Yıllar önce, bir arkadaşım bana bir albüm hediye etti. Albümdeki bütün parçaların birbirinden güzel olduğunu, ama özellikle albümün 3. parçasının onun için çok özel olduğunu söyledi. Bahsettiğim albüm, Yanni’nin “Live At Acropolis” albümüydü. Eve gider gitmez hemen 3. parçayı, “Until The Last Moment”ı koyup defalarca üst üste dinledim. Büyüleyiciydi… Sonra, albümü baştan sona dinlemeye karar verip ilk parçayı ayarladım ve yatağıma uzandım. İlk parça başladı, asıl sonra bende film koptu… O an anladım ki, az önce hayatımın sonuna dek belki binlerce kez dinleyeceğim bir parçayı keşfetmiştim. Parça bittiğinde gözlerimi açtım, başucumdaki CD kapağına uzandım ve ismine baktım: Santorini. Bu da ne demekti? İtalyanca bir kelimeye benziyordu…  Santorini’nin, Ege Denizi’ndeki Yunan adalarından biri olduğunu, Santorini adlı parçayı beraber dinlerken çok yakın bir arkadaşımla birbirimize aşık olacağımızı, sonra bu adamla evleneceğimi ve beraber Santorini’ye gideceğimizi nerden bileyim? Cehalet işte…

 

Yunan Adaları’na gitmeye karar verdiğimizde, aklımızda 3 ada vardı: Santorini, Naxos ve Mykonos. İnternetten feribot turlarını ve ada seferlerini epey araştırıp doğru düzgün güncel bilgilere bir türlü ulaşamadığımda tam da umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım ki karşıma www.tatilweb.com diye bir site çıktı. Sadece Yunan Adaları üzerine odaklanmış bir turizm firmasının sitesi olan bu adreste, rotayı ve tarihleri kendiniz belirleyerek kafanıza göre bir tur programı oluşturabiliyorsunuz. Biz de öyle yaptık ve sırt çantalarımızı yüklenip, Ağustos’un son perşembesinde bir sabah vakti Kuşadası Limanı’na vardık. Bir de baktık ki, havaalanının aksine, limanda gümrük vergisini yatırabileceğiniz bir stand yok; tutarı önceden İş Bankası’na yatırıp dekontu hazır etmeniz gerekiyor. Bankaların açılmasına daha iki saat var, ama bizim tekne 45 dakika içinde hareket edecek! Neyse ki, bu duruma alışık olan gümrük memurları, anlayışlı davrandılar ve bankalar açılır açılmaz yatırılmak üzere vergiyi bizim adımıza bankaya yatıracak olan bir tur rehberine gerekli tutarı verip yola çıkmamıza izin verdiler. Gümrük işlemlerinden sonra, bizi ilk durağımız olan Samos (Sisam) Adası’na götürecek olan Sultan adlı tekneye bindik. Sonra, Kuşadası gittikçe uzaklaştı ve biz en sonunda tatilde olduğumuzu farkedebildik…

 

Yaklaşık bir buçuk saat sonra, Samos’a vardık. Adanın denizden görünüşü oldukça çekiciydi. Ormanlarla kaplı, yemyeşil adayı boydan boya turlayan sahil caddesinin üzerinde hepsi birbirinden güzel ve bakımlı iki-üç katlı evler ve restoranlar vardı. Limana adımımızı atar atmaz bizi elinde bir faks çıktısı ile, liman görevlilerinden biri karşıladı. Merakla ne olduğuna baktık: Banka dekontu. Şaşırıp kaldık doğrusu. Vergimiz yatmış, bizi bilgilendirmek için dekont Samos limanına fakslanmış bile… Tatilde herşeyin ne kadar yolunda gideceğine dair bir işaret olarak algıladığımız faksı katlayıp cebime koydum ve bizi öğleden sonra Naxos’a götürecek olan feribotun kalkacağı saate daha çok vakit oduğu için, herkes gibi biz de çantalarımızı limanın karşısındaki tur firmasına emanet edip sahil yolu boyunca yürümeye başladık.

