Sanırım 5-6 yaşlarında filandım. Eşsiz güzellikteki Anadolu’muzun şirin bir kasabasında yaşıyorduk. Çok ateşim vardı, bitkin bir haldeydim. Zorla içirilen şurupların çoğunu geri kusuyordum, sanırım birkaç gündür de bu vaziyetteydim. Annemle babamın bu yüzden tartışmalarını hayal mayal hatırlıyorum hala ve babamın ”bu böyle olmayacak” deyişini. Yine kendimden geçmişim ve kendime geldiğimde başucumda başımı okşayan nur yüzlü bir adam gördüğümü hatırlıyorum, tam o esnada adam geçmiş olsun diyerek kalkıp gitti. Yarım saat sonra kuduran kuzenlerimin yanına süzüldüğümü ve daha sonrada annemin getirdiği çorbayı afiyetle hüplettiğimi hep hatırlayacaktım..

Bu olaydan tahminimce 1 yıl kadar sonraydı. Zaman zaman mide sorunları yaşamasına alışkın olduğumuz babamızın, feryad-ı figan yerlerde debelenmesiyle açtık gözlerimizi bir seher vakti. Aslında sağlam yapılı ve acıya dayanıklı olduğunu bildiğimiz babamızın bu hali çok şaşırtıcıydı. Şaşkınlığımız geçip yapabileceklerimiz bitince, annemle yakınlardaki bir doktorun evinin yolunu tuttuk. Bizim aceleci ricalarımıza rağmen doktorun büyük bir sükunetle, tıraş olup, giyinip, kahvaltısını ettikten sonra bize eşlik etmesini sabırsızlıkla beklerken daha o zaman bir takım dersler! çıkarmıştım. Eve öncelikle girip, doktorun geldiğini haber verdim. Babamın yüzündeki acı dolu ifadenin, daha doktor elini bile sürmeden hızla yitip gittiğini gördüğümde, doktorda sihirli bir şeyler olduğu düşünmüştüm. Sonrasında babam ameliyata alındı. Ülserinin, midesini deldiğini ve bunun normalde çok acı veren bir durum olduğunu yıllar sonra öğrenecektim..

Daha sonra hastalıkları, çoğu zaman mikropların yaptığını ve tedavi edilmezse ölümcül durumlara yol açacağını öğrettiler bize. Oysa hatırladığım bu iki olayda sezinlediğim başka şeyler vardı. Üniversitedeyken öğrendiğim bir gerçek, iyileşme süreçlerini yeniden değerlendirmeme ışık tuttu:

2. dünya savaşı yılları, hastaneler yaralılarla dolu. Kopmuş uzuvlar, yanık bedenler, ezikler, hastalıklar.. Çoğu çaresiz bir yığın hasta. Ağrı kesici (çoğunlukla morfin) için yalvaran çaresiz insanlarla dolu her yer. İyi niyet, özveri, fedakarlık, uğraşma didinme.. bir yerden sonra yetmiyor. Her tarafta yokluk, en önemlisi de ilaç yok, oysa herkes ilaç istiyor. Böyle bir tabloda nasıl olduysa (kanımca ancak çok acı çekenlere verebilecekleri kadar ilaçları kaldığından, daha az hasta olanların itirazlarını bertaraf etmek için) birileri, ağrı kesici veremeyecekleri hastalara, tıpkı ilaç veriliyormuş gibi plasebo bir ilaç (serum fizyolojik denen insan vücudundaki kadar tuz içeren steril su) enjekte etmeye başlıyorlar. Hayret!!! Kendilerine plasebo verilen yaralıların da şikayetleri kesiliyor. Savaş yılları bittiğinde bunun nedeni araştırılmaya başlıyor tabi.. Bazı koşullar altında vücudun kendi ağrısını dindiren bir çeşit morfin(endorfinler) salgıladığı keşfediliyor. Bu salgılanmayı başlatan özel durumun ne olduğuna dair çalışmalar devam ederken, en azından bir şey dikkati çekiyor. Telkinin yada inancın gücü… Tıbbın o zamana kadar üzerinde düşünmediği- şimdilerde ise az-çok düşündüğü bir olgu bu..

