Küba maceram Nisan ayında aldığım “Hayalim Küba” konulu bir emaille başladı. Genelde reklam kokan emailleri açmam bile ama konu hayalim Küba olunca ve gerçekten de hayallerimden biri Küba’ya gitmek olunca açtım emaili. Çok içten bir emaildi ve bir projeden bahsediyordu. Bu yüzden de fiyat diğer turlara nazaran oldukça uygundu. Bu sene için hiç aklımda yokken birden aklıma düştü Küba. Ve bu email bana geldiyse ve ben de açtıysam vardır bir hayır diyerek “ben geliyorum” dedim. Bu arada ne organizatörü tanıyorum ne çalıştığı turizm şirketi bilindik bir şirket. Sadece telefon ettim organizatöre, sesi çok içten samimi geldi ve diğer turlara göre uygun olmakla birlikte yine de kurdaki artışla birlikte benim için hatırı sayılır bir parayı peşin olarak hiç düşünmeden yolladım. Temmuzdaki tur için Mayıs ayında. Daha sonra tarih yaklaşınca “bizim de hayalimiz Küba”, “ne şanslısın” vs diyenler oldu. Böyle diyenlerin kaçı bu şekilde sadece gelene güvenip risk alırdı bilmiyorum. Hayal etmek dünyanın en güzel şeyi ve gerçekten kalpten kurulan hayallerin olduğuna da inanırım ama aynı zamanda güvenmek ve adım atmak da lazım. Ben de çok istiyorum ama olmuyor diyenlere sözüm, ne yapmaya hazırsınız hayalinizi gerçek kılmak için? Risk alabilir misiniz mesela? 🙂

Yolculuğa bir hafta kala henüz ne uçak biletim ne de vizem elime geçmişti. İşte o sırada biraz endişelenmedim dersem yalan olur 🙂 Ama Atatürk havaalanında tur organizatörümüz Naciye ve gezi arkadaşlarımla tanıştığım an, o kısa süreli endişem için bile kızdım kendime 🙂 Gece 1:40’ta uçağımız Küba’ya doğru havalandı. Heyecan dorukta, ilk defa bu kadar uzun süreli direkt bir uçuş deneyimledim. Vizyondayken kaçırdığım filmleri izleme şansım oldu böylece. Bir iki saat ancak uyumuşumdur toplamda.

Küba’ya indiğimizde bizi sevimli rehberimiz Daryon karşıladı. Aslında mühendis olmasına rağmen Küba’da turizm işinde olanlarla diğerlerinin arasındaki hatırı sayılır gelir farkı nedeniyle rehber olmuş. Gerçi hakkını yemeyeyim işini de gerçekten çok severek yapıyor ama İngilizcesinin pek iyi olduğu söylenemez. En son Türkçe de öğrenmeye başladı. Sonuçlarını merakla bekliyorum ? Gelir eşitsizliğinden bahsetmişken sadece turizm sektörü için geçerli bu. Zaten turistlere ayrı para birimi uyguluyorlar ve değeri neredeyse avroya denk. Turistleri gelir kaynağı olarak görmeye başlamışlar ne yazıkki ve bu yüzden eğer turistlere hitap eden bir iş yapıyorsanız geliriniz oldukça yüksek oluyor. Onun dışında doktoru, mühendisi vs ayda yaklaşık 30 avro kazanıyor. Ama evi, temel ihtiyaçlarını devlet karşılıyor. O yüzden gelecek kaygıları pek yok ve mutlular. İşsizlik yok, daha doğrusu işsiz bile olsa bütün ihtiyaçları karşılanıyor zaten, kadına şiddet yok aksine kadın evin reisi olarak kabul ediliyor.  Yolda arabanızda yer olduğu halde otostop çeken birini almazsanız suç. Herhangi birinin yardıma ihtiyacı olsa hepsi birden koşuyor çünkü kendilerini büyük bir aile olarak görüyorlar. Che’yi çok seviyorlar. Her yerde onun posterleri var ama Castro için pek aynı fikirde olmasalar da bu konuda pek konuşmuyorlar çünkü korkuyorlar.