 

Pitagor’un doğduğu ada olarak ünlenen Samos’ta, hediyelik eşyaların üzerinde de bol bol Pitagor teoremlerini görmek mümkündü.  Ana caddedeki mağazaları boş verip arka sokaklara daldık ve karşımıza irili ufaklı dükkanların sıralandığı bir ucuzcular çarşısı çıktı. Hediyelik eşya dükkanları, iç çamaşırcılar, züccaciye, yedek parçacı, pastane, aklınıza ne gelirse… Sokaklarda yürüyen her 4-5 kişiden biri Türk’tü. Kuşadası’ndan günü birlik Samos’a gelmek son iki yıldır oldukça popülermiş. Vizeye gerek yok, ayrıca deniz de Kuşadası denizinden daha güzel. Kısacası, Samos’ta geçirdiğimiz yarım gün boyunca, kendimizi Türkiye’de hissetmeye devam ettik. Naxos, Mykonos ve Santorini’de de aynı halet-i ruhiyeyle dolaşacağımızı, ama bunu Türk turistlere değil, ev sahibi Yunan’lara borçlu olacağımızı henüz bilmiyorduk.

 

Öğle saatlerinde karnımız zil çalmaya başladı ve tüm sokakların kesiştiği küçük bir meydanda kaldırımlara atılmış masalar ve ortalıkta dolaşan kedilerle birlikte son derece sempatik görünen bir lokantada karar kıldık. Bir vejetaryen için hayat Yunanistan’da da çok zormuş meğer. Neyse ki sebzeli dürüm diye bir şey icat ettik de aç kalmadım. Yemek esnasında, masamızda unuttukları menü sayesinde Yunanca’yı sökmeye başladım. Pitagor’un memleketinde, lisedeki matematik derslerinden aklımda kalanlar kendimi ufak çaplı bir dil bilgini hissetmemi sağladı: “Bu sigma değil mi? Sa-ga-na-ki diye okunuyor bu! Saganaki! Okudum! Ne demek ki bu?” Elimde menü, yemeği bırakıp koşa koşa lokantanın içine girdim ve karşıma çıkan ilk Yunan’a “What does Saganaki mean?” diye sordum. Adam İngilizce bilmiyordu ama her ikimiz de ileri düzeyde tarzanca bildiğimiz için saganaki’nin “güveç” anlamına geldiğini çözdüm. “Thank you! Efkharisto!”

 

Samos’ta vakit geçirmek pek de kolay değildi. Plajlar adanın diğer ucundaydı ve soyunma kabinleri olup olmadığını bilmediğimizden deniz olayına hiç girmeyelim dedik. Sahilde bir kafeye oturduk ve feribot saatine kadar lafladık. Aldığımız duyumların aksine, feribot sadece 45 dakika gecikmeyle geldi. Yolculuğun geri kalanında bu kadar şanslı olmayacağımızın farkındaydık. Adalar arası feribotlar bir saatten az rötar yaparsa bilin ki olağanüstü bir durum var. Neyse, eşyalarımızı alıp feribota bindik. Bandırma-Yenikapı feribotlarına benzeyen, belki biraz daha büyük, lüks bir feribottu. Yerler numaralı olmasına rağmen ilk binen beğendiği yere oturuyor ve pencere kenarındaki yerinize vardığınızda bonus ailesinin Amerikan versiyonu bir güruhla karşılaştığınızda kaldırma şansınız yok. Siz de gidip bir başkasının yerine oturuyorsunuz ve sorun böylece halloluyor. Tam Yunan usulü.

 

Naxos’a 4 saatte vardık. Limanda bizi karşılayıp şehir merkezine arabayla 10 dakika mesafedeki otelimize götürdüler. Bir-iki cümleyi aşan bir muhabbete girdiğiniz her Yunan, size memleketinizi soruyor ve Türk olduğunuzu duyunca sevinç içinde “Neighbour, neighbour! We are brothers!…”, gibilerinden bir şeyler söylüyorlar. Türkleri müthiş seviyorlar ve son iki yıldır adalara epey Türk turist gelmeye başladığını söylüyorlar. Ben de her seferinde, “E bize de bekleriz”, gibilerinden bir şeyler geveleyip iki halkın bir elmanın iki yarısı kadar birbirlerine benzediklerine bakıp şaşıp durdum. Evet, gerek fiziksel özellikleri, gerek mizaçları, gerekse adetleri bizimkilere şaşırtıcı düzeyde benziyor. Yemekler aynı, pop müzik aynı, giyim kuşam zevki aynı… En önemli fark, Yunan’ların daha rahat, daha tasasız insanlar olmaları. Asla dakik değiller, oldukça unutkan ve umursamazlar. Böyle olmaya o kadar alışmışlar ki, kendilerini bekletene de asla bozulmuyorlar. Türkiye’de bir feribot 15 dakika rötar yapsa 2 saat söyleniriz. Orda ise kimsenin umurunda değil.

