Bölüm 3: KE MO TE RA Pİ * KEMO * KEMOŞ

3. KE MO TE RA Pİ * KEMO * KEMOŞ

Gençken televizyonda severek izlediğim bir dizi vardı. Amerika’da, küçücük lokantası olan bir aile etrafında gelişen minik öykülerdi anlatılan. Bir bölümünde tüm aile, her şükran gününde olduğu gibi lokantalarını mahallenin evsizlerine açmak için hazırlık yapmaya başladı. Çoluk çocuk, anne, baba her yeri özenle süslediler, en güzel sofraları kurdular ve en özel yemekleri pişirdiler. Gece olduğunda evsizler biraz mahcup ama çoğunlukla sevinç ve minnetle masaları doldurdular. Babanın gözü bir ara kapıya takıldı ve kapıdan içeri girmekte olan adamla bakışarak öylece kalakaldı. Kapıdaki evsiz adam koşarak hızla lokantadan uzaklaşırken, baba da onun ardından kendini sokağa attı. Adamı karanlık, izbe bir köşede sıkıştırdı ve adıyla seslendi. İki adam önce sessiz sedasız, sadece gözlerinden akan yaşlarla birbirlerine dokundular. Çok geride kalmış bir geçmişte arkadaş oldukları, yıllar sonraki bu karşılaşmada evsiz olanın çok utandığı ve o nedenle kendini saklamak istediği bir biçimde anlaşıldı. Baba arkadaşına sarılarak ona şöyle dedi. “Biliyor musun? Şu hayatta benim senin yerinde, senin benim yerimde olman -parmağının ucunu göstererek- şu kadarcık olasılıklara bağlıydı ve bu, hala ve her an için geçerli.”

Bu cümleyi o günden beri hiç unutmadım. Genç yaşımda ilk kez karşılaştığım bu kaos teorisinden çok etkilendim. Hayatın içindeki kazanım veya kayıpların değişmez bir düzeni olduğu yanılgısı hepimizde var… dahası bu güvenceye ihtiyaç da duyuyoruz. Oysa deneyimlerimiz bu kanımızı hiç doğrulamıyor. Tam tersine hayat; düzenin sınırında bir düzensizlik ve düzensizliğin sınırında bir düzenle akıp gidiyor ve ‘şu kadarcık bir olasılık’ la tüm bunlar hızla yer değiştirme kabiliyetine sahip.  Kanser ve sonrası tüm süreçler bu gerçekliğin çok özel bir örneği. Mini minnacık şeylerin birikimine gömülü bekleyen devasa bir diz çöküş! Çilenin sınırlarında, beklenmedik bir keşif fırsatı! Öğrenme niyetinden doğan derin bir anlayış!

Hepsi, şu kadarcık bir olasılıkla, hala ve her an geçerli.

*******

Ameliyatın üzerinden geçen bir ay bana çok iyi geldi. Raporlu olduğum için henüz okula gidemiyor ve fiziksel olarak her istediğimi eskisi gibi yapamıyordum. Ancak gücümü yavaş yavaş kazanmak bile iyi hissetmeme yetmişti. Dahası, kanserle işim bitmemişti henüz. Kemoterapiye başlayacaktım ve bununla ilgili bilgim çok azdı. Daha ameliyattan çıkan bu Funda’ya henüz alışmamışken, kemoterapinin eğip bükeceği Funda ile nasıl baş edecektim? Yaşayıp görecektik.

Kemoterapi tedavisine başlayabilmek için önce bir onkolog bulmalıydık. Onkolog, uygulanacak tedavi protokolünü belirlemek ve hastayı düzenli olarak izlemekle görevli hekimdi. İlk kez onkologumla tanışacağım gün gelip çattığında, sabah köründe hastaneye gitmek üzere İnan’la yine yollara düştük. Onkoloji servisi önü açık, ağaçlı bir bahçeye bakıyordu. Girişte bir kantin ve kayıt servisleri vardı. Kapıdan girerken gördüğüm yığılma karşısında şaşakaldım. Kalabalığın arasından sıyrılarak üst kata çıktık ve aşağıdan daha da yoğun olan bir bekleme mekanına düştük.

