Yine Kahire’deyim…

 

İlk kez 1995 yılının sonunda bir toplantı için gelmiştim buraya.  Kahire hakkında ilk dikkatimi çeken şey, şehrin her yanında hatta lüks otellerin koridorlarında bile bütün kokulara baskın çıkarak burun kanatlarıma dolan çok özel bir rayihaydı. Biraz çölün rüzgarı gibi serin ve kumlu, biraz Nil’in çamuru gibi nemli ve hafifçe kekremsi bir kokuydu bu. Herkese kokuyu alıyormusunuz diye soruyordum. Hayır kimse almıyordu! Belki de genetik hafızamı uyaran özel bir mesajdı bu. Kahire bu kokuyla bana kendini tanıtıyor, belki de sadece hatırlatıyordu. 1998 yılından başlayarak işimin bir parçası oldu Kahire. Yılda iki-üç kez gelir gider oldum. Tanışlarım oldu burada, hatta dostlarım. Ve tabii anılarım.

 

Gündüzleri hayli farfaracı ve hatta biraz hırçın, geceleri ise biraz hüzünlü ve yanılsamalarla dolu gelir bana bu şehir. En sade ve en kendine dönük olduğu saatler ise güneşin yavaştan solduğu, akşam ezanının okunduğu zamanlardır. Sönen günün ışığı bulutları pembeleştirir. Zamanın, arayışların, arzuların, hüzünlerin ve korkuların görünmez bir perdenin arkasında asılı kaldığı ve şehrin, insanların, arabaların sesinden çok kendi kalbimin sesini duyduğum, 15-20 dakikalık bir zaman dilimidir bu. Başladığını, kalp atışlarımın sakinleşmesinden anlarım ve tıpkı yüzmekten yorulan birinin nefeslenmek için kendini sırtüstü denize bırakışı gibi, kendimi bu duyguya bırakırım.

 

 

Tozlu, yorgun ve kalabalık bir kenttir Kahire. Zaferi ve yenilgiyi, umudu ve küskünlüğü, onuru ve aldatmayı, birliği ve ayrılığı, görmüş, geçirmiş ve tüm bunların üzerini çöl rüzgarıyla gelen kumların örtmesine izin vermiş gibidir. Gizemli Mısır hanedanlarının ve yüzlerce yıl süren Osmanlı saltanatının ardından bir dönem Fransızlara, bir dönem ise İngilizlere müstemleke olmayı kabullenmiş bu ülkenin insanlarının, ne geçmişe ne de geleceğe çok fazla güvenmez gibi bir halleri vardır. Yaşam öylesine günübirlik tüketilen bir şeydir. Kökü olmayan ve buldukları uygun bir yere tutunarak yaşama devam etmeye çalışan yosunlar gibi dalgalanır insanlar sokaklarda. Oysa öyle kadim yüz hatları vardır ki, herbirini içinde oldukları kareden alıp, tarihi bir filme, hatta Kahire Müzesi’ndeki günümüze kadar sağlam kalabilmiş papirüslerde betimlenen sahnelere yerleştirebilirsiniz. Ama onların kendilerini yerleştirebildikleri sağlam bir yer yok gibidir.

 

Turistlerin büyük beklentilerle gelip biraz hayal kırıklığına uğrayarak döndükleri bir yerdir bu kent. İlk bakışta sadece kirini, kalabalığını, bir Avrupa şehrinde asla rastlanmayacak ölçüdeki düzensizliğini, inanılmaz trafik keşmekeşini, insanların gelir düzeyleri arasındaki korkunç uçurumu görüp, huzursuzlanırsınız. Dünyanın yedi harikasından biri olan piramitlerin ya da burnunu çöl rüzgarlarının yediği sfenksin hali ise sizi avutmaktan çok uzaktır. Piramitlerin  içi boş, koridorları dar ve karanlık, solunabilir havası ise yüzlerce Japon turist ile paylaşıldığı için azdır. Klostofobisi veya nefes darlığı olanlara asla tavsiye edilmez. Ama gerçek Kahire, ne turist rehberlerinin nasıl inşa edildiklerini doğru düzgün açıklayamadıkları piramitlerle, ne inanılmaz tarih hazinelerini barındıran Kahire Müzesi ile, ne de yetmişli yıllardan kalma siyah beyaz Türk filmlerindeki Yeşilköy Havalimanı görüntüleri hatırlatan boynu bükük hava terminali ile sınırlandırılamaz.

