“Düşünüyorum, öyleyse “var”ım.” Ne de güzel söylemiş değil mi Descartes? Peki, neyle ve nasıl düşünürüz? Hiç düşünmeden hareket ettiğimiz olmaz mı? Bu durumun müsebbipleri nelerdir ve bunu nasıl başarırlar? Yalnızca “düşünenler” varsa düşünemeyenler yok mudur? Konumuz bu defa da aynı sorunun başka bir yönü, “direksiyonda oturan kim ?” Biz mi, güdülerimiz mi? Bilinç mi, altı mı? Neden birçoğumuzun “bağımlılık”ları var? Büyüteci elimize alıp üzerine doğrultalım bakalım neyin nesiymiş bu “bağımlılık”.

Bazılarımız, kolaylıkla sigara veya diğer uyarıcı madde içeren tetikleyicileri (kola, neskafe, vs..) bırakabilirken, diğerlerimiz bunu yapmakta neden zorlanıyor? İşte önce beynimizi, dolayısıyla bedenimizi ele verişimizin işleyişi. Bu üç madde; dopamin, serotonin, endorfin gibi psikoaktif (Psikolojik bir durumu aktive eden) maddeler bakın bize neler neler yaptırıyor… (Artık hepimizin bildiği gibi ticareti de yapılan tehlikeli ve büyük bir sektör psikoaktif maddeler üretimi.) Teker teker göz atalım bu yaramaz kimyasallara…

Dopamin: (Bir zevk molekülü) :
Öğrenebildiğim kadarıyla dopamin, beynimizdeki sinir hücreleri tarafından, oyun kazanma ya da öpüşme gibi olumlu duygularla bağlantılı olarak salgılanıyor. Gözlemlere dayanarak kokainin nasıl etki ettiğini açıklamaya çalışan bilim adamları, kokainin, beyindeki dopamin miktarının kısa süreli artmasını sağladığını kaydetmişler. Sinir hücrelerinin buna tepki olarak dopamin üretimini azalttığını belirten bilim adamları, bunun da, kokain bağımlısının tekrar uyuşturucuya ihtiyaç duymasına neden olduğunu ifade etmişler. Ayrıca, dopamin üreten hücrelerin kokain alımıyla öldüğünü tahmin ediliyor ve bu nedenle, bağımlılıktan kurtulan bir kişinin beyninin tekrar eskisi gibi dopamin üretip üretemeyeceği bilinmiyormuş.

Serotonin: (Çikolata ve Sigara) :
Gelelim serotonin ve endorfin adı verilen kimyasallarımıza. Beyinlerimizin ürettiği, rahatlık, hoşluk, keyif ve huzur gibi duygularla ilgili olan bu moleküllerimiz. Normalde insanlarda, kahkaha atınca, mutlu bir haber alınca ya da çikolata veya güzel bir tatlı yiyince, bir yeriniz acıyınca serotonin ve endorfin düzeyi yükseliyormuş öğrendiğim kadarıyla. Ancak sigara içenlerde beyin, serotonin – endorfin salgılama işini sigara içimine endekslediğinden otonomisini kaybediyormuş. Yani, hani keyiflenince de, dertlenince de sigara içilmesinin açıklaması şu, beynimizin olması gerekeni bırakıp, sigara içimine endeksli serotonin-endorfin salgılaması.

Sigarayı bırakmaya kalktığınızda ilk 72 saat çok önemliymiş, çünkü beyin bu tembelliğe alıştığından, yani serotonin- endorfin salgılamayı sigara içimine göre yönlendirdiğinden yeniden kontrolü ele alıp, bu kimyasalları ne zaman üretip, üretmeyeceğine kendi başına karar verebilme yetisini hatırlamak için 72 saate ihtiyaç duyuyormuş.