Tüm randevuların birbirine sarktığı konuşmalardan anlaşılıyordu. Uzun süredir beklemekten dağılmış hastalar kapıların önüne yığılmıştı. İzmir dışından gelenlerin kah başlarını dayadıkları, kah destek aldıkları bohça ve valizler nedeniyle, bu mekan otobüs terminallerine benzemiş diye düşündüm. Genel olarak bezgin, yorgun bir hava sarmıştı her yeri. Kadın hastaların çoğu başlarını örtü veya bandana ile kapatmayı seçmişti, erkekler ve çocuklar ise açık ve saçsız kafalarını sergilemekten sakınmamıştı. Beni en çok bu küçücük çocukların varlığı şaşırttı. Yürek burkan her yaştan kanser hastası çocuklar…

Sırasını bekleyenler dışında, iyi giyimli ilaç firması temsilcisi gençler, ellerinde bond çantalarla gelip gidiyorlardı habire. Biz bekleyenlerden gözlerini kaçıra kaçıra hekim odalarına dalıp çıkmaları, bu fuzuli meşguliyeti fazlasıyla ciddiye alma biçimleri beni çıldırttı. Her an yerimden kalkıp, dikişlerimi pörtletme pahasına birine koyasım geldi. İnan sıklıkla beni sakinleştirmeye çalıştı ama korkmasına hiç gerek yoktu. Çünkü ben menopozluydum ve nasılsa ne yapsam giderdi.

Nihayet sekreter adımızı okudu ve odaya alındık. Hekimimiz uzun boylu ve gençti.  Boyuna eşdeğer bir mesafe ile bizi karşıladı. İnan durumumu baştan sona ayrıntılarıyla anlattı. O, buna kısa bir tedavi bildirisi sunarak yanıt verdi. Konu hızla görüşüldükten sonra, İnan ikimiz adına teşekkürlerimizi sundu. Hekimimiz teşekkürü alıp, dosyayı verdi.  Karşılıklı başarılar dilendikten sonra gerekli işlemler için görüşme sonlandırıldı. Ben ise tüm konuşmalardan şunu anladım. Yirmi bir günde bir ve toplamda on bir kür ve en yüksek dozdan kemoterapi göreceğim. Ayrıca her kür öncesi bir sürü tetkik yapılacak, bir kür daha almaya hazır olup olmadığım hekimim tarafından değerlendirilecek. Çıkışta İnan’a hayretle şöyle sorduğumu hatırlıyorum: Bana bir kez dahi elini sürmeden muayenesini tamamladı. Meğer muayene teknolojisi ne kadar gelişmiş değil mi İnan?

Elimizde bir tomar kağıt çıktık hastanenin bahçesine… Ağaçlar çok güzel, rüzgar çok güzel, sigara çok güzel ve çok ama çok kötü bir kahve. Olsun, önemli bir mesafe kat ettik, dedik birbirimize ve eve yollandık.

Evde olmak bana her zaman iyi gelir. Kendime ait bir mekan yaratma konusunda da  başarılıyım. Hep beraber salonu bana uygun şekilde düzenledik. Ameliyattan sonra daha dik bir pozisyonda yatma ihtiyacındayım ve uzun yatış sürelerimde oyalanmam gerek. Salon bu açılardan biçilmiş kaftan. Tüm günü küçük bir odada geçiremeyecek kadar sıkıntılıyım. Açık, ferah bir yere ihtiyacım var. Hepsi menopozdan!

İlk kemoterapiden bir gün önce, İnan elinde bir torbayla eve geldi. O alelade naylon poşette benim kemoterapi ilaçlarım var. Henüz her şeyin başındayken, bu ilaçlarla özel bir bağ kurmak istiyorum. Her seferinde korkarak, kaçınarak ya da nefret ederek vücuduma girmelerine dayanamam. O nedenle gece, herkes yatıp da el ayak çekildiğinde alıyorum şişeleri karşıma. Onlardan şifa beklediğimi, yardımlarından ötürü minnettar olacağımı, onlarla uyum içinde olmak istediğimi kendilerine anlatıyorum. Bu geceyi huzurla evimde geçireceklerini, yarın erkenden hastanede olacağımızı söylüyor ve yatmaya gidiyorum.

