Paris’e gitmiş olmasanız dahi, muhakkak Eiffel Kulesi, Seine Nehri, Notre Dâme Katedrali, Champs Elysées Bulvarı gibi bir çok yerin ününü duymuşsunuzdur. Film karelerinden, eş dost anlatımından hayli özelliklerini bilirsiniz. Bu mekânlardan biride, kentin kuzeyinde yeralan ve bizden de iki ünlü şahsın gömülü olduğu ‘Le Père Lachaise’ (Okunuşu Lö Per Laşez) mezarlığıdır. Bana göre, her sene milyonlarca insanın uzunca bir süre kuyruklarda bekleyerek ve epeyde bir para ödeyerek çıktığı sevimsiz demir yığını Eiffel Kulesi’nden çok daha ilginç ve görülesi bir yer. Üstelikte girmesi bedava!..

Burs sayesinde 1987 senesinde ilk kez gittiğim bu sanat, kültür, tarih ve moda gibi birçok konunun merkezi kentte, yakın arkadaşım Yervant ile bir öğleden sonra bu sıradışı tarihi mezarlığa gitmiştim. Çok büyük araziyi kapsayan kabristanın doğal olarak birkaç kapısı var. Bizim girdiğimiz kapıda kocaman bir tabela üzerinde alfabetik olarak ünlülerin adları ve yanlarında mezarlarının hangi ada, hangi parselde yeraldığı yazılıydı. O zaman bizden sadece Yılmaz Güney’in kabri vardı. İsminin yanında ‘cinéaste’ yani sinemacı yazılıydı. Ne de olsa Yılmaz Güney’in ünü Türkiye sınırlarını aşmıştı. Gerek siyasi, gerekse sanatçı kimliğiyle ve Cannes Film Festivali’nde aldığı ödüllerle Fransızların gönlünde taht kurmuş biriydi.

İlk gidişte içerde birkaç saat dolaşıp Yılmaz Güney başta olmak üzere, birbirine hayli mesafeli konumda olan Edith Piaf, Simon Signoret, Jim Morrison gibi diğer birkaç ünlünün de kabirlerini ziyaret etmiş, sonra hava kararmaya ve serinlik çökmeye başlayınca bu ilginç mekândan çıkmıştık.

Böyle enteresan bir yere bir kere gitmenin beni kesmeyeceği garantiydi. Ancak bu ziyaretten bir müddet sonra Cumhuriyet Gazetesi; koskoca yarım sayfayı ayırarak gazeteci Mine G. Saulnier’nin kaleminden ilginç resimler eşliğinde ‘Ölüler kentinde heykelle sevişenler’ başlıklı bir yazı yayınladı.

 

Yıllardır titizlikle sakladığım bu gazete kupüründe yazılanlar aynen şöyle;

Paris gibi bir sevda kentinde, sevgililer nereye gider? Güzelim parklara, bahçelere, şık kahvelere, gizemli gece kulüplerine, öğleden sonra otellerine, müzelere, sergilere, sinemalara, konserlere, sokak tiyatrolarına, hokkabazlara, Buenos Aires kaldırımlarına, köprü altlarına, köprü üstlerine, spor seviyorlarsa havuzlara kortlara, özel “düşkünlükleri” varsa pembe ışıklı saunalara, suların başka türlü köpürdüğü jakuzi masajlarına ve… Pere Lachaise Mezarlığı’na giderler.

Pere Lachaise Mezarlığı, dünyanın en büyük ölüler kentidir. Paris içinde bir Paris, tarih içinde bir efsane. Hem bir anıt kabir hem açık hava bir yontu müzesi kimliğini taşıyan Pere Lachaise, sevgililerin ağaçlar altında öpüştüğü masum bir yer değildir yalnızca.

Yang ile Yin, ateş ve su, yaşam ile ölüm gibi; Pere Lachaise Mezarlığı’nın da iki yüzü vardır. Gündüzleri “gerçeğinin” altını yaşar Pere Lachaise. Rehberler eşliğinde turist orduları, içki ve uyuşturucu alemleri, olağanüstü güzellikte müzik şölenleri gibi. Pere Lachaise’in gerçeküstü geceleri yaşanır; kara büyü ayinleri ve mezarlık heykelleriyle sevişen insanlara rastlanır.