İşte bu 72 saati kolayca atlatabilmek adına, sigarayı bırakmak isteyenlere akupunktur öneriliyor.
Çünkü akupunktur sayesinde beyin, sigara olmaksızın nasıl serotonin ve endorfin salgıladığını hatırlayıp kendi otonom sistemini daha kolay devreye sokuyormuş.

Serotoninle olan ortaklığı dışında endorfine kısaca bir kez daha göz atalım:

Endorfin :
Beyin dokularında bulunan ve morfin kadar güçlü ağrı kesici özelliği olan bir grup proteinin ortak adı endorfin. Endorfinlerin beyindeki “haz merkezleri” ile ilgili olduğunu gösteren güçlü kanıtlar olduğu saptanmış. Ve bu maddelerin etki mekanizmasının ve beyindeki endorfin alıcılarının saptanması, uyuşturucu bağımlılığının ve kronik ağrıların tedavisinde büyük önem taşıyormuş.

Evet, üç silahşörlerle kısaca tanıştık, şimdi sıra onlar sayesinde bağımlılığa dönüşen eylemlere göz atmaya geldi…Konu bağımlılık olunca seks bağımlılığı da işin içine giriyor… Seksi, sadece cinsel dürtülerin bir getirisi ya da çılgınca bir aşkın süsü olarak düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Seks, yaşamımızı birçok yönden öylesine etkiliyor ki… Gazete ve dergilerde de sıklıkla söylendiği gibi, düzenli bir seks hayatı bize sağlıklı ve dingin bir yaşam sunuyor. Kan dolaşımından uyku problemlerine, kalp rahatsızlıklarından jenital bölgedeki problemlerin düzelmesine kadar her konuda etkili olan seksi yadsımak pek akıllıca değil.
Baksanıza daha nelere yarıyormuş; “Seks, korku ve endişeyi (anksiyete) bastırır. Temel neden endorfin salgısının devreye girmesidir. Ayrıca karşılıklı okşamalar da stresi yatıştırmakta etkin bir rol oynar. Sportif bütün etkinlikler gibi, seks de psikolojik rahatlığın yanı sıra sinir ve kas sistemini daha güçlü kılar ve uyumlu çalışmalarına olanak sağlar.” diyor konunun uzmanları.

Bağımlılığın anatomisine biraz daha yakından bakalım:
Bağımlılık, çok farklı çeşitlerde karşımıza çıkabiliyor. Kokain, eroin, kimyasal maddeler (extacy, vs…) alkol bağımlıları, iş kolikler, alışveriş tutkunları, kumar bağımlıları, seks kolikler ve onlarca benzer örnek… (Antidepresanlar da üç silahşörleri tetikleyerek çalıştıklarından onlar da bağımlılık yapabiliyorlar, xanax, prozac, passiflora vs…)

Sorular birbiri ardına düştü yine… Bağımlı olmak ne anlama geliyor? Bu fizyolojik bir sorun mu, psikolojik mi, yoksa ikisinin bir karışımı mı? Dahası, “bağımlılığa yatkın kişilik” terimi hangi ölçütlere oturuyor? Anne ve babamızın bu işte rolü var mı? Bazı kişiler genetik yapıları nedeniyle kumar oynamaya ya da eroin kullanmaya mı programlı, yoksa insanoğlu bir davranışın tutsağı olmaya eğilimli bir varlık mı? Örneğin yapılan araştırmalarda, insanların öğrencilik yıllarında, yaşamlarının diğer dönemlerine oranla çok daha fazla alkol tükettiği, çünkü bunun kültürel bir norm kabul edildiği belirtiliyor. Ait olma, grupta kalma adına yapılan onlarca davranıştan biri yani. Düşünün, sigaraya başlama nedenlerimiz de benzer değil mi? Bilinmeyen veya göz ardı edilen acı gerçekse, alkolün beynimizin “korteks” yani bilinç kısmını oluşturan gri hücrelerini öldürdüğü ve bu hücrelerin vücut tarafından yenilenemeyen tek hücre türümüz olduğu. Alkol alırken bir kere daha düşünün bundan böyle…

Tabii ki, her insan kendisine haz veren birtakım duyguları deneyimlemek istiyor. Evet, tam olarak karşılığı deneyimlemek! Pratikle teorik bilgi aynı noktaya götürmüyor beynimizi. Yani atasözü doğru “bir musibet bin nasihatten iyidir.”