Yıllar önce bir kitap ilgimi çekmişti. Masaru Emoto adlı yazarın su ile ilgili olarak yaptığı bir çalışmayı anlatıyordu. Emoto, suya farklı mesajlar ileterek onu donduruyor ve oluşan kristalleri mikroskop altında fotoğraflıyordu. Amacı, su kristallerinin kendilerine iletilen mesajı algıladığını ve buna göre farklı biçimlerde kristalleştiğini göstermekti. Ancak bundan daha önemlisi şuydu. Eğer bu su kristalleri ile iletişebiliyorsak, bedenimizi büyük bir bölümünü oluşturan su ile neler neler yapabilirdik. Bu çalışma bana çok ilham verdi.

Anladığım kadarıyla oradaki mesele şuydu: Eğer bir varlık olarak ilgimizi bir objeye yönlendirirsek, o obje artık eski obje değildir. İlgimiz kapsamında bizimle etkileşip değişir. Kuantum alanındaki gözlemler de bu yaklaşımı doğruluyor ve gözlemci ile gözlenen arasında sandığımızdan çok daha derin bir bağ olduğuna işaret ediyor. Ben bu bilgiyi hayatın her alanda deneyimlerken,  kuşkusuz ilaçlarımı bundan muaf tutamazdım.

Huzur içinde evimde konaklayan ilaçlarım, ben ve İnan, yine bir sabah köründe yollardayız. Kucağımda şişelerimle hastaneye vardığımızda, koca bir kalabalığın içine düşüyoruz. Benim kemoterapimi verecek olan Ayşe hemşireyi arayıp bir hastanın başında buluyoruz. Uzun boylu, kısa saçlı ve güleryüzlü bir kadın. Ünite çok kalabalık. Bir odada karşılıklı duvarlara koltuklar dizili. Yaklaşık on koltuk var. Burada oturarak ilaç alınıyor. Aynı koridordaki diğer bir yerde ise yataklı odalar olduğunu görüyorum. Oturamayan hastalar için. Beş ya da altı hemşire çalışıyor ve işler asla bitmiyor. Ayşe hemşire, beni TV karşısındaki bir koltuğa oturttuktan sonra damar yolumu açıyor. Tepeme ilk şişeyi takıp, bu günkü seansın yaklaşık olarak altı ya da yedi saat süreceğini söylüyor. İnanamıyorum… Bunca saat ben ne yaparım? Tamam kitap falan getirmişim yanımda, ama yedi saat kitap okunur mu böyle bir yerde?

İnsanın gözlerini kaçırabileceği hiç bir yer yok. Bir şekilde, sık sık biriyle göz göze yakalıyorsun kendini. Hafif tebessümler yayılıyor yüzlere, bazen de boş bakışlar. Pek konuşma olmuyor. Kitabı açıp okumaya başlıyorum. Gözüm kapanıp açılıyor ara ara. Bir an fark ediyorum ki, her aç kapa arasında neredeyse bir saat geçmiş. Kitap yalan oldu, buradaki tek gerçek uyku. O boş bakışların anlamını da çözmüş oluyorum böylece. Tuhaf bir şey daha var. Birdenbire, tutmakta zorlanacağım kadar çok çişim geliyor. Söylesem ayıp olacak, bir sürü iş çıkacak Ayşe’ye. Kolumdaki şeyler sökülecek, tekrar takılacak. Kadın zaten oturamıyor, bir de benim çişimle mi uğraşsın. Fakat durum öyle bir hal aldı ki sonunda Ayşe’den yardım istedim. Meğer kemoterapinin ve serumun bir etkisiymiş bu. Sonradan fark ettim ki, tuvalet hiç boş kalmıyor. Hacı yatmaz gibi, tüm koltuklar bir boş bir dolu. Bol bol çiş molası.

