Tapınağın içine girmiş ve son adımlarımı atmıştım ileriye doğru… Geniş balkonun ucuna gelmiş ve aşağıdaki sonsuz gibi görünen boşluğa bakıyordum. Yürümeye ilk başladığım nokta görünmüyordu buradan… Saatlerce yukarı doğru adımlar atmış ve artık ilerleyemeyeceğim noktaya kadar gelmiştim. Durduğum noktadan on adım ötesi için kanatlara ihtiyacım vardı. Bedenimle olmasa bile ruhumun kanatlarıyla daha da uzaklara gidebilecektim kimbilir… Şimdi güzel bir soluklanma ve tapınağın içine giriş zamanıydı. Adımlarımı içeri doğru yönlendirdim. Ayakkabılarımı çıkardım ve kalabalığın arasından geçip, dev heykellerle dolu odanın köşesine oturdum. Gözlerimi kapattım ve kendimi ruhumun sonsuz boşluğuna bıraktım…

Cumalardan bir Cuma – İzmir

Keyifli bir İzmir günü. Balkonumdan şehrimin güzelliğini izliyor, bir yandan da evin içinde dolanıyordum. Derken içimden bir ses “Hadi Günnur’u ara bakalım ne yapıyor?” dedi. Günnur’u taa üniversite yıllarından beri tanırdım ve 2005’te yollarımız yeniden kesişmişti. Ben derKi’yi geliştirmeye çalışıyordum, o da More Travel’ı. Yıllar içinde birbirimize hep destek verdik, birlikte Mısır’a gittik, zaman zaman uzaklaştık, zaman zaman yakınlaştık ama hiç kopmadık, kopamadık. Sonra sene geldi 2014’e, tam da bugüne ve içimdeki ses tam da iş saati olmasına rağmen ara onu diye dürtmeye başladı beni. Ben de aradım ve üç beş sohbet ettik, sesi gayet güzel geliyordu. Tam kapatırken “Hasancım sana ne soracağım: Biz Nepal ve Bhutan’a gidiyoruz, bana tercüme yapabilecek bir kişi lazım acil. Aklıma da sen geldin. Yerel rehberler zaten her şeyi anlatıyor biliyorsun, sen de tercüme edersin. Hem ne zamandır birlikte seyahat de etmedik, güzel güzel sohbet de ederiz. Spiritüel ortamlara bakarsın. Gelmek ister misin?” diye sordu. Bu soruyla birlikte yolculuğun ilk adımı atılmıştı bile… More Travel ile Nepal – Bhutan Turu… Görünürdeki yolculuk buydu da esasında acaba canım evren beni oralara ne için yolluyordu, merak etmiştim bir anda…

Paro Taktsang Tapınağı’na Doğru… – Bhutan

Elimde sopamla yukarıya, Paro Taktsang Tapınağı’na (bilinen adıyla Tiger’s Nest) doğru yürüyüşe geçmiştim. Bhutan’daydım. Birkaç sene önce bu ülkeye şöyle bir gözüm ilişmiş ve senede belli bir sayıda turist aldıklarını görünce, aman nereden gideceğim yahu diyerekten unutmayı tercih etmiştim. “Çok güzel!”, “Tam bir yeryüzü cenneti, mutlaka gidilmeli!” deniyordu yapılan yorumlarda bu ülke hakkında. Hatta Bhutan’ın kayıp ülke Shangri La olduğunu başlık atmış bir belgesel bile görmüştüm; ama işte senede 40 bin turist ağırlayan bir ülkeye benim nereden yolum düşecekti ki… Kaderin cilvesi işte, buradaydım. Bhutan’da ve çevremdeki ağaçların arasında uzanan patikaya doğru ilerlemeye başladım. 2300 metreden başlamıştı yolculuğum ve 3.120 metreye doğru adım adım çıkacaktım… O anda bilmediğim şey, bu çıkışın sonucunda bambaşka bir benin aşağı ineceğiydi…

27 Temmuz 2014 – Kathmandu Havalimanı

Yaklaşık 7 saatlik bir uçuşun ardından uçağımız Kathmandu’ya yaklaşmıştı. Sadece Everest’i değil, yeryüzünün en yüksek sekiz noktasını barındıran Nepal’e “Dünya’nın Çatısı” adının boşu boşuna verilmediğini anlamak için uçaktan bakmanız yeterliydi. Öyle bir gündoğumu vardı ki karşımızda insanın ruhunda ilahi şarkılar titreşiyordu. Sonra bulutlar çekildi aradan ve Nepal’in yemyeşil tepeleri baş gösterdi. İlk defa uçağa bu kadar yakın yeryüzü şekilleri görüyordum. Bir süre sonra da tepelerdeki tek tük evler yerini çoğalan yapılaşmaya bıraktı ve uçağımız Kathmandu havalimanına indi.