 

70 milyonluk Mısır’ın dörtte birini barındıran ve azalmayan bir göç yükünü taşımaya çalışan bir kent olarak, biraz İstanbul’un kaderini paylaşır Kahire. Ama giysisi İstanbul’a göre biraz daha derme çatma, ve kafası biraz daha karışıktır. Champs Elysses’nin planına göre inşa edilmiş şehir merkezindeki 19. yüzyıldan kalma Fransız stili güzelim taş binalar, tozlu sokak aralarında, bakımsızlık, hor kullanma ve sanki biraz da sevgisizlikten dolayı kendilerini salıp, aynaya bakmayı unutmuş kadınlar gibi çökkün dururlar. Beyoğlu’ndaki yeni yeni restore edilmeye başlanan hanları anımsatan bu binaların loş ve her mevsim serin koridorları, yüksek tavanları ve gerilim filmlerine sağlam malzeme çıkartacak antika asansörleri vardır. Ağır giriş kapılarını iterek adımınızı içeri atarken sizinle birlikte binaya süzülen güneş ışınları, havada uçuşan minicik toz zerrelerini birer altın tozuna dönüştürürler.

 

Bu güzelim apartmanlara konuşlanmış iş yerlerinin kapılarını çalarken, havı dökülse de güzelliği kaybolmayan el işi halılar, yüzleri eskimiş, gomalak yapma zamanı gelmiş de geçmiş berjer koltuklar, tahta kurdu yeniklerinin daha da sevimli hale getirdiği sekreter masaları ile karşılaşacağınızı sanırsınız. Ama ”modern” iş dünyasına ayak uydurmaya kararlı iş adamları güzelim eski parkelerin üzerini, serildikleri günden sonra neredeyse hiç temizlenmemiş gibi duran, kötü kalite duvardan duvara halılarla kaplamış ve 1970’lerin kitsch zevkini hatırlatan mobilyalarla ortalığı doldurmuşlardır. Hüzünlenirsiniz. Ve elinizi kolunuzu nereye koyacağınızı bilemeden etrafa bakınırken, kırık ingilizcesiyle kim olduğunuzu soran bir sektreter tarafından genel müdür odasına buyur edilirsiniz.

 

Şehrin zenginlerini barındıran iki eski ve güzel semt vardır; Zamalek ve Mohandessin. Zamalek, Nil nehrinin üzerine bir çıkıntı gibi uzanan bir adadır. Lüks butikler, ithal mobilya dükkanları, herhangi bir yerde 1 Mısır Lirasına satın alabileceğiniz taze mevye sularının 10 Mısır Lirasına satıldığı gösterişli kafelerle doludur. Taze mevye suyu deyince durmak lazım! Mısır bir mango, guava ve çilek cennetidir. Eğer hayatınız boyunca bir kez bile olsun koca bir bardak dolusu kıpkırmızı ve tatlı çilek ” yani Faraoula” suyu içmediyseniz, çok muhteşem bir zevkten mahrum kalmışsınız demektir. Burada kırmızı çilek, turuncu mango, beyaz guava sularını kat kat bir bardağa doldurup içine birkaç dilim de muz koyarak önünüze getirirler ve zaman durur! Artık sadece tat vardır…

 