Akşam saat altı civarında nihayet ilaçlarım bitiyor. Onca saat oturmaktan uyuşmuş bedenim dışında hiç bir şey hissetmiyorum. Hastaneden açık havaya çıkmak kadar güzel bir şey yok. Akşam güneşi koca koca ağaçların arasından üzerime düşerken, giderek boşalan ve sakinleşen bahçede bir sigaralık vaktim var. Altı saattir hasret kalmıştım. Geçmiş olsun sana Funda. Bu günü atlattın be kızım,  darısı diğer on kürün başına, diye diye dumanımı savuruyorum göklere.

Kemoterapinin etkisi için ilk gün bir referans oluşturmuyor. Ertesi gün ve daha ertesi günleri beklemek lazım. Bedenimde, hafiften ağıra değişen ağrılarla uyanıyorum ikinci güne.  Üçüncü gün, bazen yumuşak yumuşak, bazen dövüle dövüle ovulasım var. Dördüncü gün, aman bana kimse dokunmasın, şuracıkta öylece yatayım modundayım. Ve nihayetinde anlıyorum ki her ne oluyorsa ilk on günde gerçekleşiyor ve sonraki on günü kendini toparlamakla geçiriyor insan. O efsane gibi anlatılan bulantılarla karşılaşmamış olmam ise büyük şans.

Kemoterapi seansları arasında neler yapılabileceği konusunda çok düşünmeye ihtiyaç yok. Çünkü etkin ve işe yarar yaklaşık beş ya da altı gün var elinizde. Yorgunluk, bulantı, ishal/ kabızlık, iştahsızlık, ağrı/sızı, depresyon vb. şeyler ile uğraşmadığınız sürece bu değerli günleri, süreklilik ve disiplin gerektirmeyen her türlü iş için kullanmak mümkün.

Kanserle yeni tanışan pek çok hastanın yaptığı gibi ben de başlangıçta, çivilendiğim koltukta yayılarak TV de o kanal senin, bu kanal benim, kanserle ilgili tüm programları izlemeye başladım. Her telden uzmanın reçete, tarif ve önerilerini ilgiyle dinledim ta ki içim dışım ot, sap, kök dolana kadar. Ve nihayetinde anladım ki, bu tür bir faaliyetle iki yüz küsur günü geçirmem mümkün değil. Bunları izleyerek kansere dair bilgim çoğalmadı, yaşam sevincim yükselmedi ve farkındalığım artmadı, dolayısıyla hiç birinin bana zerre hayrı olmadı. Ne yapmam gerektiği konusunda debelenip dururken, sezgim imdadıma yetişti ve hislerime bakmamı söyledi. Başlangıçta neredeyse tek ölçütüm bu oldu. İyi ise devam, kötü hissediyorsam bırak! Bu sürecin hayrını gördükçe, beni güldüren, eğlendiren, rahatlatan, onaran ve farkında olmamı sağlayan şeyleri, kişileri, durumları, bilgileri hayatıma sokmaya karar verdim.

Bu hastalığı öğrendikçe ve üzerinde düşündükçe, o dönem seçimlerime rehber olan sezgilerime binlerce kez şükrettiğimi söylemeliyim. Ancak elbette ki, bilgiyle bezenmiş bir sezginin çok daha iyisini yapabileceği tartışmasız bir gerçek. Çünkü bilgi, hele de kanser iseniz yabana atılmayacak kadar değerli. Örneğin şimdi, bilgi sayesinde kemoterapi sürecinde pek çok şeyin akışına daha olumlu katkı yapılabileceğini görebiliyorum. Bunları el yordamıyla bulmak mümkünse de çok zaman kaybettiriyor ve zaman tüm kanser hastaları için çok kıymetli bir araç.