(Uçaktan çektiğim Everest Tepesi fotoğrafı)

Vize işlemleri, bavullar derken havalimanında çıktık ve yumuşacık bir hava karşıladı bizleri. Şöyle içime çektim o havayı. Sonra ufuktaki karla kaplı dağlara baktım. İçim yumuşadı. Sevdim bu Kathmandu’yu yahu, ne güzel burasının enerjisi dedim kendi kendime…

Sonra bindik otobüsümüze ve otelimize doğru hareketlendik. Nepal’e gelmeden önce böyle aklımda sürekli mistik, doğa içinde, hani neredeyse Kar Adamı Yeti’yi görebileceğiniz bir ülke canlanmıştı. Hele Kathmandu bana daha da mistik geliyordu. Milla Jojovich’in oynadığı “Kathmandu’ya Son Tren” filminin romantizmiyle, pozitif hayaller canlanıyordu zihnimde. Fakat Otobüs Kathmandu caddelerinde ilerledikçe “Amanın burası ne böyle” oldum. İzbe binalarla dolu, acayip gürültülü, toz içinde, trafiğin delice aktığı bir kent vardı karşımda. Kahire’ye çok ama çok benziyordu bu yönüyle, fakat Kathmandu’nun Kahire’yle farkını günler ilerledikçe yaşayarak anlayacaktım: Kahire’de otobüs sizi sadece ziyaret edeceğiniz noktalara bırakıyordu ki bunlar hep şehir dışıydı. Bu yüzden şehrin olumsuz özellikleri sizi etkilemiyordu, ama Kathmandu’da tüm ziyaret mekanları şehrin göbeğindeydi ve oralara otobüs giremiyordu. Bu yüzden Kathmandu’yu ciğerlerinize kadar çekmek durumundaydınız ve çekecektik de…

 Paro Taktsang Tapınağına Doğru… – Bhutan

Ciğerlerime oksijeni iyice çekiyordum ayaklarımın altında uzanan eşsiz manzarayı izlerken… Daha tepedeki tapınağa çok yolumuz vardı, ama buna aldırmıyorduk. Kafamızı tapınağa varmaya takarsak, belki bir on dakika daha erken varırdık ama şu muhteşem doğayı yaşayamazdık. Hem yolculuk demek hedefe bir an önce de varmak da değildi. Bu yüzden de sevgili Günnur ile birlikte sohbet ede ede yürüyorduk yolda ve önemli duraklarda da durup manzaranın tadını çıkarıyorduk. Tabii bu çıkış herkese göre değildi. Ciddi bir kondisyon istiyordu. Hele bir de yaş ilerlemişse iyice zorluydu, fakat gezmeye gelen turistler için. Bizim çıkış yaptığımız gün, Budistlerin kutsal günüydü. Buddha’nın aydınlanış derslerini vermeye başladığı ilk gündü ve Bhutan halkı, en kutsal tapınaklarına dua etmeye çıkıyorlardı. Bizim elimizde asalarla, hazırlıklarla çıktığımız o yokuşu; yerel halk, sırtlarında bebekleriyle, ellerinde Tanrılara yapacakları sunumlarla, yaş baş gözetmeden hızlıca yürüyorlardı. Rehberimiz yerel halkı takip etmeye kalkmayın, şişersiniz mealinde kibarca uyarılarda bulunuyordu. Onlar yukarı giden daha kısa yolları biliyorlardı ama o yollar daha zorluydu. Biz çıkışta en bilindik turistik yolu kullanmayı seçmiştik ve yolumuza ciğerlerimizi oksijenle doldura doldura devam ediyorduk.