 

Naxos’taki tek günümüzü Paradise Beach’te geçirdik. Deniz biraz soğuktu, ama kızlar muhteşemdi!!! Fashion TV mürettebatı tam kadro ve üstsüz olarak kumsalda yürüyüş yaptılar desem yeridir. Bu kadar çok güzel kadını bir arada görmek her zaman mümkün olmaz. Yan gözle arada eşime baktım, adamcağız bütün gün şemsiyenin altında şekerleme yaptı, gözleri genellikle kapalıydı. İsabet!

 

Akşam saatlerinde otelden eşyalarımızı alıp şehir merkezine indik. Adayla bağlantılı küçücük bir ada daha var. Daha doğrusu bir yarımada. Üzerinde de, eski Zeus Tapınağı’nın kapısı var. Bir kemer şeklindeki bu kapının ardından güneşin deniz üzerindeki batışını seyretmek çok keyifli. Sırt çantalarımız çok ağır olduğundan ben sahilde oturup Melekler ve Şeytanlar’ın son 50 sayfasını okumayı tercih ettim. Eşimse Zeus Tapınağı’na kadar yürüyüp günbatımının fotoğrafını çekti. Sonra da birlikte sahildeki balık lokantalarından birine oturduk. Yemekler inanılmaz lezzetli. Gittiğimiz tüm restoranların menüsünde vazgeçilmez başlık: “Caciki”. Yani cacık. Ama bildiğimiz cacık değil, bu nefis bir şey. Çok koyu süzme yoğurt içine, suyu iyice sıkılmış salatalık rendesi, bol sarımsak ezmesi, nane, sızma zeytinyağı ve bazen de ilaveten ceviz koyuyorlar. Ekmeğin üzerine sürüp yiyorsunuz. Müthiş bir şey! Kalamarı da değişik hazırlıyorlar. Ne yaptıklarını bir türlü çözemedim, ama sanırım un ve bira içeren bir karışıma bulayıp öyle kızartıyorlar. Bira demişken aklıma geldi, menüde genellikle sadece Yunan birası var. Mythos Efes’e benziyor, Amstel de Tuborg’a. Mythos hiç fena değildi…

 

Santorini feribotu bir saat rötarla kıyıya ulaştığında ben çakır keyif olmuştum. Feribotta da gidene kadar uyudum zaten. Adaya vardığımızda, saat geceyarısını geçmişti. Bizden bir ay önce Santorini’ye gemiyle gelmiş olan bir arkadaşım, limandan yukarıya katırların sırtında 500 basamak tırmanarak çıktıklarını, aksi takdirde katır pislikleriyle kaplı kaygan basamakları sırtta çanta veya elde bavullarla çıkmanın çok zor olduğunu söylemişti. Santorini volkanik bir ada olduğu için, denize genellikle dik uçurumlarla temas ediyor. Küçük, ama yüksek bir ada. Biz de kendimizi, ayışığı altında katır sırtında bir macera yaşayacağız diye şartlamıştık. Meğerse, o bahsettikleri liman “Old Port” deyip durdukları eski limanmış. Bizim yanaştığımız limandaysa, yol kenarına minibüslerini parkedip feribot yolcularını bekleyen 50 kadar otel görevlisi vardı. Hepsinin de ellerinde kendi otellerini tanıtan kartlar, yolcuları kollarından çekiştirip bağırıp çağırarak müşteri toplamaya çalışıyorlardı. O curcunanın içinde, elinde ismimizin yazdığı bir kartla bizi bekleyen bir adamı farkettik ve kıvrımlı dağ yollarını onun minibüsüyle aşarak otelimize vardık. Margarita küçük bir oteldi, ama oldukça merkeziydi. Bizim odamız, arka avludaki küçük yüzme havuzuna bakıyordu ve bir de balkonumuz vardı. Ah o balkon! Ah o balkondan görünen kilise… O kilisenin ayışığı altında laciverte bakan, güneş doğduğunda Ege mavisine dönüşüp rengiyle içimizi ısıtan küçücük kubbesi… Hala gözümün önünde… Evet, Santorini’ye adım attığımızda büyü başladı. Daha önce değil…

Gecenin bir yarısında vardığımız küçücük otelimizin küçücük balkonundaki iki plastik sandalyeyi temizledik, sırtımıza birer kazak geçirdik ve dolunaya iki gece kala doğum sancıları başlamış olan gökyüzünün altında zamanı durduruverdik.