İnsan vücuduna ait araştırmalar sürdükçe dudak uçuklatan keşiflere her gün bir yenisi ekleniyor. Bu keşifler kişisel öğrenimimizde de sürüyor. Her geçen gün, vücudun tepkilerinin zamanında ve doğru olarak değerlendirildiğinde birçok büyük hastalıklardan korunabileceğimize olan inancım artıyor. Bir çok sebebi bilinmeyen (kronik) hastalıkların temelinde, doğal olmayan alışkanlıkların, korkularımızın ve düşkünlüklerimizin yattığını bulabiliyoruz.

Üniversitedeyken değerli ve deneyimli hocalarımdan öğrendiğim “hastalık yoktur, hasta vardır” sözünün ne büyük anlamlar taşıdığını çok sonraları kavrayacaktım. Şimdilerde ise aceleyle yeni yeni hastalıklar (ve tedaviler)oluşturma heyecanıyla bu kavramın göz ardı edildiğini üzülerek görüyorum.. Özellikle çocuk hastalarda sıkça görülen, ateş, öksürük, burun akıntısı, ishal gibi bulguların birtakım büyük hastalıkların öncülü olması ihtimalinin “korkusuyla” nasıl gereksiz tahlillere ve çoğu zaman gereksiz ilaç kullanmalarına neden olmalarına üzüntüyle şahit oluyorum. Ailelerin hasta olacak “korkusuyla” çocuklarını steril bir ortamda büyütülmelerini ve okula başladıklarında da çocuklarının hastalıklarla boğuştuğunu gördüklerinde de panik içine düştüklerini de çok sık görüyorum .. Büyüklerde de çok farklı değil bu durum. İşlerin aksamasından “korkularak” vücudun kendini yenileme ve toksinlerinden kurtulma sürecine müdahale ediliyor farkına varılmadan ..

Uygarlığımızın ulaştığı bu noktada, hızlı yaşam tarzımız sonucu -yılda 1 kez bile olsa- grip olmaya tahammülümüz yok. Hasta olmak, zaman ve işgücü kaybı demek çünkü.. İşverenler ve aşı sektörü, insanları grip aşısı olmaya neredeyse teşvik ediyorlar.. Sağlıklı bir insan için yılda 1-2 kez geçirilen nezle/gribin, bağışıklık sistemi için ne bulunmaz bir tatbikat fırsatı yarattığının çok azımız farkındayız. Çok sık geçirilen, zun süren yada ağır geçirilen griplerin, beslenme ve yaşama biçimimizle (dolayısıyla düşünce yapımız ve korkularımızla) alakalı olduğunun pek azımız farkına varmaya çalışıyoruz..

Geçtiğimiz yıl uzak doğuda ortaya çıkan ve yüzlerce can alarak dünyayı SARSan olayı hepimiz hatırlarız. Hayatını kaybedenler arasında çok sayıda sağlık personeli bulunması, bu hastalığa karşı tıbbın ve teknolojimizin ne kadar çaresiz olduğunu göstermiştir. Bu salgın tam olarak atlatılıncaya kadar büyük ve modern şehirdeki insanlar tam bir paranoya içinde yaşadılar. İnsanlar dostlarının yüzüne bile bakmaz oldu, evcil hayvanlarını apartmanlarının penceresinden dışarı atanlara şahit olduk. Doğaya rağmen yaşayanlara bu olay büyük dersler sundu. Önümüzdeki yıllarda da benzer olaylar çok yakın çevremizde meydana gelebilir. İşte o zaman hastalıkları, kendi doğal gücü ile yenmeyi öğrenen ve doğayla uyum içinde yaşamayı bilen insanlar daha şanslı olacaklar hiç kuşkusuz..

Seyit Aydoğmuş