Pashupatinath Tapınağı – Kathmandu

Karşımdaki odun yığınağı alev alevdi ve odunların ucundan çıkmış ayağa boş gözlerle bakıyordum. Aynı anda maruz kaldığım yoğun duman ve yanmış et kokusunun beni uzun süre terk etmeyeceğini bilmiyordum, ama aynı geceyarısı otel odasında öksürük krizine tutulunca, bunun sebebinin ölü yakma töreni olduğuna kanaat getirecektim. Nasıl olmasın ki? Şehrin tam göbeğinde kocaman bir Hindu Tapınağıydı Pashupatinath ve ortasından da Nepal’in en önemli nehri Bagmati geçiyordu. Bu nehir Himalayalar’dan doğuyor ve ileride Ganj’a karışıyordu, ölmüş Nepallilerin külleriyle birlikte… Nehrin kıyısında ise ölü yakma alanları mevcuttu ve siz dibine kadar girip bu sahneleri izleyebiliyordunuz. Elbette ki bu bir vahşet değildi. Sonuçta tarım alanı az, ağacı bol bir toplum; ölülerini defnetmek için en güzel yöntemi bulmuştu kendince. Fakat bunun şehrin tam ortasında olması ilginçti. Hani bizler gibi meraklı turistlerin, bu travmatik görüntülerin dibine kadar girmeleri daha da ilginçti. Daha da travmatik olan ise henüz yeni ölmüş genç bir kızın törenini izlememiz oldu. Yirmili yaşlarında bir kızdı. Nehrin kenarında yüzü açık biçimde yatıyordu ve geleneklere uygun olarak, nehrin suyuyla yıkıyorlardı onu. Ailesi ve yakınları sessizce izliyorlardı olan biteni. Sadece tek bir kişi hüngür hüngür ağlıyordu. Belki onun aşığıydı, belki en yakın arkadaşı, belki de kardeşi. Ama kız gerçekten o kadar gençti ki… Gözlerimiz kilitlenmiş halde bu sahneleri izliyorduk… Az sonra turuncu kefenine sardılar onu ve yakma alanına götürdüler. 300 kilo odun, 3 kilo kadar yağ ve daha nice malzemeyi hazırlayacaktı profesyonel ölü yakıcılar her gün onlarca kez yaptıkları gibi. Sonra da genç kızın bedeni havaya karışacaktı, kendisinden kalanlar ise Bagmati Irmağı’nın içine…


(Pashupatinath Tapınağı’nda ölü yakma töreni)

Tapınak ise ziyaret edilemiyordu tarafımızdan, çünkü biz Hindu değildik. Daha önce Bali’deki Hinduizm ile karşılaşmış ve yumuşaklığına bayılmış olan ben, bu topraklarda sert bir Hinduizm ile karşılaşıyordum. Nepal’de daha başka tapınaklarda da benzer durum söz konusu olacaktı. Hindu değilseniz, oralara giremiyordunuz. Peki dedim içimden. Ben yine de inançlarınıza ve Tanrılarınıza saygılıyım… Nasıl isterseniz… Ve Pashupatinath’ı bir daha ziyaret etmeye gerek duyulmayanlar listesine ekledim… Ölü yakma törenlerini bir kere izlemek yetmişti bana…

Thimpu – Bhutan

Rehberimiz Taschi, ölü yakma geleneklerini anlattıktan sonra kaşınmış olacağız ki bizi oraya götürebilmen mümkün müdür diye sorduk sanki Bhutan gibi bir cennette görülecek daha nice şey yokmuş gibi. Taschi güldü ve “Bunu size hiç tavsiye etmem. Bizde ölüler dik olarak oturtulur yakılmadan önce ve yanma esnasında tahtalar düşer zaman zaman ve alttan iskelet çıkabilir. Çok korkutucu bir görüntüdür. Görmek istemezsiniz.” diye kibarca reddetti teklifimizi…