Dünyada en çok turist ve ziyaretçi çeken mezarlık sıfatını taşıyan Pere Lachaise, 470 bin metrekarelik alanıyla, Fransız başkentinin en güzel gezinti yerlerinden birini oluşturuyor. Bir milyonu aşkın insanın gömülü olduğu mezarlık, 1805 yılında, güneş kral 14.Louis’nin “günah çıkartıcısı” Papaz La Chaise tarafından kurulmuş, ünlü bahçe mimarı Brogniart’ın düzenlemesiyle biçim kazanmış. Bu güzelim bahçeye gömülü insanların her biri birer roman kahramanı, her birinin maceraları ayrı ayrı incelenmeye değer. Kimler yok ki Pere Lachaise’in yatay konukları arasında?

Rossini, Alfred de Musset, Colette Bartholome, Pissarro, Chopin, La Fontaine, Moliere, Gerard de Nerval, Balzac, Apollinaire, Marcel Proust, Edith Piaf, Modigliani, Camille Corot, Napolyon’un en ünlü generalleri ve en “soylu” düşmanı İngiliz Amirali Sydney Smith, Yves Montand, Simone Signoret, Sarah Bernhardt ile daha pek çokları ve bizden biri: Yılmaz Güney…

Ama benim bu satırlarda sizlere anlatmak istediğim, Pere Lachaise’in en ilginç iki mezarı, iki efsanesi, gecelerin gerçeküstü Pere Lachaise’i.

Bunlardan birincisi Victor Noir adlı gazetecinin, ki Victor Noir, 1870 yılında üçüncü Napolyon’un akrabası Pierre Bonaparte tarafından tabanca ile vurularak öldürülmüş gencecik bir gazeteci. Resmi tarih, Victor Noir’ın ateşli bir tartışma sonucunda vurulduğunu yazıyor. Oysa, toplum tarihi, genç gazetecinin çok yakışıklı, çok çapkın olduğunu vurguluyor ve Bonaparte ailesinden bir hanımla yatak sefasında iken basılıp öldürüldüğünü öne sürüyor. Söz konusu hanımın üçüncü Napolyon’un eşi mi, yoksa Pierre Bonaparte’ın sevgilisi mi olduğu belli değil. Ama kesin olan, Victor Noir’ın gerçekten bir hanımla “meşgul iken” yaşamını yitirdiği. Mezarının üstünde, Victor Noir’ı öldüğü an simgeleyen kendi boyutunda bir heykeli var. Pantolonunun kemeri ve düğmeleri açık, cinsel organı kuşkuya yer bırakmayacak bir genleşme ölçüleri içinde.

Kimi geceler, çocuğu olmayan kadınlar Pere Lachaise Mezarlığı’na geliyor ve Victor Noir’ın ölü heykeli üstünde özel bir “ayine” girişiyor. 1870’de ölen gazeteciye, bir çocukları olması yolundaki dileklerini sunuyorlar. Victor Noir’ın mezarının üstünde her dem taze bir gül, bir papatya, bir gelin çiçeği demeti bulmak olası. Tutan adakların teşekkürü bu çiçekler. Heykelin tamamı bronz. Yüzyıllar, bu soylu madeni, yeşil bir küf tabakasıyla kaplamış. Fakat gazetecinin ağzı, burnu, pabuçlarının ucu ve cinsel organı, her gün parlatılıyormuşcasına pırıl pırıl bir bronz sarısı. Tarihsel anıtlar konusunda en güvenilir kaynaklardan biri olan “Mavi Rehber” ciddi bilimsel diliyle bu olayı şu açıklama ile anlatmış: “Genç adamı yatarken gösteren heykel, steril kadınların geleneksel bir tapınma etkinliğine sahne olmaktadır. Bu tapınmaya bağlı olarak bronz heykelin bazı bölgeleri garip bir aşınmaya uğramıştır.”

Pere Lachaise gecelerinin ikinci ilgi odağı, Allan Kardec’in mezarı. Asıl adı Hippolyte Leon Rivail olan Allan Kardec, 1804-1869 yılları arasındaki yaşamının ilk otuz yılını oldukça ünlü bir bilimci olarak yaşamış, hatta pozitif bilim çalışmaları üniversite tarafından ödüllendirilmiş. Otuz yılın sonunda “elle tutulmayan” dünyaya merak sarmış ve Allan Kardec adını almış. Sprite dergisi diye bir yayın bile çıkarmış, ruhlarla konuşmuş, dertleşmiş, öteki dünya ile ilişki kurmuş. Allan Kardec’in dolmen biçimindeki mezarı bugün, kara büyü ayinlerine sahne oluyor. Taşın üstündeki tüm “mum yakmayınız, hayvan kesmeyiniz, yasalara aykırıdır ve de zaten Allan Kardec bir büyücü değildir”, ikazlarına karşın mezar, gizemli geceler geçiriyor. Gündüzleri ise ilginç görünüşlü insanların sessiz kuşatması altında. Gerçekten cadı suratlı, uzun kara saçlı, deli bakışlı kadınlar, tepelerinde bir büyücü külahı eksik garip erkekler geliyorlar ve mezarı çiçek yağmuruna boğuyorlar.