Zamalek’in en güzel binalarından biri, Mısır Sultanının balkonlarından Nil’i seyrederek sabah kahvaltısını yapmayı sevdiği küçük sarayıdır. Bu saray, Fransız İmparatoriçesi Josephin’i ağırlamak için yaptırılmıştır ve günümüzde Mariott oteli tarafından kullanılmaktadır. Tıpkı Çırağan Sarayı gibi…

 

Mohandessin ise burjuva tabakasının en sevdiği yerleşim merkezidir. 2-3 katlı, geniş cepheli kagir binaların, tropik iklimin etkisiyle çoşmuş ağaçlarla süslü küçük bahçeleri vardır. Salkım salkım pembe ve kırmızı çiçekler açan bir akasya ağacı veya ağaç boyuna gelmiş bir kauçuk bitkisi görmek istiyorsanız, Mohandessin sokaklarında aylak aylak gezmelisiniz.

 

Şehrin merkezinden kenar semtlerine doğru uzaklaşmaya başladıkça yol kenarlarında yükselen sayısız yeni inşaat gözünüze çarpar. Gökdelenvari bir boyuta sahip bu  binalar, şehrin hergün artan insan yükünü taşımak için inşa edilmiş modern gettolar gibidir.

 

Eski Fatımi mahalleri ise içler acısı bir güzelliğe sahiptir. Emevi mimarisinin muhteşem örnekleri olan bin yıllık camilerin arasında neredeyse onlar kadar eski olduklarını düşünebileceğiniz viraneler vardır. Sarımsı bir toprak rengindedir bu evler. Yıpranmış tuğlaları dökülmüş sıvaların altından gözler önüne serilir. Sokak aralarında saçları karmakarışık, çıplak ayaklı, sümüklü ve inanılmaz güzellikte gözleri olan çocuklar gezer. O ceylan bakışlı, kıvrık dudaklı, kara bukleli çocukların büyüyünce nasıl olup ta kıllı kılçıklı erkeklere ve bıngıldak vücutlu kadınlara dönüşebildiklerine akıl erdiremezsiniz. Necip Mahfuz’un Harafish romanında anlattığı yerlerdir bunlar. Düzenli bir işi olmayan, hamallık, seyyar satıcılık, bazen de sadece dilencilik yaparak yaşayan insanların oturdukları yerler. Kavruk yüzlü erkekler entari giyer, başlarına kendilerine özgü bir çeşit sarık  sararlar. Bir köşeye oturup çay-sigara içer ve arkadaşları ile konuşurlar. Kadınlar ise temizlik işlerinde çalışır, iyi durumda olan ailelere yemek pişirmeye, çocuk bakmaya giderler. Bir turistin şehrin Fatımi bölümüne gelmek ve Citadel olarak bilenen kaleyi görmek için taksiciye ödediği parayla bir hafta geçinecek ailerdir bunlar. Buraları görünce insanın içine çöken hüzün kalbinizi, tıpkı hiç sağanak yağmur yüzü görmemiş bu mahallelerin  taşlarının arasına sinmiş olan kir gibi kaplar ve bir müddet orada kalır.

 