Küba’nın benim için ana teması kendini sevmekti. Hepsi kendini o kadar çok seviyor ki. Zaten mutluluklarının ana nedeni bu bence. Orada kadınlar da erkeklere laf atıyor. Yakışıklı erkeğe “mango” deniyor ? Hatta bizim kültürümüzde kadın laf atamaz dediğimizde bizim için çok üzüldüler. Beğendiğinizi belli etmenizin ayıp olması ne kadar kötü diye. Laf atmayı da adabıyla ve art niyet gütmeden yapıyorlar çünkü. Sadece beğeninin belli edilmesi. Kendini sevmekten kaynaklı bir özgüvenleri var. Ağzında dişi olmayan teyze bile kendini güzel buluyor ve dişi enerjisi o kadar yoğun ki gerçekten güzel görünüyor. İşvesiyle, cilvesiyle, dansıyla kendine baktırıyor. Bizde olsa ne giysek de saklasak diye düşüneceğimiz vücut yapısında olanlar gayet daracık kıyafetler giyiyorlar ve işin ilginci yakışıyor da. Hayran hayran izledim Kübalıları bütün tur boyunca.

Turda gördüğümüz turistik yerleri tek tek yazmayacağım. Her yerde okursunuz zaten. Zaten bu yazıyı yazmayı o kadar geciktirdim ki hatırlamam da zaman alacak. O yüzden her zamanki gibi kendi deneyimimi paylaşacağım sadece.

Tur boyunca oteller yerine casalarda kaldık. Bizdeki pansiyonlar gibi düşünebilirsiniz. Evlerinin odalarını kiralıyorlar ve otobüs yerine de klasik arabalarla gezdik. Böylece Küba ruhunu daha da çok hissetmeye çalıştık. İlk gün Havana’yı (onların dilinde La Habana) biraz gezip akşamında da Buena Vista Social Club konserine gittik. Konserin sonunda gezi grubumuzun yarısı sahnedeydi zaten. Tabii ki ben de ?. İkinci gün Vinales’e (n’nin üstünde işaret var. Yani Vinyales diye okunuyor ? ) yola çıktık. Orada çiftlikleri görmekti amaç. Gezinin daha ikinci gününde ben bir ata kendimi tekmeletmeyi başardım ? Aslında her şey çok güzel başlamıştı. Çiftliği at üstünde gezecektik ve gezdik de zaten. Hatta ben o kadar büyük keyif aldım ki beni daha önce ata bindi sandı herkes. Sadece benim atım benim gibi biraz başına buyruktu. Gruptan uzak durup başka rotalardan aynı noktaya varıyordu. Meğer bir bildiği varmış. Ne geldiyse başıma onun bilgeliğine güvenmemekten geldi. O geri durmaya çalıştıkça ben zorladım gruba yaklaşması için. İşte o sırada öndeki bir at benim ata tekme attı. At da ben de reflekslerimiz sayesinde geri durduk ama ayağım üzengide olduğu için benim refleks biraz sekteye uğradı ve bacağıma tekmeyi yedim. Önce yumurta gibi şişti. Neyse yanımda çay ağacı yağı vardı. Attan iner inmez onu sürdüm. Buz koyduk. Bana özür bağlamında bir puro verdiler ama at gezisi ücretinden kuruş indirmediler. Küba olduğu için dava açma vs gibi şeyleri aklıma bile getirmedim zaten ? Meğer benim bindiğim atla o tekme atan arasında husumet varmış. Neyse Allah beterinden korudu diye şükrederek devam ettim. Gerçekten de bütün gezi boyunca şükrettim çünkü o tekme bana değil de ata gelseydi çok daha fena durumda olabilirdim. Buzla şiş indi bu sefer kanama başladı. Kanama o kadar uzun sürdü ki sonunda balla durdurduk. Aklınızda olsun bal çok iyi geliyor. İzmir’e döndüğümde doktorumun söylediği kemiğe bir milim kala durmuş yarık. Ucuz atlatmışım yani. Ve on gün boyunca açık yara gezip mikrop kaptırmadan döndüğüm için de ayrıca çok şaşırdı. Hele o bacakla şelaleye tırmandığımı, okyanusa girdiğimi ve sabahlara kadar dans ettiğimi duyunca şaşkınlığı bir o kadar kat daha arttı ?