Jim Morrison, Pere Lachaise’in en çok ziyaretçi toplayan mezarlarından birini işgal ediyor. Günün, gecenin her saatinde, her ulustan gençler, mumlarıyla, içkileriyle ve müzik aletleriyle gelip, “usta”nın mezarı başında kendilerince ayin yapıyorlar. Bu toplantıların bir bölümü çok hoş. Zaman zaman ünlü topluluklar bile habersiz, biletsiz konserler tertipliyorlar. Gençler, sözleşmeden buluşuyor, arkadaşlık ediyorlar. Ama giderek bu toplantılar, bir uyuşturucu tekkesi niteliği kazanmakta. Ve çoğu kez, kusmuk artıkları, eroin şırıngalarıyla yayılıyorlar mezarınçevresine.

Ünlü mezarlığın en son konuklarından biri de Yves Montand. Henüz mezarı yapılmadı. Ama o, sevgilisi, karısı ve öğretmeni Simone Signoret’nin koynunda yatıyor artık.

Pere Lachaise’i gezerken rastladığım en ilginç kişi Sarah Bernhardt’ın otlar bürümüş mezarı başında bulduğum tiyatrocuydu. Oyuncu olduğunu söylemesine bile gerek yoktu, öylesine trajik bir çehreydi yüzü. Macar asıllı bir Fransızdı. Bir elini kabir taşına koymuş, düşünüyordu.

Sarah Bernhardt’a öylesine benziyordu ki bir an, akrabası olduğunu sandım. Sarah Bernhardt, onun gövdesinde yeniden dünyaya gelmişti belki de.

Kimbilir?’

Bu yazılanları okuduktan sonra merakım doruğa çıktı. Père Lachaise’e ilk fırsatta tekrar gitmek farz olmuştu!.. Fazla beklemek gerekmeden, doksanlı yılların başlarında tesadüfen o aralar Paris’te olan bankadan arkadaşlarım Stefan ve Olvier ile Père Lachaise’e gittik. Gazetedeki yazıda yeralan iki ilginç mezarı bulduk. Yazılanlar harfiyen doğruydu… Fransa gibi medeni bir ülkede çocuğu olsun diye kadınların gidip bir bronz heykelle aşk yapacakları akıllara seza bir durum, ancak heykelin belirli yerlerinin pırıl pırıl olduğunu bizzat görmek hiç kuşku bırakmıyor!..

Père Lachaise’te sıradan kişilerin mezarları pek yeralmadığı gibi bilinen dizanyda bir mezara rastlamakta güç. Katolik inancında zaten mezarlar adeta ev şeklinde. Sağlı sollu hazırlanmış beton raflara konmuş tabutlar ve ortadaki kapıda perde, haç, içerde yeralan vazo, çiçek vb. aksesuarlar bu minik evlerin dekorasyonunu tamamlıyor.

Gezerken açık bir kabre baktığımızda çok derin kazılmış ve 5-6 kat defin yapılacak şekilde metal çeperler yerleştirilmiş olduğunu gördük. Tıpkı Simon Signoret’nin üzerine eşi Yves Montant’ın gömüldüğü gibi, sistem bir mezara bir çok defin yapılacak şekilde çekmeceler halinde hazırlanmış idi.

İlk iki ziyaretten sonra enson geçen sene; yani 2007’de guruptan vakit bulduğum bir Pazar günü üçüncü kez ve bu defa yalnız gitme imkânı buldum. Girdiğim kapı sanırım öncekilerden farklıydı çünkü hangi ünlünün mezarının nerede olduğuna dair yönlendiren tabeladan eser yoktu. Otel hayli yakın olduğundan yürüyerek gitmeyi tercih ettim bu defa. İçeri girdikten kısa bir mesafe sonra ‘Crématorium’ yani ölü yakma yeri ve ‘Columbarium’ Türkçe deyişle küllerin saklandığı bölüme ulaştım. Satın aldığım plândan incelediğimde, buranın 87 numaralı parsel ve Gambetta metro istasyonuna yakın kapı tarafında olduğunu gördüm.