Seyredeni zaman zaman hüzünlendirse de kendi içinde şen bir kenttir oysa Kahire. Çabuk kızan ve çabuk gülen insanları vardır. İçten ve ateşli halleriyle, gülerken olduğu kadar kızarken ve hatta kavga ederken de eğlendirirler insanı. Ama ben en çok taksilerine gülerim. Yetmişli yıllardan kalma siyah 504 Peugeot’lar burada taksi olarak kullanılır. Dişlerinin yarısı dökülmüş şöförler yol kenarına çektikleri arabalarına yaslanıp sigara içer ve turist olduğunuzu anlayınca arkanızdan ”Taksi Madam” diye seslenirler. Dönüp bakmazsan bir daha seslenirler ve hatta yanınıza gelirler. ”Madam, limuzin please!”. İşte en vurucu cümle budur. Burada kahkaha atmamayı başaran, bundan sonra ömrü boyunca kendini tutabileceğinden emin olabilir. Limuzin namıyla davet edildiğiniz bu sevimli takaların camları yarıya kadar açıktır ve isteseniz de kapanmaz. Kapı kolları çoğu kez kırıktır. Kaportaları tehlikeli bir biçimde tangırdar. Koltuklarına, Formula-1 pilotu edasıyla oturan şöförler, emeklilik zamanı gelip de geçmiş bu zavallı Peugeot’ları tık nefes edinceye kadar zorlar, sürekli sağa sola korna çalarak yol isterler. Mutlaka hangi ülkeden geldiğinizi ve illaki isminizi sorarlar. Benim ismim Mısır’da çok yaygın olarak kullanılan bir kadın adı olduğundan kanları bana anında ısınır ve gülerek tekrarlarlar; ”Ya Madihaaa!” Arkasından da ”Kahire veri gut ?” soru cümlesi gelir. Tek seçenek ”Yes yes very good” demektir. Ve şöför ingilizce bilmese bile benim arapça anlamam gerektiğine hükmederek konuşmaya devam eder. Evli olup olmadığımı, kaç çocuğum olduğunu, Kahire’de ne aradığımı ”küllüm tamam” sorup öğrenir. Taksimetre diye bir kavramın Kahire’de geçerli olmaması, yolculuğun son perdesini çok heyecanlı ve eğlenceli hale getirir. Aslında nuh-u nebiden kalma bu Peugeot’cukların mütemmim cüzlerinden biri, onlarca yıl önce takılmış olan ve muhtelemen İtalyan menşeli kilometre okuyucularıdır. Rus malı çalar saatleri andıran ve göstergelerinin kenarında FARE – yani alınan yol – yazan bu alengirli aletler, taksinin ne işe yaradığı bile unutulmuş sevimli aksesuarlarıdır. Ben hangi semtten hangisine gidilirken normal bir Kahire vatandaşının ne kadar ödediğini ve şöförlerin turistlerden ne istediğini yıllar içinde oldukça iyi öğrendim. O yüzden şöförlerin istedikleri miktara ”Mişmaul!” – yani makul değil – diyerek itiraz eder ama turist olmanın bedelini az da olsa ödemem gerektiğine inandığım için daima bir Kahireli’nin ödeyeceğinden biraz daha fazlasını veririm. İlk başta kızmış gibi görünüp itiraz etseler de, gülümseyerek ayak direyişim ve pazarlık becerim onlara tanıdık ve sevimli gelir. ”Madam Madiha veri gut!” diyerek beni yolcularlar. 

 

Beni ilk gördüğüm günden beri büyüleyen ve çok eğlendiren bir başka özellik ise, film afişlerinin ve hatta televizyon dizisi reklamlarının, binaların tepelerine veya yüzlerine yerleştirilmiş büyük panolara yapıştırılan elle çizilmiş resimler olmasıdır. Bu hoş adet bana 70’li yılların İstanbul sinemalarını hatırlatır. Henüz AFM, Odeon Cineplex gibi zincirlerin olmadığı,  Emek, Site, As, Konak gibi isimleri olan aile sinemalarının salonlarını heyecanla doldurduğumuz ve film aralarında şimdikinden yüz kat daha leziz olan frigoları ve kokoları yemek için sabırsızlandığımız o zamanlar… Herbirinin önünde ve girişine yakın birkaç noktada üzerine elle çizilmiş afişler yapıtırılmış panolar olurdu. Ressamın nasıl olup da bu kadar büyük bir resimde artistlerin yüzünü o kadar gerçeğe yakın çizebildiğine hayret ederdim. İşte Kahire bu adetin hala devam ettiği bir kenttir. Film ve TV dizisi yıldızları ve hatta şarkıcılar, o panoların yüzeyinden, fosfor pembesi gülüşleri ile yoldan geçen arabaları ve insanları selamlarlar.
 