Kemoterapi uygulamasını yerli yerine oturtmak için öncelikle, kanserin ortaya çıkma mekanizmasını hatırlamak gerek. Şunu biliyoruz ki, vücudumuz her gün normal olmayan pek çok hücre üretirken, bağışıklık sistemimiz onlara müdahale ederek yok eder ve bu anormal yapıların yaygınlaşmasını engeller. Bunu yapamadığı durumda, söz konusu anormal hücreler, sağlıklı hücrelerden 600 kat daha hızlı çoğalarak kanser denilen yapıyı oluştururlar. Dolayısıyla bu anlamda kanserin, temel olarak bağışıklık sistemiyle doğrudan bağlantılı olduğu söylenebilir. İkinci olarak kanser, organ tutulumu biçiminde karşımıza çıkabileceği gibi, kan veya lenf gibi bedeni sarmalayan sistemlerde de kendini gösterebilir. Organ tutulumları ameliyata fırsat verirken, bedeni sarmalayan yapılarda bu mümkün değildir. Dolayısıyla ilaçlı tedavi ile müdahale gerçekleşir. İlaçlı tedavi, organ tutulumları nedeniyle geçirilen ameliyatlar sonrasında da yaygın biçimde uygulanan bir yöntem. O halde diyebiliriz ki kemoterapi ilaçları bir anlamda, bağışıklık sisteminin yetersiz kaldığı durumlarda,  bir tür telafi edici role sahipler. Ancak ne yazık ki kullanılan ilaçlar sadece kanserli hücreleri bombardımana tutmaz, aynı anda sağlıklı hücrelerin de yıkımına neden olur. Dolayısıyla bedenin hücre yapım süreçlerini gözeterek, kemoterapi uygulamasına 15-21 gün gibi aralar verilerek devam edilmesi gerekir.

Bedenimizdeki kanserli hücrelerin ameliyat ve/veya kemoterapi vasıtasıyla hızla bertaraf edilmesi hiç kuşkusuz bu hastalık için çok önemli bir kazanım olarak görünüyor. Ancak kemoterapinin işlerliği hakkında bu kadar erken konuşmak mümkün değil. İlaçlı tedavi süresince baskılanan kanserli yapıların, ilaçlar kesildikten sonra sergileyeceği tutumun dikkatle izlenmesi lazım. Bu aşama muhtemelen tedavinin en karmaşık kısmını oluşturuyor olmalı. Çünkü çok sayıda etken etkileşerek bir şeyler yapıyor ve biz ya iyileşiyor ya da kanserli hücre üretmeye devam ediyoruz. Özetle diyebiliriz ki kemoterapi tedavisi; kanserli ve sağlıklı hücreleriyle topyekün yıkıma uğrattığı bir bedeni, yine kendi marifetiyle yıkıma uğramış bir bağışıklık sistemine emanet etmektedir. İlaçlı tedavilerin en temel açmazlarından biri olan hasarlanmış bağışıklık sistemi, hastaların yaşadığı ikinci kanser şokunun da önemli tetikleyicilerinden biridir. Örneğin ben, yumurtalık kanseri sürecinde aldığım on bir kür kemoterapi sonrası patlattığım meme kanseri ile bu alandaki istatistikleri bizzat test ettim ve doğruladım diyebilirim.

Kemoterapinin, kanseri oluşturan arızanın nedenine değil, sonuçlarına odaklı bir yaklaşım olarak anlaşılmasında fayda var. Bu uygulama ile kanserli hücrelerden arınmış bir beden ve yıkıma uğramış bağışıklığımızı yeniden devreye sokabileceğimiz bir ek süre kazandığımızın farkında olmalıyız. Kemoterapi sonrası takip sürecinde pek çok hasta -ben de dahil- eline tutuşturulan bu sürenin anlamını kavramaz ve onunla ne yapacağını bilemez. Bu belirsizlik nedeniyle pek çok hastanın kemoterapi alırken sahip olduğu iç huzuru, kemoterapi sonrasına kıyasla çok daha fazladır ve bu hiç şaşırtıcı değildir.