Bağımlı kişi, bu doğal dürtüyü çok uçlarda yaşamayı tercih ediyor. Bağımlı olmayan kişi, o güzel anla yetinip durmayı başarırken, bağımlı, aynı eylemi defalarca tekrarlama gereksinimi duyuyor. Alışkanlığının esiri olmaya başlıyor, arzusunu dizginleyemiyor ve tutkunu olduğu eylemi her gerçekleştirdiğinde, buna bağlı rahatsızlıklar, psikolojik sorunlar yaşıyor. Mesela günümüzün yaygın psikolojik rahatsızlıklarından biri “Borderline”; Türkçe’si “Sınırda Kişilik Hastalığı”. Bugün çok sevdiği insana ertesi gün nefret duygusu besleyebilen, sürekli gelgitleri olan bir yakınınız ya da arkadaşınız mı var? O zaman aşağıdaki sorulara bir göz atın. Bu testi yaparak bir Borderline vakasını tanımlayabilirsiniz lakin sakın kendi kendinize teşhis koymaya kalkmayın ve mutlaka bir uzmana danışın:

Gerçek veya hayali bir terk edilmeyi önlemek için çılgınca çabalar. (Not: Buna 5 numaradaki intihar veya kendisini kesmek davranışlarını dâhil etmeyin.)
Aşırı değer vermek, yüceltmekle, aniden değer vermemek arasında gidip gelmekle karakterize edilmiş, kişiler ilişkileri arasındaki yoğun ve stabil olmayan-dengeli tutarlı olmayan- uçlardaki davranışlar ve yaşam biçimi…
Kimlik bozukluğu-rahatsızlığı; ısrarlı ve çok belirgin şekilde kendisi, görüntüsü, benliği hakkında tutarlı olmayan, stabil olmayan görüşleri olması.
En az şunlardan 2 konuda ani-düşüncesiz-düşünmeden kendisine muhtemelen zarar verecek şekilde hareket etmesi, mesela çok para harcamak; düşünmeden, ani, rasgele ve/veya korunmasız seks; bağımlılık, düşüncesiz-aşırı cüretkar hızlı vs araba kullanmak, fazla ve birden çok yemek (binge eating) Not: Buna 5 numaradaki intihar veya kendisini kesmek davranışlarını dahil etmeyin.
Tekrarlayan intihar davranışları, hareketleri veya tehditleri veya kendisini kesmek vs. davranışları.

Belirgin bir duygu reaksiyonu nedenli afektif instabilite (duygusal travma); mesela yoğun ve ani sesi çıkamıyormuş gibi bir durum, sinirlilik hali, veya genellikle bir kaç saat ve de çok ender olarak bir kaç günden fazla süren endişelilik hali.
Kronik olarak boşluk duyguları.