Kathmandu’nun aksine Bhutan gerçekten bir cennetti. Bir doğa harikası ülkeydi ve ülkenin yönetim felsefesinin altında yatan bilince hayran olup duruyorduk sürekli. Bhutan, Nepal’in yanında, Çin ile Hindistan arasında yer alan küçücük bir krallıktı; ama o ufak ülke ne büyük güzellikleri barındırıyordu… Orada geçirdiğimiz üç günün sonunda Bhutan’ı şöyle formülüze etmiştik: Rize’nin Ayder Yaylası’nı alın ve Konya kadar büyütün; ona ekleyin Safranbolu evlerini. Bol tapınak, ejderha ve birbirinden güzel insanlar ekleyin; buyrun size Bhutan… (Bhutan’ın resmi dili Dzongca’da Bhutan, Druk Yul olarak geçer yani Ejderhanın ülkesi. Milli marşlarının adı Druk Tsendhen’dir, yani Ejderhanın Krallığı. Ülkenin resmi havayolu da Druk Air, yani Ejder Havayolları. Bu kadar önemli ve sembolik bir varlık ejderha, Bhutan için ki bayraklarında bile yer alır.)


(Bhutan Paro Havaalanı)

Daha havaalanına iner inmez karşılaşıyorsunuz o güzellikle. Dünyanın inilmesi en zor havaalanlarından birisine iniyor uçağınız, dünyanın girilmesi kolay olmayan ülkelerinden birisine. Girilmesi kolay değil çünkü hem az sayıda insan alıyorlar, hem de her turistin günde 250 dolar bırakmasını zorunlu tutuyorlar ülkeye. Öyle kafam esti hadi Bhutan yapayım demeniz mümkün değil kısaca. Prosedürleri var ve sonrasında girebiliyorsunuz bu ülkeye.

Bizim gibi yatırım olsun, turist olsun, döviz gelsin mantığında bir ülke değil burası. Bir krallık, ama kral kendi çıkarı için halkını köle eden cinsten değil. Hatta halkı onu o kadar seviyor ki kendisi parlamento kuralım, demokrasiye geçelim diyor da halkı reddediyor. Ülkenin anayasasında ülkenin en az yüzde 60’ı ormanlık alan kalacaktır yazıyor. Şu anda oran yüzde 70. Dağlarının altı maden dolu olmasına rağmen Kral, şirketlere kazı izni vermiyor yeşile zarar gelmesin diye. Halktan alınan vergiler, halkın ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti alması için harcanıyor. Silahlı kuvvetler yok denecek kadar az. Zaten tüm ülkeyi askere alsanız, ne Çin’le baş edebilir, ne de Hindistan’la. Bu yüzden Kral, parayı silaha değil halkına harcıyor. Ülkede sigara içmek yasak. Sadece turistlere belli noktalarda izin var. Ayrıca kamuda çalışan halk yerel giysilerle çalışmak durumunda. Bu yüzden etrafta bol bol etekli ve uzun siyah çoraplı erkek görüyorsunuz. Kadınların da yerel giysileri çok zarif. Ama hepsinden öte, herkes dingin ve huzurlu. Trafik polisleri bale yapar gibi yönetiyorlar trafiği, ama zaten kimse hızlı gitmiyor veya saygısızlık etmiyor ki…

Bhutan'dan Bir Manzara
(Bhutan’dan bir manzara)

Patan Meydanı – Nepal

Patan Meydanı’na doğru yürüyorum. Vızır vızır motosikletler geçip duruyorlar çevremden. Birisinin bile çarpmaması büyük mucize onca kalabalığın içinde. Sanırım bu ülkede en çok iş yapan sektör, kornacılar. Parmaklar sürekli kornalarda. Nasıl olmasın ki? Yaya trafiğinin içinde bir sürü motosiklet, hem de hız falan kesmeden gidiyorlar. Ortalık Kathmandu Durbar Meydanı’na göre bir parça daha sakin. Gündüz orayı ziyaret ettik, Kathmandu’nun antik merkezini. Kraliyet Sarayı ve çevresinde konuşlanmış bir sürü irili ufaklı tapınak. Bildiğin açık hava müzesi ki zaten UNESCO Dünya Tarihi listesine girmiş bu meydanlar. Kathmandu Vadisi’nde üç şehir var ve her birinin meydanı diğerinden güzel. Hepsi de koruma altında. Bu ülke de en gereksiz şey bir müze açmak ki Bhaktapur’da açmışlar. Girdim baktım, dışarıda olanları içeri dizmişler, adına müze demişler. Ne gerek varmış ki cidden her yer müze gibi bu şehirlerin meydanlarında… Kathmandu Durbar Meydanı’nda ekstradan Kumari’yi gördüm, bedenlenmiş Tanrıça. Daha doğrusu mesaili Tanrıça demek daha doğru olur. Tanrıça’nın bir kızda bedenlendiğini söylüyorlar ve kız ergenlik çağına girene kadar ona Tanrıça gibi davranıyorlar. Ergenlik çağında ise emekli edip, yeni bir Tanrıça arıyorlar. Peki tüm hayatı boyunca Tanrıça gibi davranılmış kız çocuğu, sonrasındaki hayatını nasıl yaşıyor? Cidden merak ediyorum.


