonra yeğeninin nikahı için gittiğin İzmir’de bir tiyatro ekibine sırf güldükleri için kalk konuşma yap, hayatın sahnelere konsun, kendi yaşantını alkışla… İronik değil mi?

Hep derim: “benim lunapark gibi hayatım var” diye… Rengarenk… Aradaki koyu renklerin yanı sıra, sarılar, maviler, yeşiller, allar morlar da var…

Kızkulesiii