Bir şehri anlatıp da erkeklerinden bahsetmemek olmaz! Kahire erkek egemen kültürün kalelerinden biridir. Tutucu bir din anlayışının ziyadesiyle yaygın olduğu bu şehirde, bir turist ve bir kadın olarak senin bedeninin seyri, hernekadar kitap üzerinde haram olsa da, hiçbiryere yazılması gerekmeyen egemenlik hakları uyarınca helaldir. Utanmasızca bakarlar! Aslında yakışıklı erkeklerdir. Badem gözlü, esmer tenli, gözlerinin içi gülen ve içten kahkahalar atan erkekler. Ama giyimleri biraz zevksizdir. Kadınlara bayılırlar! Otellerin lobilerine ve asansörlerine yerleştirilmiş olan bar ve casino reklamları, etrafları Ukrayna, Slovenya gibi yerlerden geldikleri belli olan güzelce hatunlarla sarılı bir şekilde oturup içkisini yudumlayan, kalantor görünümlü Mısırlı erkekleri betimler. Eğer ”müsait” bir kadın olduğun düşüncesini uyandırırsan,  teklifte bulunmaktan hiç çekinmezler. Eğer saygın bir kadın olduğunu düşünürlerse de, sırf dükkanın açık olduğunu ve istediğin zaman girebileceğini ihsas ettirmek için, saygıda kusur etmeyen iltifatlarda bulunurlar. ”Demek 6 yaşında bir kızınız var. Eğer o da annesi kadar güzelse oğlumla şimdiden nişanlayalım!” ya da ”Dikkat edin, Mısırlı bir erkekten her an evlenme teklifi alabilirsiniz!”.

 

Yine de ben böyle bir şehirde bir kadının dost olarak gerçekten güvenebileceği nadir erkeklerden birini bulacak kadar şanslı bir insanım. Sevgili Asım, benim için Kahire’yi, komşu evi yapan insanlardan biridir. Çalıştığım sektörde herkesin çok iyi tanıdığı ve prensipli ama insancıl tavrından dolayı çok sevdiği bir yöneticidir ve benim için her kapıyı açan bir kilit gibidir. Ama Asım’ı asıl özel yapan, mesleki ortaklıkların çok ötesinde bir ruh kardeşliğini paylaşmamızdır. Asım’lı Kahire geceleri geç başlar. Saat 10:00’dan önce sofralar açılmaz. Eğer sıcaklığın geceleri 8-10 dereceye kadar düştüğü Aralık-Şubat arası bir zaman değilse, mutlaka bahçeli bir mekan seçilir. Genellikle masaya yemekten önce yemişler, meyve suları ve nargile gelir. Ve kakule tadı ile zenginleştirilmiş ”Ahva Mazbut” yani orta şekerli Türk kahvelerinin eşlik ettiği sohbet, gece yarısından çok sonraya kadar sürer. Masaya otururken hiç tanımadığım, ama masadan kalkarken bir daha gelişimde mutlaka arayacağıma söz verdiğim nice insan gelmiştir bu sohbetlere. Hepsinin en sevdiği kitapları, müzikleri, filmleri biliyorum. Hepsinin çocukluk anılarından derlenmiş bir hazinem var. Hepsinin ilk aşklarından, son aşklarından, yasak aşklarından haberdarım. Hepsiyle gözlerim yaşarana kadar güldüm ve bazılarıyla gözlerim yaşarana  kadar hüzünlendim. Yine de gecenin en özel zamanı, herkesin evlerine dağılıp, Asım’ın bana ”Eee şimdi seni otele mi bırakıyoruz?” diye sorduğu andan sonrasıdır! Tombul Mitsubishi’nin müzikçalarına Phantom of the Opera, eski Elvis parçaları, James Bond film müzikleri, 60’lı yılların pop şarkıları gibi seçeneklerden biri konulur ve Kahire turumuz başlar. Bomboş Kahire sokaklarında ve bazen çöle uzanan çevre yollarında avazımız çıktığı kadar şarkı söyleyerek, cipin sınırlarını zorlarız. Asım, ortaokuldan beri hep aynı kıza aşıktır. Uzun ve problemli bir süreçten sonra nihayet, bu Aralık ayında evlendiler. Artık çılgın cip gezileri yapacağımızı sanmıyorum. Ama Asım’ımın pek az insanın yanında açığa vurduğu o büyük aşk acısı dindiği için mutluyum. 