 

Sabahın erken saatlerinde, kiliseden gelen çan sesleriyle uyandık. Aralık kalan perdelerden içeriye dolan güneş, odanın kireç kaplı duvarları ve mavi kapı pervazında sıcacık bir Santorini yaratıverdi. Hafif bir kahvaltının ardından kendimizi sokağa attık ve yürümeye başladık. Kıvrılarak kasabanın merkezine doğru inen yolun sol tarafında, aşağıda tek tük evlerin serpiştirilmiş olduğu denize nazır Santorini ovası, sağ tarafında ise birbirinden şirin otel ve tavernalar vardı. Merkeze vardığımızda, irili ufaklı hediyelik eşya dükkanları ve iki kafe ile çevrelenmiş küçük bir meydanla karşılaştık. İşte o meydanda, Georges Meis adlı sinir bozucu adamın dehası ile tanıştık. Bu adam, Yunanistan’ın en ünlü fotoğrafçısı ve özellikle de Santorini manzaralarında tartışmasız bir numara! Kartpostallar, takvimler, tişörtler… Heryerde bu adamın fotoğrafları. 180 dereceyi aşan panoramik görüntülerden tutun da, birbirinden canlı renklere boyanmış otantik kapı fotoğraflarına kadar Meis Yunanistan’ın ruhunu yakalayabildiği herşeyi resmetmiş; veya bir başka deyişle, yakaladığı her görüntüye Yunanistan’ın ruhunu katmış… Kartpostallara bir ara öyle bir dalmışız ki, bizzat üzerinde bulunduğumuz bu büyülü adayı kendi gözlerimizle  yerine Meis’in objektifine hapsolup gitmişiz…

 

Adayı turlamanın en zevkli yolu, bir mobilet kiralamak. Biz, yavaş giden ama A sınıfı ehliyete ihtiyaç duyulmayan dört tekerli bir motoru tercih ettik. Saatte en fazla 45 km yapabildiğimiz bu şirin nesnenin üzerinde, 40 derece sıcak altında kafamızda kasklarla adanın dört bir yanını dolaşırken ben zaman zaman hayallere kapılıp kendimi chopper sırtında Arizona Çölü’nü aşmakta olan çılgın gençlik havalarına bulaşmış buldum. Eh, motor tecrübesi olmayıp da motorları seven ve bir o kadar da korkan bir tipten de farklısı beklenemezdi! Kendimizle az dalga geçmedik, ama müthiş eğlendik. Haritalardan özellikle uzak durduk çünkü canımız kaybolmak istiyordu. Vızvızımız bizi nereye götürürse oraya gidecektik. Öyle de yaptık! Deniz kenarında, pek de matah olmayan bir plaja bakan derme çatma bir balık lokantasına rastlayana kadar Santorini’nin havaalanından şarap müzesine kadar bir sürü mekanın yerini öğrendik. Mavi beyaz pötikare masa örtülülerinin rüzgarda uçuştuğu, mavi sandalyeli, mavi kaplı, masmavi bir lokantaydı bu. Zaten Santorini’de herşey mavi, herşey Yunan bayrağının renklerini taşıyor… Lokantada karnımızı doyurup, denize girme niyetiyle Red Beach’e nasıl gidileceğini sorduk. Tariften hiçbir şey anlamayınca, elimiz mecbur yine kafamıza göre yola koyulduk. İşte tam da bu noktada, size Santorini’nin hikaysini anlatmak istiyorum: Santorini bir zamanlar çok daha büyük bir adaymış ve adı Thera imiş. Zaten mitolojide de bu adla geçiyor. Adanın 4-5 yerinde volkanik dağlar varmış. Sonra, M.Ö. 1400 civarlarında, çok büyük bir volkanik patlama olmuş ve adanın orta kısmı suların altında kalmış. Böylece kocaman Thera Adası, 4-5 tane irili ufaklı adadan oluşan bir takım adaya dönüşmüş. Sonraları, bu adalardan en büyük olanında medeniyet ilerlemiş ve Hıristiyanlık döneminde, Aziz Irene’ye ithafen adaya Santorini adı verilmiş. Santorini’nin hemen batısındaki adanın adı hala Thera ve üzerinde de aktif bir volkan var. Santorini’den  hergün tekneler dolusu turist volkanı görmek için Thera’ya gidiyorlar. Biz gitmedik. Volkanı uzaktan, Santorini’nin tepesinden seyretmek daha cazip geldi. Hem ne yalan söyleyeyim, hala dumanı tüten bir volkanın ağzından içeriye kafamı sallandırıp yüzümü yalayan sıcak hava dalgasını solumak, içimdeki meraklı kediyi dürtüp Nikolai Hel’ciliğe soyunmama neden olabilirdi. Uzak durdum.