Gerçek bir şifanın topyekün gerçekleşmesi gerektiği kanaatindeyim. Dolayısıyla bir yeri yaparken, diğer yeri yıkan bir yaklaşımı “tedavi” olarak tanımlamak ne kadar uygun emin değilim. Öte yandan varlığa dair bütüncül bakışını kaybetmiş, iş bölümü mikro düzeyde parçalanmış, teknolojinin hakim bilgi tekeline dönüştüğü ve ilaç sektörüyle bunca göbek bağı olan tıp disiplininin “sağlık” tanımından da çok endişeli olduğumu itiraf etmek durumundayım. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz meselenin basitçe bir yöntem sorunu olmayıp, varlığa ve sağlığa dair temel kabullerimizle ilgili ciddi bir yanılgı biçiminde okunabileceğini düşünüyorum. Bu yık-yap döngüsünden bizi çekip çıkaracak bütüncül bir anlayışı muhtemelen bir gün kazanacağız ve o zamana dek, yerleşik tedavi yöntemlerimizi sorgulayan parçacı eleştirel tutumların varlığına şükretmeye devam edeceğiz. Onlar tek başlarına, bu yanılgıyı ortadan kaldırmasalar da, yeni bir anlayış geliştirmemiz için önümüze tek tek taş döşüyor olabilirler.

Böylesi bir süreçte, hiç bir kanser hastasına “sağlığınızı kazanmak için bekleyin, bütüncül anlayışa erişmemize az kaldı” denemez. Dahası kanser hastalarının her birinin, “kanser bilgesi” olma olanağı da yok. O halde içinde olduğumuz durum en basit haliyle şu: Kanser hastası; var olan verili olanak, olasılık ve zorunluluklar arasından, sahip olduğu bilgi ve sezgi kapasitesiyle bir seçim yapıp, hastalığına ilişkin kişisel deneyimini gerçekleştiren kişidir. Bu deneyimde şifa, istatiksel ortalamayı tutturma biçiminde gerçekleşir ve her daim “şansın, kaderin, kısmetin” önemli bir payı vardır.

Bu tespitten yola çıkarak şunu sormak mümkün: Sağlığımızı kazanmada, onca belirsizlik belirleyici oluyor ise, yaptığımız ettiğimizin bir önemi var mı?

Bu temel soruya verilebilecek tek bir yanıt var: Kesinlikle evet! Ne yapıp ne ettiğimiz çok önemli. Bizi şu ya da bu ikileminden, sıkışmışlığından çıkararak ferah bir nefes aldıracak tüm dönüşümlerin, sağlığımıza ciddi katkı yapacağına inanıyorum. Tedavi için yaptığımız seçim her ne olursa olsun; hastalık/sağlık ikilemine sıkışıp kalmış bir zihni, varlığımızın bütünlüğünü fark etme ve onu yeniden kurma yönünde dönüştürmekle işe başlanabilir örneğin. Hastalık/sağlık ikileminde kontrolsüz iniş çıkışlar yaşayan duyguları, akıl ve sezgi ile ıslah ederek dengelemeyi öğrenmek de olası. Türkiye’nin saygın fizikçi ve felsefecilerinden Yılmaz Öner’in söylediği gibi, “Her aklın bir duygusu, her duygunun bir aklı vardır”. Eğer her şey bir diğeri ile bu denli ilişkiliyse, bedenimiz ile kurduğumuz patronaj ilişkisinden vazgeçmeyi denemekte de fayda var. O, sahip olduğumuza inandığımız bir eşya değil, bizimle her daim ilişkide olan bir varlık ise, onunla yapabileceğimiz muhteşem birlikte yaratımlar üzerine neden kafa yormayalım?

Yapabilir olduğumuz tüm bu şeylerde gerçekleşen dönüşüm, kuşkusuz bilinç temellidir ve doğası gereği sonuç değil süreç odaklıdır. Gelecekte olacakla değil, an’da olan ile ilgilidir. Şeyleri “o ya da bu” ayrımı yerine, “hem o, hem bu” bağlamında anlamak ister.

Nihayetinde, gerçekleşen her ne ise… bunu da huzurla kabul eder.

(Devam edecek…)

Funda Altınçekiç Aysel