Uygunsuz-aykırı yoğun öfke, veya öfkeyi kontrol etmede zorluk; mesela sık sık öfke nöbetleri geçirmek, sürekli kızgın-öfkeli olmak, sıkça tekrarlayan fiziksel kavgalar.
Geçici olarak, stres nedenli paranoid düşünceler oluşması veya dissociative/ ayrışma= bölünme semptomları yaşanması. (NOT: ayrışma= bölünme – bu şu demektir; beyinde, kimlikte bir bütün olan, grup olan beyin-mental aktiviteler bölünürler ve sanki ayri bir ünite gibi-sanki başka bir insana aitmişcesine- çalışırlar-ilgili düşünce,fikir veya duyguların anormal ayrışmasıdır.Sanki bu üniteler arasındakı bağlantılar tümüyle kopar. Dissociation, dissosiasyon= stresli veya zararlı ortamdan, durumlardan kaçabilmek için aklımızın gidebileceği başka bir yer yaratmak demektir. Mesela çocuk aklının, dayanılmaz yoğun acı veren ortamdan ve gerçeklerden, kendisine yaşatılan taciz, cinsel taciz, ensestten kaçmak için yarattığı inkâr dünyasıdır. Cinsel tacizden, erken çocukluk tacizi, travmalarından kaynaklanan çok yoğun acı çekmek; kurbanın, çocuğun, gencin, insanın bununla başa çıkabilmek için, vücudundan adeta ayrılıp, başka bir kimlik yaratması, durumu kendi becerebildiği şekilde uzaklaşmasıdır. Daha basit ifade etmek için, bir şekilde gözü açık rüya görmek, hayal kurmak ve aklına uygun bir yer bulabilmek ve cinsel tacize ve enseste uğrarken, bir şekilde saklanmaktır.)

Bu konulara meraklıysanız Flora Rheta Schreiber’ın “Sybil” adlı romanını okumanızı öneririm. Kitabın arkasında şöyle bir tanıtım metni yer alır:
Sybil Isabel Dorsett, Victoria Antoinette Scharleau, Peggy Lou Baldwin, Peggy Ann Baldwin, Mary Lucinda Saunders Dorsett, Marcia Lynn Dorsett, Vanessa Gail Dorsett, Mike Dorsett, Sid Dorsett, Nancy Lou An Baldwin, Sybil Ann Dorsett, Ruthie Dorsett, Clara Dorsett, Helen Dorsett, Marjorie Dorsett, Sarışın ve Yani Sybil. Adını saydığımız tüm bu karakterler aslında tek bir kişiye ait. Kadınlı erkekli tam 17 karakter… Tek bir vücutta farklı dengeler… Sybil, çok kişilikli oluşun ilk psikanalizidir. Sybil Dorsett olayı normale bakışımızı da etkileyen bir gerçektir…
Bu kitabı bitirdiğinizde ister istemez bir kişilik bütünlenmesi yaşayacaksınız…
Ruhsal sağlığı yerinde olmayan bir annenin ve onun yaptıklarına çanak tutan bir babanın elinde büyüdüğünde savunmasız bir çocuk beyninin nasıl paramparça olabileceğinin ve kendini korumak adına neler yapabileceğinin yaşanmış ibret verici anıtıdır “Sybill”.

Konumuza dönüp sözü yeniden uzmanlara bırakalım; diyorlar ki:
“Alışkanlık ve bağımlılığın fizyolojik açılımını kavrayabilmek için, beyindeki sinir yollarında ya da “haz merkezi”nde nelerin meydana geldiğini bilmek gerekli. Haz merkezinde, serotonin, dopamin, endorfin gibi beynin doğal yollarla oluşturduğu psikoaktif maddeler, bu maddelere ilgi duyan alıcılar (reseptörler) ve bu maddelerin taşıyıcıları (transporter) bulunuyor.

Bütün bunlar, nörotransmitter bağlantı şebekesiyle haz, duygu ve heyecan durumlarını yaratıyor. Kişi kendisini iyi hissetmesini sağlayacak bir eylemde bulunduğunda, beynin haz merkezindeki bu kimyasal ağ, uyum içinde harekete geçiyor. Bu ilişkiler ağının, yaşamın asıl amacını zevk kabul eden hedonizm öğretisini doğrular nitelikte olduğunu söylemek, çok da yanlış sayılmasa gerek. Ancak, gerçekte bu merkez, öğrenmeyi teşvik eden, insanoğlunun yaşamını sürdürmesi için gerekli olan üreme, yemek yeme ve su içme gibi eylemlerin emredildiği yer. Örneğin, hazza yol açan “nörotransmitter”lerdeki artış, seksin günlük yaşamda bir eğlenceye dönüşmesini sağladı; bu nedenle de, eylemin tekrar edilmesi isteği doğuyor. Evrim döneminde seks, sadece bir üreme aracıydı ve türün devamlılığı için gerekliydi, bir zevk unsuru değildi.