 

Ada tamamen volkanik püskürmeler sonucu oluştuğundan, ekseriya siyah kayalardan oluşuyor. Ama Red Beach bir istisna. Dağlar arasına sıkışmış, ancak ufak çaplı bir trekking macerasından sonra ulaşabildiğiniz bu minicik plaj, sırtını kıpkırmızı kayalardan oluşan bir uçuruma dayamış. Göbeğindeyse turkuaz rengi Akdeniz var. Yerden bir avuç kum aldım ve artık artık dar açıyla vurmaya başlamış olan günışığında siyah ve kırmızı taneciklerin pırıl pırıl karışımına bakakaldım. O da ne? Güneşin batmasına yarım saatten biraz daha fazla süre kalmış, ama biz hala adanın en güney ucundayız. Oysa, “dünyanın en meşhur günbatımı manzarası” adanın en kuzey ucundaki Oia (Ia)’dan izlenmeli! Kırmızı kayaların arasından tekrar yukarı tırmanıp, bıraktığımız duvar kenarında bizi bekleyen vızvızımıza atladık ve gaza bastık. Bir sürat yaptık ki sormayın gitsin. İbre bir ara 45 km’yi gösterdiğinde, virajlı dağ yollarında devrileceğimizi sandım. Bizi süratle sollayıp geçen jiplerin rüzgarını iliklerimde hissettim. Ama değdi. Tam vaktinde Oia’ya vardık. Ve Santorini’nin gerçek ruhuyla orada tanıştık. Mavi pancurlu, fuşya rengi sarmaşıklarla kaplı iki katlı binaların arasında birbirini rastgele kesen daracık sokaklarda, aceleyle koşuşturan kalabalığın peşine takıldık ve adanın en kuzeyinde, batıya bakan bir yamaca vardık. Ordaki görüntüyü hiç unutmayacağım. Duvarların üstlerinde, binaların çatılarında, merdivenlerde, kaldırımlarda, birbirilerinin omuzlarında yüzlerce turist kameralarını kuşanmış bekliyorlar!… Beklerken öpüşenler, beklerken didişenler, yer bulamayıp birbirinin omuzunun üstünden hipnotize olmuş vaziyette gözünü tek bir noktaya dikenler… Amerikalılar, Türkler, Yunanlar, Fransızlar ve en çok da İtalyanlar… Her milletten, her renkten insan, aynı gündelik ayin için toplanmış, bakır rengi durgun denize doğru yavaş yavaş yaklaşan kan rengi bir tekerleğe bakıyorlar… Ön planda birkaç küçük ada, renkleri iyice gölgelenmiş… Biraz solda dumanı tüten volkanıyla Thera… Kuzeyde ve güneyde deniz iyice lacivert, gökyüzü kararmaya meyilli… Bir daha batıya bakıverince, kan rengi tekerlek denize gömülmeye başlamış, yanıbaşımızdakiler daha bir tutkuyla öpüşüyorlar. Güneş ağır çekim hareketlerle ufuk çizgisinin ardına saklandıkça, ona doğru uzanan sudan bulvarın rengi kıpraşıp kızıllaşıyor. İşte tam bu anda içimden bir ses şunu fısıldıyor: “Aslında güneş denizin üzerinde falan batmıyor. Dünya aksi yönde döndüğü için güneş görüş sahamızdan çıkıyor!” Tüm romantizmin üzerine turşu suyu döken bu çok bilmiş iç sese kızıverecek gibi oldum, ama sonra bu sesin işgüzar sahibinin beni aslında çok daha keyifli bir sahneye hazırladığını farkettim: Yerkürenin kütlesi beni yakalamış, sırtına yapıştırmış, hiç düşürmeden nazikçe uzay boşluğunda döndürüyor. Kahire’nin Morgülü’nde sinema perdesinden içeri dalıp filmin içinde yaşamaya başlayan o genç kadın gibi ben de hareketli koltuğuma mıhlanmış, ayarı tam da zevkime göre tutturulmuş atmosferi ciğerlerime çekerek doğuya doğuya sürükleniyorum. “Yaşam kaynağım”, birkaç saatliğine görüş alanımdan çıkıyor, sahneyi kararan sular kaplıyor, gökyüzünde hala doğum sancısı hükmederken dolunaya bir kala tüm güleçliğiyle sol taraftan törpülenmiş olan ay, hiçbir seyirci kendisine bakmazken Thera’nın üzerinden yükselmiş bizi seyrediyor… En iyi yardımcı kadın oyuncu! Ve derken güneş ufkun üzerinde bir altın damlasına dönüşüp yok oluyor ve yüzlerce insan her akşam olduğu gibi o akşam da alkışlar ve ıslıklarla sahneyi kapatıyor. Biliyorum, çok edebi oldu bu cümleler… Ama inanın, o akşam hissettiklerimi kelimelerle ifade etmek çok zor. Büyülendim… Hepsi bu…
 