(Kathmandu Dhurbar Meydanı’ndaki Kraliyet Sarayı)

Arkamdan bir motorsikletli daha abanıyor kornasına daaat diye. Artık dönüp bir tane sövesim var. Yabancı ülkelerde olmanın en güzel yanlarından biri de bu. Sokağın ortasında söv gitsin, nasılsa anlayan yok. Yoluma devam ediyorum. Akşamüzeri olmuş. Patan Meydanı dolu. Tapınaklarda insanlar oturmuş etrafı seyrediyorlar. Hareketli, hem de çok. Severim bu hareketliliği, cümbüşü, kalabalığı… Gündüz güneşin altında pek iyi olmuyordu ama şimdi akşam saatlerinde Patan Meydanı’nın şenliği keyifli geliyor.

Esasında Budistlerin mekanları daha dingin diye düşünmüyor değilim. Diğer adı Maymun Tapınağı olan Swayambhunath’ı gördüm ve hızlıca olsa da Boudhanath’ı da. İkisi de büyük Budist Stupalarıydı. Hatta Boudhanath, Dünya’nın en büyük Stupasıydı ki Tibet’ten akın akın buraya geliyorlardı ibadet etmek üzere. Her ikisinin de enerjisi harikaydı. Üstüne bir de Bhutan’daki Budist Stupası’nı ziyaret edip, onun da enerjisine bayılınca, sanırım bu topraklarda Budizm’in enerjisi Hinduizm’e oranla daha süptil ya da bana daha iyi geldi dedim. Halbuki Bali’deki Hindu mekanları öyle miydi? Gerçi Bali bir ada ve kültürleri bambaşka. Nepal, Hindistan etkisiyle fazlasıyla, hatta taksi şoförü bile “Hindistan’a ilk gelişiniz mi?” diye sordu bana Nepal’i anmadan. O derece Hintliler ve kast sistemi burada da hakim, her ne kadar eski gücünde olmadığı söylense bile. Felsefelerden öte ritüeller önplana çıkmış. Nitekim rehberimize bize biraz Hinduizm felsefesinden bahseder misin diye sorduğumuzda doğru düzgün yanıt veremedi ki adam Brahmin kastından yani rahipler sınıfından geliyor. Halbuki Bali’deki rehber uzun uzun ve derinlemesine felsefi yönünü anlatabiliyordu. Bunun kültürlerin yapısından kaynaklandığını düşünüyorum, burası dağlık bir bölge ve inançlar daha sert ve keskin haliyle…

Paro Taktsang Tapınağı Çıkışı’nda… – Bhutan

Yükseldikçe manzara daha da güzelleşiyor. Paro şehrinin evleri kibrit kutusu gibi uzanıyor önümüzde. Her yer yemyeşil. Orman orman üstüne binmiş sanki. Durup etrafı izlediğimiz yerde bir tabela var: “Doğamız kutsalımızdır, lütfen onu koruyalım.” Onca yol yürüdük bir tane çöp, kola kutusu, yenilip atılmış dondurma kabı, kırılmış bira şişesi… Bir tanesine mi denk gelmezsin. Gelmiyorsun işte. Çünkü doğa kutsal onlar için, hayatın kendisi kutsal. Doğayı kirletmek, hayatı kirletmek aynı zamanda. Evet, maddi olarak çok iyi değiller, ama güzel insanlar bunlar, temiz insanlar. Çok sevdim Bhutanlıları hem de çok… Kafamı kaldırıp yukardaki tapınağa doğru bakıyorum. Biraz daha büyüdü ama yolumuz var daha. İlk hedefimiz zaten yolun ortasındaki kafe. Orada durup çay içeceğiz, su içeceğiz kana kana. Yolda çeşmeler var ama rehberimiz içmeyin, sizin bağışıklık sisteminiz kaldırmaz dedi. Gerçi biz Türk’üz, ne sular içeriz de bir şey olmaz bize diye düşünsek de dinleyelim dedik Taschi’yi.