Haz uyandıran eylem bir kez gerçekleştiğinde “nörotransmitter”ler, enzimler tarafından parçalanıyor ya da taşıyıcı moleküller tarafından alınarak daha sonra kullanılmak üzere depolanıyor. Narkotik olmayan bağımlı (kumar veya seks bağımlısı gibi), eyleminin kendisi için nöro kimyasal açıdan teşvik gören bir özelliğe sahip olduğunu öğrenince, bu alışkanlığı tekrarlama eğilimine giriyor. Örneğin kumar, onun haz merkezini doğrudan uyarıyor ve kişi bu duygunun tutsağı oluyor. Bağımlı olmayan kişi de bunu fark ediyor. Ancak, normal sınırlar içinde eylemi ne zaman yapıp ne zaman yapmayacağı konusunda yargıya varabiliyor.

Eroin gibi uyuşturucu madde ve ilaç bağımlılığında süreç çok daha farklı gelişiyor. Eroinin kendisi beynin biyokimyasını bozuyor; dopamin, enkefalin ve diğer haz üreten kimyasalların düzeyini artırıyor. Örneğin kokain, dopaminin geri alımını engelliyor. Amfetaminler ise, dopaminin taşıyıcılar yoluyla depolanmak üzere geri alımını engelleyerek, daha fazla dopaminin kullanılması sağlıyor.

İlk başlarda, beyin bu kimyasal istilaya karşı tepki geliştiriyor. Ancak, kısa bir süre sonra teslim oluyor ve bu uyuşturucu madde bombardımanını yaşamın bütünlüğünü sağlaması için kurduğu denge gibi kabulleniyor.
Kimyasallar beynin kontrolünü ele geçiriyor. Müptela, artık kendisini iyi hissetmek için değil, normal hissetmek için uyuşturucu maddeye ihtiyaç duyuyor. Artık zevk yok oluyor, ihtiyaç başlıyor.

Beynin mücadelede yenik düşmesi, birtakım rahatsızlıklar doğuruyor. Beyin sinirleri üzerindeki başkalaşma, psikolojik bağımlılık, depresyon ve şiddetli arzuya yol açıyor. Kişi iki çıkmazın pençesine düşüyor: daha fazla maddeye psikolojik arzu, maddenin eksikliğine bağlı olarak vücutta meydana gelen fizyolojik “yoksunluk sendromu”.

Madde, beynin duygu, heyecan ve bellekle ilgili bölümlerini doğrudan etkilediğinden, kullanıcı sürekli bu heyecan ve hatırlamanın etkisi altında kalıyor; madde anılarını canlı tutuyor. Bu durum, bağımlılığın aşılmasını daha da zorlaştırıyor. Kişiye maddeyi çağrıştıran bir yer, bir görüş ya da kişisel eşya, arzuyu tetikleyebiliyor. Kullanıcılar çoğunlukla, yaşam alanlarında kendilerini bu tür bir bağımlılığa sürükleyen fizyolojik eylemi normal olarak nitelendiriyorlar. Bunu bir yaşam tarzı olarak benimsiyor; düşüncelerinin, duygularının ve çevreleriyle kurdukları ilişkinin bir ifadesi olarak görüyorlar.

Çevre, bağımlılık konusunda yaşamsal bir önem taşıyor.

London Kings College Uyuşturucu Madde Bağımlılığı Bölümü profesörlerinden Griffith Edwards’a göre, toplumsal haklardan yoksun koşullarda yaşayan bir kişinin, daha iyi koşullarda yaşayanlara oranla madde bağımlısı olma eğilimi 30 kat fazla. Edwards, “Yıkıcılığın teşvik edildiği bir çevrede yaşıyor, amaçsızca okula gidip geliyorsanız, eroinman olmak kişilik kazanmanın bir başka çeşidine dönüşebiliyor. Kişi bir kimliğe, bu alt kültür içinde yeni bir toplumsal role bürünüyor” diyor.