Gecenin geç saatlerine kadar yaşamın tüm canlılığıyla devam ettiği Oia’da düzinelerce sanat galerisi var. Seramikçiler, cam ustaları, ressamlar… Türlü tekniği karıştırıp melez dehalarını raflarda sakin sakin sergileyen sanatçılar… Meşhur disk atan adam heykelinin Yunan versiyonu bir röprodüksiyonunu buldum. Kafası kopan heykeli Romalılar onarırken, karşıya bakan bir surat koyuvermişler. Oysa benim bulduğum 50 cm boyundaki kopyada, heykelin başı orjinalinde olduğu gibi sağa, aşağıya bakıyordu. O heykeli almak, sarıp sarmalayıp İstanbul’daki evime götürmek, duvarımda boş duran nişime yerleştirip hergün tozunu almak, tepesindeki spotu yakıp diski tutan kolunun kaslarındaki gölgeleri seyretmek, seyrederken her seferinde Oia’ya geri dönmek istedim. Ama heykel kendi çapında bir servet değerindeydi. Alamadan çıktım mağazadan. Şimdilerde, Oia deyince aklıma güneşin batışı geliyor… Ve hemen ardından da heykeli hatırlıyorum… İyi ki sıralama tam tersi yönde değil.

 

Gariptir, ada halkı Yanni’yi tanımıyor. Bir iki kişi ismini duymuş, ama müziğini dinlememişler. Paris’teki hiçbir Fransızın Da Vinci Şifresi diye bir kitabın varlığından haberdar olmadığını hatırlattı bu bana. Acaba biz kimleri bilmiyoruz? Neyse, karanlık dağ yollarını motorcuğumuzun sırtında aşıp otele döndüğümüzde vakit geceyarısını çoktan geçmişti. MP3 çalarımızda Santorini’yi ayarladık, sırtçantamda onca yol boyu taşıdığım kocaman (!) hoparlörleri balkona doğru çevirdik ve plastik sandalyelerimize kurulduk. Müzik başladı. Kilise hala yerindeydi, kubbesi hala lacivertti. Değişen tek şey, yerini “Santorini”ye bırakan sessizlikti. Bir gün önce balkonda durdurduğumuz zaman, astığımız yerden süzülüp kulaklarımıza erişti ve biz yine koptuk.

 

Ertesi günü de Santorini’de geçirip, Oia ile noktalanan bir gecenin ardından, sabah kahvaltısını takiben bizi gecikmeli gelen Mykonos feribotuna bindik ve son adamıza doğru yola çıktık. 4,5 saat süren feribot yolculuğunun sonunda, pelikanları, yel değirmenleri ve eşcinselleriyle ünlü Mykonos Adası’na ulaştık. Konakladığımız Glaros Otel tam gönlümüze göre idi. Butik tarzda döşenmiş bu küçük otelde kullanmasak da internet, genişçe bir yüzme havuzu ve jakuzi gibi ufak tefek lükslerimiz de vardı. Otelin bulunduğu yerin adı Ornos’tu. 5 dakika yürüyünce varılan Ornos Plajı son derece sakin ve kendi halinde bir plajdı. Santorini’deki dalgalı denize hiç girmediğimiz için, Mykonos’a gelir gelmez kendimizi Ornos’un sakin ve serin sularına attık… Bu arada, Yunan Adaları’ndaki plaj işletmeciliğine hayran kaldığımı belirtmeden geçemem. Red Beach gibi küçücük sahillerde de dahil olmak üzere, kumun ve denizin buluştuğu her mekanı konforlu şezlonglar, sağlam plaj şemsiyeleri ve kusursuz servis yapan sneak bar’larla hizmete sunmuşlar. En pahalı ada Mykonos olduğu için, burda şemsiye altı bir çift şezlong 7 Euro’ya kiralanıyordu. Bir plajda 2 saat geçirip, kalıp yandaki plaja gidecek olursanız, bir kez daha 7 Euro vermeniz gerektiği için günü aynı mekanda geçirmek daha ekonomik oluyordu. Ama ben buna da bir çare buldum. Benden başka kimsenin yapmadığı bir şey yaptım: Pazarlık! “Merhaba, biz burda iki saat takılıp başka plaja geçicez. Acaba 2 Euro versek yeter mi?” Başta afallıyorlar, ama diretmenize hiç gerek kalmadan sizinle 3 Euro’ya anlaşıyorlar. İşte Türk-Yunan kardeşliği diye ben buna derim! Adamlar Akdeniz’li! Onlar için pazarlık etmek kadar doğal bir şey olamaz ki… Tabii bu, işin şakası… Benim gibi zırt pırt herşey için çetin pazarlıklara girip yarım saatin sonunda alacağı şeyi istediği fiyata indiren insanlar bence eşim gibi asla pazarlık etmeyen insanların dingin doğasını algılamaktan acizler. Ama ne yapayım? Bu huyum da babama çekmiş işte…