Bu olay olunca iki seçeneğim vardı. Ya Havana’ya dönüp doktor bulup tedavi olup ülkeme dönebilirdim ya da gezinin keyfini çıkarmaya devam edebilirdim. Tabii bir üçüncü şık da her gün söylenerek hem gezinin hem de çevremdekilerin huzurunu kaçırmak olabilirdi. Ben gezinin keyfini çıkarmaya karar verdim. Yanımda antibiyotikli krem ve çay ağacı yağı olduğu için her gün sabah akşam temizledim yarayı. Onun dışında da unuttum. Tabii ki acıyordu. Bir şey değdiği zaman daha çok acıdığı için orada tek paçalı şalvar modası başlattım ? Yabancı ülkede olmanın en güzel taraflarından biri hele de Küba’daysanız ne yaparsanız yapın garip karşılanmıyor. Şalvarlarımın bir bacağını tepeme kadar kıvırıp bir şekilde bağlayıp şort kıvamına getirdim. O kadar ki kıyafetimi beğenip nereden aldığımı soran oldu ? Acısına rağmen halime şükrederek her yere gittim, tırmanılması gereken her yere tırmandım. Bir aktivite dışında hiçbirini es geçmedim. O da ipe bağlanıp yamaçlar arasında kaymak. Onu da yapardım da bacağım için biraz fazla riskliydi ? Yani Küba’da öğrendiğim başka bir şey de her ne olursa olsun şükretmek oldu.

Başka neler yaptık? Puro nasıl yapılır, Che purosunu nasıl içerdi onu öğrendik. İlk kez puro içip onu da denemiş oldum. Bol bol mojito içtik ? Devamlı yollardaydık. Bir sürü şehir gezdik; Trinidad bunlardan en etkilendiklerimden biriydi. Che müzesini gördük. Havana’nın sokaklarında dans ettik. Disko söz konusu olduğunda ne kadar evrensel olduğunu; Küba’da bile formatın aynı olduğunu öğrendim ? Peki Küba gezisinin bana asıl kattıkları nelerdi? Kendini sevmek, şükretmek, hayvanların bilgeliğine güvenmek, sanki hızlandırılmış bir okula gitmiştim ? Küba’ya zamanın durduğu yer diyorlar. Oysa bence tam tersi. Onu demelerinin sebebi görünüş olarak hala 60’li yıllardaki gibi kalması. Ama Küba’da zaman durmuş değil. Aksine asıl orada zaman tam anlamıyla yaşanıyor. Hala her şeyleri doğal, kimyasal bir şey bulmak neredeyse imkansız. Doğa ile iç içeler. Bütün bunlar onların anda kalmasını, mutlu olmasını sağlıyor. Kendilerini seviyorlar, kaygıları yok ve kabuldeler. Varsın 60’lı yıllar gibi görünsün, varsın yurtdışına çıkma şansları çok az olsun, varsın yoksul olsunlar, varsın internetleri olmasın… Kübalılar gerçekten yaşıyor. Peki ya biz? (Tabii bu ne yazık ki şimdilik böyle. Orası da yavaş yavaş dejenere olmaya başlamış. ☹)

Not: Daha fazla foto için https://www.facebook.com/kalbincileri/ sayfama bakabilirsiniz.

İdil Göksel