Bu bölümde külleri bulunan ünlülerden biri, hepimizce tanınan soprano Maria Callas. Garip bir tesadüf olsa gerek; yakın zamanda kaybettiğimiz Leyla Gencer’in tercihi de meslektaşı ile aynı oldu. Bir farkla, Leyla Gencer küllerinin saklanmasını değil Boğaziçi’nin sularıyla buluşmasını istemişti…

Kış olmasına rağmen güneşli bir Pazar günüydü. Ahmet Kaya’nın mezarı nerede… diye aranırken ve nerdeyse ümidi kesip artık bir başka kapıdan çıkışa yönelmişken birden karşıma çıkmaz mı… Benimle yaşıt olan ve seneler evvel çok sevdiği sigara sayesinde (!) aniden aramızdan ayrılan bu sanatçının sesini ve bazı şarkılarını severim. Hemen kabrinin resmini çektim. Oradaki diğer mezarlara göre sade, ama şıktı. Üzeri çiçekler ve iliştirilmiş notlarla doluydu. Bunların bazılarıda Kürtçeydi. Ne de olsa o da etnik kökeniyle öne çıkmayı seçmişti yaşamının son döneminde…

Yaşarken birarada olan bizleri ölümden sonra son uykumuzda ayıran, kategorize kabristanlar yüreğimi burkmuştur hep. Père Lachaise’i bu kadar sevmemde ve ilginç bulmamda sanırım her dine ve inanç sistemine mensup insanın birarada bulunmalarının rolü var.

Son gidişimde kapıdan çıkışta bir bayan mezarlığın plânını satmaktaydı. Hemen satın aldım. Bir kez daha gidersem elimdeki plânla didik didik edeceğim. Nasıl olsa oradaki ilginç mezarlar keşfetmekle bitecek gibi değil.

Bir milyondan fazla insanın son uykusunu uyuduğu bu tarihi mekânda işi şansa bırakmak istemeyenler yanlarında getirdikleri rehberler eşliğinde açıklamalı olarak gezmekteler. Ziyaretçi kaynayan bu mekânda; ne tarafta bir yoğunluk varsa bilin ki orası önemli bir şahsın mezarı. Fazla zahmet çekmeden ünlüleri bulursunuz. Ama doğaçlama gezmenin ayrı bir keyfi var…

Şayet günün birinde gitmek isterseniz kolayca ulaşmanız için adresi vereyim. İki ayrı metro hattı bu semtten geçiyor. Biri 3 numaralı hattın Galiéni istikameti, diğeri 2 numaralı hattın Nation ucunu baz alarak binip ‘Père Lachaise’ istasyonunda ineceksiniz. Ancak biraz yürümek suretiyle Alexandre Dumas, Gambetta ve Philippe Auguste metro istasyonlarındanda bu kocaman mezarlığa ulaşmak mümkün. Bu dört ayrı metro durağının herhangi birinden çıkışta kime sorsanız, sizi oraya kolayca yönlendirecektir.

Yaşamları boyunca mesleki kariyerleriyle ya da kişisel özellikleriyle öne çıkmış insanlar, ölümlerinden sonra da son uykularına bu mezarlıkta yatarak ebediyen ayrıcalıklarını tescil ettirmişler.

Père Lachaise’de 29 adetde abide yer almakta. Bunlardan bazıları; ‘Victimes des révolutions’ devrim şehitleri, ‘Arméniens de l’Armée française’ Fransız ordusundaki Ermeniler, ‘Soldats du Siège de Paris’ Paris kuşatması askerleri, ‘Polonais morts pour la France’ Fransa için ölen Polonyalılar anıtları.

Sanal alemde dolaşan çorak ve ruhsuz bir mezarlık görüntüsü altına yazılmış şu sözü birden hatırladım; ‘Oyun bittikten sonra şahta piyonda aynı kutuya konur.’ Bu dünyada hangi mevkilerde, unvanlarda ve sosyal konumda yaşarsak yaşayalım neticede her hayat ölümle noktalanıyor.

Kişinin naaşı; ister bir anıt mezarda, ister kaybolmuş bir kabirde yer alsın; mühim olan hayattayken yapılan iyilikler sayesinde gönüllerde kurulan taht ve Allah katında erişilen mertebedir.

Şiyma Aksekili