(Paro Taktsang Tapınağı’na aşağıdan bir bakış)

Bu arada gerçekten harika bir rehber Taschi. Dakik, disiplinli, bilgilendirici, esprili, güzel bir insan. Tapınağa çıkmadan önce birçok uyarı yaptı: “Kimse kimseyi beklemeyecek yukarı çıkarken, yoksa asla varamayız. Herkes kendi başına yapacak bu yolculuğu… Hepiniz bu yolculuğu tamamlamayabilirsiniz, en azından kafeye bile gelebilmeniz önemlidir… Katıra binebilirsiniz ama ayda bir iki olsa da turist düşme vakası yaşanabiliyor, önermem pek…” Aslında biraz da fazla dikkatliydi belki de ama her hafta çıkıyordu tepeye. Vardı bildikleri ettikleri…

Yol arkadaşım Günnur ile birlikte manzaraya bir kere daha baktık. Fotolarımızı çektik. Selfie’mizi yaptık ve şimdi yola devam etme zamanıydı.

Thimpu – Bhutan

Nepal de Bhutan da İngiliz sömürgesi olmamışlardı hiç. Nepalliler bunu diplomasiyle başarmışlardı. İngilizlerle iyi ilişkiler kurmuşlar ve hatta Kraliyet Saraylarının bir bölümünü İngiliz mimarisiyle inşa etmişlerdi ki İngilizler de belki de Hindistan’ın yanında bir de bu dağlık bölgeyle uğraşmamak için Nepal’e girmediler. Nepalliler için de övünç kaynağı bu. Tabii yakın zaman içinde yaşananlar ilginç Nepal’de Maocular 2008’de yönetimi ele geçiriyorlar ve ilk seçimlere girip birinci parti olarak çıkıyorlar. Fakat 2012’de yapılan seçimlerde üçüncü parti olarak çıkıyorlar, kazanan ise Demokrat Parti oluyor. Ülkenin henüz bir anayasası yok.


(Tashichho Dzong Manastırı)

Bhutan’da ise yüksek bilinçli krallık hakimiyeti sürüyor ve biz de o güzelim doğada Kraliyet törenlerinin yapıldığı Tashichho Dzong’dayız. Dzong demek kale demek ve Bhutan’da birçok Dzong var tarihten kalma. İngilizler ile uğraşmamışlar ama zamanında Tibetliler ile çok savaşmış Bhutanlılar’ın ataları. Ülkeyi işgalden korumak için de Dzongları yani kaleleri inşa etmişler. Bu Dzonglar aynı zamanda dini, kültürel, siyasi merkezler de. İçlerinde dini törenler de yapılıyor, rahipler de yaşıyor, çeşitli davaların görüldüğü odalar da var, hükümet ofisleri de… Başkent Thimpu’dakinde ise öyle güzel bir tapınak var ki büyüleniyorum. İçeride fotoğraf çekmek yasak, ama meditasyon yapmak serbest. Karşımızda kocaman bir heykel var. Buddha’ya benziyor, ama bıyıkları var. Sonradan onun Buddha değil de, Budizm’i Bhutan’a getiren Guru Padmasambhava olduğunu öğreniyorum. Buddha gibi saygı görüyor ülkede. Nitekim Paro Taktsang Tapınağı yani bilinen adıyla Tiger’s Nest (Kaplan İni) Tapınağının da kurucusu o. İkinci Buddha olarak biliniyor ve tapınağın bulunduğu bölgeye bir kaplanın sırtında uçarak geldiğine inanılıyor. Üstat buradaki bir mağarada meditasyon yapıyor ve sonrasında da bu kutsal alana bu muhteşem tapınak yapılıyor.