Psikolojik açıdan bakıldığında bağımlılık, bir savunma mekanizması gibi de değerlendirilebilir. Yemek yeme alışkanlıklarındaki bozukluklar ve egzersiz bağımlıları üzerinde çalışmalar yapan psikolog Lizzie McCann, acı veya ruhsal sıkıntıları gidermek için, kişilerin birtakım kaçış yollarına ve bağımlılıklara yöneldiklerini belirtiyor. “Şekerli besinler kan şekerini, egzersiz de endorfini artırıyor. Bağımlı kendisini daha iyi hissetmek için eylemini tekrarlıyor. Sürekli kola içmek, salonlara kapanıp aşırı spor yapmak, her fırsatta gece kulüplerine gidip dans etmek gibi… Ancak, bu sadece bir oyalanma davranışı ve sorunun temeline etkisi olmuyor. Sonuçta ruhsal sıkıntı arttıkça, kişi de bağımlısı olduğu eylemi çoğaltıyor.” Boşuna dememişler parayla saadet olmaz diye. İstediğiniz kadar alış veriş yapın, spor salonlarında vakit harcayın sorun içinizde olduğu sürece tatmin olamazsınız. İnsan, ruhunu göz ardı edip, onun gelişim ve ihtiyaçlarına vakit ayırmayıp sadece bedeniyle ilgilendiği sürece mutlu olamaz!

Bağımlılık türlerinin seçimi de toplumsal yaklaşımlarla doğru orantılı. Örneğin, eroin tüm toplum tarafından dışlanan bir maddeyken, alkole bakış daha ılıman. Çünkü alkol, toplumun tüm kesimleri tarafından tüketilen bir madde.

Psikoseksüel tedavi uzmanı Janice Hiller, “hiperaktif seksüel bozukluk” ya da medyada bilinen şekliyle “seks bağımlılığı” çeken hastaların da benzer bir durumla karşı karşıya olduklarını ileri sürüyor. “Bazı kişilerin uyarı mekanizması çok çabuk harekete geçebiliyor. Bu kişiler, cinsel yaşamın normal karşılandığı, rahatlıkla kabul gördüğü bir toplumda arzularını dizginlemek ihtiyacı duymuyorlar. Aynı fizyolojik gereksinimi hisseden toplumun diğer bireyleri ise, bu güdülerini düzene sokabiliyorlar. Onların da fantezileri var; ancak, bunları hayata geçirmiyorlar. Dolayısıyla iş yaşamları ve ilişkileri bundan olumsuz yönde etkilenmiyor.” Bu yaklaşımın tüm bağımlılıklar için geçerli olduğu söylenebilir. Sağlıklı bir kişinin güdülerini harekete geçirme ya da dizginleme konusunda seçeneği var. Ancak, bağımlının böyle bir şansı yok: hissediyor ve yapıyor… Boşuna demiyoruz “duygusal” değil “duyarlı” olun diye…

Lizzie McCann gibi düşünen uzmanlar, bu tür kişileri “bağımlı kişilik” şeklinde tanımlıyorlar: “Bazı kişiler bir bağımlılıktan diğerine (alkolizmden seks bağımlılığına gibi) geçebiliyorlar.

Bağımlılığın genetik mirasla ilişkili olduğu da düşünülebilir.
Griffith Edwards ise, “bağımlı kişilik” kuramını “medya miti” olarak değerlendiriyor. Bağımlılık davranışının öğrenildiğini, karar verme süreciyle bağlantılı olduğunu; o nedenle de, herkesin bağımlılığa eğilimli olduğunu savunuyor.