 

Mykonos çılgın bir mekan. Ornos’tan saat başı kalkan teknelere binip, koy koy dolaşıyorsunuz ve beğendiğiniz plajda iniyorsunuz. En çılgın sahil partileri, Paradise Beach’te yapılıyor. Hemen sonraki plaj olan Super Paradise, üstsüzlerin cenneti. Agrari ve Elia ise, dünyanın her tarafından akın akın Mykonos’a gelen eşcinsellerin tercih ettikleri plajlar. Son günümüzü geçirdiğimiz Agrari’de, anadan doğma dolaşan 50 yaş üstü bay ve bayanlarla iç içe çoluk çocuk tatile gelmiş aileleri birlikte görmek mümkün. Oturmuş kumdan kale yapan 5-6 yaşlarında iki veletin yanından elele denize giren G-stringli iki amcaya rastladığımda bende film koptu. “Bu kadarı bizi bozar”, diye geçirivermişim aklımdan. Çocukların psikoseksüel gelişimi ve modellemeye açık yapıları üzerine kendi içimden birkaç nutuk çektikten sonra ebeveynleri de dahil olmak üzere benim dışımda kimsenin bu mevzuya takılmadığını farkedip arkama yaslandım ve güneşin son demlerinin tadını çıkarmaya devam ettim.

 

Mykonos’a kadar gidip de günü birlik Delos’a geçmeden olmaz. Öğleye kadar her saat başı Mykonos limanından hareket eden tekneler, 25 dakikalık mesafedeki komşu ada Delos’a arkeoloji ve mitoloji tutkunu turistleri taşıyorlar. Peki nedir Delos’u bu kadar özel kılan?

 

Adına kurulan şehir ve tapınakla, bizim Fethiye bölgenize “Letonya” ismini veren Leto, aslında Apollon ve Artemis’in annesi. Çok da ilginç bir hikayesi var. Zeus’tan hamile kalan Leto, bebeğini doğurabileceği bir kara parçası aramaya başlıyor. Ama Zeus’un kıskanç ve kindar karısı Hera’nın gazabından korkan topraklar, Leto’ya ayak basma izni vermiyorlar. Karnı burnunda diyar diyar dolaşan Leto, en sonunda, Ege Denizi’nin ortasında kendisini denizin dibine tutturacak hiçbir bağlantısı olmadığı için yüzüp duran Adelos Adası’nı buluyor. “Adelos”un Eski Yunanca’daki karşılığı ‘görünmez’. Aynen Avalon gibi görünmez olan bu ada, öyle çorak, öyle çorak ki, Leto’nun teklifini reddedecek lüksü yok. Leto Adelos’a şöyle diyor: “Sen çok çorak, gezgin ve görünmez bir adasın. İzin ver, topraklarında bebeğimi doğurayım. Bu bebek çok büyük bir tanrı olacak. Onun adına senin topraklarında çok büyük mabetler inşa edilecek. Bu mabetlere tüm diyarlardan gelen insanlar hediyeler getirecekler. Çok zengin ve bereketli bir adaya dönüşeceksin…” Adelos bu teklifi kabul ediyor ve Leto bu topraklarda dünya güzeli Apollon’u doğuruyor. Güneş ve ışık tanrısı olan Apollon, Adelos’u “Delos” (görünür) kılıyor ve onu denizin dibine bağlayıp sabitleştiriyor. Ve yakındaki adaları da, Delos’un çevresinde koruyucu bir çember oluşturacak şekilde diziyor. Aralarında Naxos, Mykonos ve Santorini’nin de olduğu bu adaların ortak adı “Kyklades Adaları” oluyor böylece. Batı dillerinde çember anlamına gelen “cycle” sözcüğü de bu kökten geliyor zaten.