(Bhutan’ın başkenti Thimpu’daki 56 metrelik Budha heykeli)

İşte bu üstadın kocaman heykeli tam karşımda duruyor ve etrafında da her biri ayrı bir sanat eseri olan nice irili ufaklı heykeller. Her biri birer sembol aslında. İnsan ruhunun farklı hallerinin sembolleri. İçerideki enerji o kadar zarif ki… Olduğum yere çöküyor, gözlerimi kapatıyor ve kendimi serbest bırakıyorum…

Bhaktapur – Nepal

Bhutan uçağından indik yeniden Nepal’deyiz. Bhutan’dan sonra Nepal geriyor bir anda herkesi. Sakinlikten bir anda gürültü ve keşmekeşin ortasına iniveriyoruz. Aslında belki de Nepal’in en güzel noktalarından birindeyiz, Bhaktapur gerçekten çok güzel bir şehir. Her yer kiremit kırmızısı; hele ki fotoğrafik açıdan şahane bir yer. Kathmandu’ya oranla çok daha sakin ayrıca, ama Bhutan o kadar sessizdi ki bize bu bile fazla geliyor. More Travel grubu 16 kişi, ama hani Bhaktapur sokaklarında birbirimizi kaybedeceğiz neredeyse. Bir kısmı önden gidiyor, bir kısım alışverişe dalmış, bir kısım da fotoğraf çekiyor. Nepal’in hepsi için de en zengin bölgesi belki de burası. Alışveriş açısından şu ana kadar gördüğüm en ucuz, hem de en çeşitli bölge burası. Ne ararsanız var, hem de cidden çok güzel fiyatlara. Nepal’e gelecekseniz, paranızı Bhaktapur’a kadar saklayın diyeyim hatta, o derece… Gezip görmek için birbirinden güzel tarihi meydanları ve tapınakları var. Otantiklik de had safhada olduğu için de nereyi kafanızı çevirseniz ayrı bir kare karşınıza çıkıyor. Kesinlikle Kathmandu Vadisi’ndeki en güzel bölge bence burası. Zaten zaman ilerledikçe de gerilim yerini dinginliğe bırakıyor. Tadını çıkarmaya başlıyoruz bu güzelim tarihi şehrin…


(Bhaktapur’da kendilerinden geçmiş biçimde satranç oynayan Nepalli dayılar.)

Paro Taktsang Tapınağı’nda… – Bhutan

Kafeden çıktıktan sonra ilerleyişimiz devam etti. Adım adım yaklaşıyorduk tapınağa ve yaklaştıkça da birbirinden güzel sahneler karşılıyordu bizi… Yolculuk ve bol oksijen ilk saatin sonunda tüm egomuzu almış götürmüştü. Egonun sesi artık ulaşamıyordu zihnimize. İçinde bulunduğumuz doğa ve muhteşem manzaralarla bütünleşmiştik, onun bir parçasıydık artık. Normalde şehir içinde dik bir yokuşu çıkmaya göze alamayabilen bünyemiz, üç saatlik tırmanışa bana mısın bile demiyordu artık. Yorgunluk falan hissetmiyordum. Yoğun bir bütünleşme ve olma hali yaşıyordum. Türkiye’deyken acaba bir doktora görünsem mi, acaba oramda buramda sıkıntılar var mıdır, zaman zaman bazı ağrılarım oluyor diye düşünmüşken, bedenim üç saatlik tırmanışın sonunda tık bile dememişti sırtımda beş kiloluk çanta olmasına rağmen. Bunun için ona çok teşekkür ettim.


(Paro Taktsang Tapınağı)

Sonra tapınak tüm heybetiyle göründü karşımızda. Ona çıkan insanlar karınca sürüsü gibi görünüyorlardı. Biz de az sonra katılacaktık o sürüye. Önümdeki manzara müthişti. Dağın içinde dev bir tapınak ve ona doğru çıkan sayısız minicik insan. Kafanızı azıcık çevirdiğinizde ise uçsuz bucaksız tepeler ve dağlar… Guru Padmasambhava, meditasyon yapacağı yeri iyi seçmiş kesinlikle diye düşündüm ve de efsaneye de inanasım geldi hani. Buraya anca metafizik bir gücün yardımıyla çıkabilir gibi geliyor insana yolu ve tapınağı görünce…