 

Sözünü etmezsem haksızlık edeceğim bir mekan Han El-Halili’dir. Bizim Kapalı Çarşının minyatür bir modeli gibi düşünülebilecek bu mekanın benim için özel olan yeri El-Fishawy kahvesidir. Dar bir sokak arasında karşılıklı yerleştirilmiş halı kaplı sedirler ve sarkan çiçekler için saksıaltı olarak kullanılan tahta aksesuarları hatırlatan minicik sehpalarla döşenmiş bu mekan Kahire halkının da turistler kadar çok ziyaret ettiği bir yerdir. Tek bacağınızı altınıza alarak sedire kurulur, elma kabuklu nargilenizi ve içine bir dal nane bırakılmış demli çayınızı söylersiniz. Ben bu mekana genellikle yalnız gider ve kitap okurum. Sürekli yanınıza gelip size birşeyler satmaya çalışan insanların yüzüne hiç bakmamak için iyi bir çözümdür. Ve her gidişimde mutlaka ”Roman” içerim. Roman, kıpkırmızı renkte, buz gibi ve içine doğranmış birkaç dilim muzla birlikte sunulan bir nar şerbetidir. Nar ise, şişa olarak adlandırılan nargilenizin tütün demeti üzerine bırakılan küçücük kömür parçaları…

Ve geldik Kahire’nin yüzündeki secde izine… Sokakta yürürken, birçok erkeğin alınlarının orta yerinde madeni para büyüklüğünde yanyana iki morluk olduğunu görürsünüz. Bu iz, düzenli olarak namaz kılan ve muhtemelen belli bir cemaatin parçası olan insanların ortak nişanesi gibidir. Sanırım namaz kıldıkları zeminin üzerine alınlarının ortasına gelecek şekilde sert bir cisim yerleştirip, secde sırasında başlarını buna vuruyorlarmış. Fetih suresinin insanın içini titreten son bölümünde ”Onları alınlarındaki secde izinden tanırsınız” denir. Burada sözü geçen ”secde izi” bana hep kalbindeki sevgi ve içindeki nur alnına bir parıltı gibi vurmuş olan insanları düşündürmüş ve gözlerimin yaşarmasına sebep olmuştur. Çok sevdiğim bu ”Tanrı Neferi” betimlemesinin böylesi yüzeysel ve görüntüye odaklı bir versiyonuyla Kahire’de karşılaşmış olmak beni hep üzer. Osmanlının ve batılı devletlerin, yüzyıllarca farklı yöntemlerle hakimiyet kurdukları, şimdilerde ise sevginin kaynağı ile bütünleşmeyi vaaz etmesi gereken dini öğretilerin, politik araçlara dönüşerek insanları sınıflandırılabilir ve kontrol altında tutulabilir hale getirmek için kullanıldığı bu ülkede, Kahire insanının yüzünde taşıdığı bu izler bana daha ziyade sorgusuz bir teslimiyetin nişanesi gibi gelir. 

Alef Berfin

Alef Berfin bir mahlas... Alef ruhun nefesidir. Berfin ise kar tanesidir - evrendeki en hayranlık uyandırıcı tasarımlardan biri Ben bütün varlıkların ruhun nefesinden bir yansıma olduğuna ve muhteşem tasarımlar olduğumuza inanıyorum. Yaşamın kendimize doğru yürünen bir yol olduğunu düşünüyorum. Yazılarımda kendi deneyimlerimden yansımalar olacak. Biraz da hayalgücü...