Bunun yanı sıra, hemen hemen tüm uzmanlar, genlerin rol oynadığı konusunda aynı kanıyı paylaşıyorlar. Kişiyi bağımlılığa karşı koruyan ya da bağımlılığa iten genler var. Örneğin, New York Rockefeller Üniversitesi biyologları, beyinde eroinin tuttuğu “mu reseptör”lerindeki genleri araştırdılar. Bu çalışmada, A118G adı verilen bir “mu reseptörü” gen tipini keşfettiler. ABD’de yaşayan İspanyollar üzerinde yaptıkları bu araştırmada, uyuşturucu kullanmayanlarda A118G’nin, kullananlara oranla daha yaygın olduğunu belirlediler.

İsviçre’de, alkolizm üzerine yapılan benzer bir araştırmada da, ayrı yumurta ikizlerinden biri alkolikse, diğerinin alkol bağımlılığı olasılığının yüzde 32 olduğu açıklandı. Tek yumurta ikizlerinde ise, bağımlılık riski yüzde 72… Virginia Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kafein bağımlılığı konusunda yapılan araştırma da benzer sonuçlar verdi.

Buna rağmen, 1990 yılında keşfedilen bağımlılık geni DRD2’nin (“heyecan arayışı geni” de deniyor) kişide baskın olarak bulunması, onun eroinman olacağı anlamına gelmiyor. Genetik açıdan bağımlı davranışa yatkın bulunduğu ileri sürülen kişiler, toplumsal ortamları buna uygun olsa bile eroine tutsak düşmeyebiliyor. Yani, “bağımlılığa genlerim yol açtı” ifadesi geçerli değil. Ancak, herkesin bağımlılıktan kurtulabileceğini söylemek de yanlış değil. Uyuşturucu madde kullanan kişilerde oluşan olumsuz etkileri yok etmek için, birtakım kimyasal tedaviler var. Ancak, ilaç tedavisinin, psikolojik terapiyle desteklenmesi gerekli. Bununla da yetinmeyip, kişinin bağımlılığa sürüklenmesine yol açan ana nedenlerin düzeltilmesi gerekiyor.

Konuya noktayı, bugünlerde elimden düşürmediğim ve başucumdan ayırmayacağım bir kitaptan alacağım küçük bir bölümle koymak istiyorum.
“Çoğu insan özgürdür. İstedikleri yere gidebilir ve canları ne isterse onu yapabilir. Ama çok fazla insan aynı zamanda kendi içgüdülerinin kölesidir. Öncü olmak yerine tepkisel davranırlar. Kayalık bir kıyıya çarpan denizdeki köpükler gibidirler; akıntılar onları nereye götürürse oraya giderler. Zamanlarını aileleriyle geçirirken iş yerinden biri arayıp kriz durumunu haber verdiğinde, hangi eylemin kendi esenlikleri ve yaşam amacı için daha önemli olduğunu bir an bile düşünmeden fırlayarak oradan çıkarlar. Kendi yaşantımda gözlediğim gibi, hem burada Batı’da hem de Doğu’da bu tip insanların özgür olduklarını ama bağımsız olmadıklarını söyleyebilirim. Aydınlanmış, anlamlı bir yaşam için gerekli olan ana etmenden yoksundurlar; ağaçların ötesindeki ormanı görmek, acil olan şeyler arasından doğruyu seçme özgürlüğüdür.”

“Bağımsızlık bir eve benzer; onu tek tek tuğlalarla inşa edersin. Koyduğun ilk tuğla irade gücündür. Bu özellik her hangi bir anda sana doğru şeyi yapma ilhamı verir. Cesaretle davranma enerjisi verir. Sürmekte olduğun yaşam biçimini kabul etmekten çok, hayal ettiğin yaşamı sürme kontrolünü sağlar.”
Robin S. Sharma (Ferrari’sini satan Bilge.)
Hepimiz, bağımsız, farkında ve mutluluğunu yaratabilenlerden olabilelim dileğiyle…

Kerem Seven