 

Bugün, Delos’ta yerleşim yok. Sadece küçük bir kantin ve bir bekçi kulübesi var. Adanın tamamı antik harabelerle kaplı. Ama kalıntılar gerçekten de harabe halinde… Neredeyse taş taş üzerinde kalmamış. Efes’in nispeten bozulmamış görkemini bekleyerek gittiğimiz Delos’ta benim içim buruldu… Korsan saldırıları başta olmak üzere, tarih içinde bir çok etken antik Delos şehrini yerle bir etmiş. Yine de Aslanlı Yol, Apollon Mabedi ve Kleopatra heykeli hala görülmeye değer.

 

Güneşin altında geçirdiğimiz üç saatin sonunda, Mykonos’a döndük ve oyalanmadan Ornos Plajı’na gittik. Ertesi gün, tatilin son günüydü ve ben içimde az da olsa huzursuzluk hissetmeye başlamıştım.

 

Mykonos’un şehir merkezi de oldukça cazip. Korsan istilasına direnmek için labirent şeklinde yapılmış, daracık, sayısız sokak var. Kaybolmak hiç bu kadar zevkli olmamıştı. Fakat aman dikkat, Mykonos’ta herşey iki katı fiyatına… Bunu farkettiğimiz için, eşe dosta hediye alma faslını dönüşte yine birkaç saatliğine uğrayacağımız Samos’a erteledik ve Mykonos’un labirentlerinde alışveriş yapmadan dolaşacak basireti gösterdik.

 

Mykonos’un enteresan mekanlarından biri de Küçük Venedik. Temelleri denizin içine gömülmüş ve şimdilerde bara döndürülmüş bir sıra evden oluşan bu mekan çok sevimli. Zaten kartpostaların da birçoğunda duvarlarında dalgalar patlayan bu evler var. Hem de yel değirmeni manzaralı. Çok ama çok şirin. Hemen yakınındaki Alexandros adlı restoranda ise nispeten uygun fiyatlara her türlü deniz mahsulünü mideye indirmek mümkün. Masaların arasında dolaşan pelikanlar ise adanın simgesi haline gelmişler. Yunan Adaları’ndaki herşey gibi bu pelikanların da turistik bir hikayesi var. Yanlış hatırlamıyorsam, 30’lu yıllarda adaya biçare yaralı bir pelikanın yolu düşmüş. Ada halkı bu pelikanı iyileştirmiş ve ona Petros adını vermişler. Petros zaman içinde adanın simgesi haline gelmiş ve Mykonos sokaklarında kafasına göre dolaşır olmuş. Bir gün Petros’a bir araba çarpmış ve sevimli kuş hemen oracıkta can vermiş. Ada halkı yasa boğulmuş. Petros’un içini doldurup, onu Mykonos sahilindeki meşhur Folklor Müzesi’nde sergilemeye başlamışlar. Sonra da onun anısına, aday 3 tane pelikan almışlar. Bu pelikanlar hala ada sokaklarında memnun mesut dolaşıp turistlere poz veriyorlar.

 

Mykonos’tan Samos’a, 8 saat süren bir gece yolculuğu ile ulaştık. Erken davrananlar, yataklı kamaralarda yer bulabilmişler, ama biz Mykonos’taki tur operatörümüzün azizliğine uğradık. Ama limanda feribotu beklerken bizim gibi Kuşadası yolcusu bir grup Türk turistle karşılaşınca keyfimiz yerine geldi. Herkez birbiriyle kaynaşıverdi ve feribotta sabaha kadar kah sohbet edip kah uyuklayarak Samos’a geldik. Ama feribot rötar yaptığı için, Samos’a vardığımızda Kuşadası teknesi çoktan adadan ayrılmıştı bile. Bir sonraki tekneye ise daha en az 6 saat vardı. Rahat rahat alışveriş yaptık.

 

Samos’tan Kuşadası’na dönerken, bu büyüleyici yolculuğun son saatlerine cila çekecek bir şey oldu! Teknemize yol boyunca yunuslar eşlik ettiler. Üç tane harika yaratık teknenin iki metre ötesinde epey bir süre bizimle aynı hızda ilerlediler. Beni tanıyanlar, yunuslara olan düşkünlüğümü bilirler. Bu yüzden olsa gerek, onları seyrederken tutamadığım gözyaşlarım eşimi hiç şaşırtmadı. Tekneden atlayıverip aralarından birinin sırtına tutunmak, onunla beraber rotayı Santorini’ye yöneltmek ve batmadan önce güneşi bir kez daha uğurlamak istedim. 

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.