O minicik insanların arasına katılıp biz de minicik olunca, tapınağın yanına kadar geldik. Mimarisiyle zaten çok etkileyici olan tapınağın yanındaki onlarca metre yüksekliğinde şelale ise sahnenin muhteşemliğine çağlayarak katılıyordu. Hele ki tapınağın üzerine yapıldığı yerin altındaki uçurumu görünce insanın nefesi hepten kesiliyordu. O uçuruma kazayla düşen birisinin bedenini çıkartmanın üç hafta sürdüğünü söyledi rehberimiz bize. Gördüğünüzde de zaten söylenene inanıyorsunuz. Ama doğa Bhutan’a bu noktada öyle bir güzellik yapmış ki… Gerçekten insanlık tarihi boyunca yapılmış en güzel tapınaklardan birisi karşımızda ve bu tapınak gezegenin en güzel noktalarının birisine inşa edilmiş…

Artık içine doğru ilerlemenin vakti geldi…

Dhulikhel – Nepal

Karşımda uzun uzadıya Himalayalar uzanıyor. Himalayalar’dan ötesi ise Tibet. Gün batımını izliyorum uzun uzun. Yanımızda Ram var, bir çoban aslında. Kaldığımız otelden çıkıp, gün batımını izleyebileceğimiz bir nokta ararken karşımıza çıktı ve bizi o bölgedeki en yüksek noktaya çıkarttı. Nasıl güzel bir İngilizcesi var anlatamam. Beni nice İngilizce biliyorum diyen kişide bile o derece güzel bir konuşma görmedim. Ezbere konuşmuyor, İngilizceyi biliyor. Bölgeyi gayet güzel de anlatıyor bize Ram. Bizi getirdiği yerden manzara cidden olağanüstü. Panoramik çekimler için biçilmiş kaftan, ama esas ruhunuzu doyurmanız için sonsuz bir kaynak. Yemyeşil tepelerin ardında, tepeleri bembeyaz Himalayalar uzanıyor ve onların üzerinde de bulutlar. Güneş hepsinin arasından vedalaşıyor bizlerle… Saat kaçta doğar güneş diye soruyoruz Ram’a, 5:30’da diyor. O zaman sabaha yeniden geleceğiz deyip otelimize dönüyoruz.


(Dlukheilli çocuklar)

Dhulikhel, Nepal’in doğasının içinde tarihi bir yerleşim. Merkezinde yine tarihi bir meydan var, ama bizim kaldığımız otel bu meydana yakın olmadığı için bu sefer o meydanı göremedik. Zaten işin açığı Nepal’de tarihi meydan görmeye o kadar doymuştuk ki kimseden böyle bir talep gelmedi bile… Bhaktapur’dan sonra gelip otele yayıldık. Odama geçtiğimde ise penceremdeki manzarayı görünce inanamadım. Zaten Dhulikhel’i ziyaretin iki amacı var: Nepal’in doğasını yaşamak ve güneş doğuşu ile batımını izlemek. Doğaya doymak için birebir burası…

Gece otelde Hintli bir grup var ve çılgınca dans ediyorlar. Çılgınca dediysem cidden çılgınca. Elliden fazla Hintli adamın, birbirinden fantastik figürler yaptığını düşünün çalan her figürle. Aralarına karışalım diyoruz, ama yok hani sonra boş veriyoruz…


(Dlukheil’de gündoğumu)

Sabah 4:30’da uyanıyorum. Elektrik yok. Bu bölgede belli saatlerde elektrik kesiliyormuş, yapabilecek bir şey yok. Karanlık da olsa hazırlanıyorum. Kafaya koydum çünkü, o tepeye çıkacağım güneşin doğuşunu izlemek için. Elime feneri alıp yola koyuluyorum. Gruptan iki arkadaşımız daha katılıyor ve üçümüz tepeye yollanıyoruz…

Hava bulutlu ve güneş bulutların ardında doğuyor. Manzara yine de muhteşem ama beklediğimiz gibi değil. Bulunduğumuz tepede Tanrıça Kali’ye adanmış küçük bir tapınak var. Köyün yerel tapınaklarından birisi. Derken yoğun bir müzik sesi gelmeye başlıyor çevreden ve birazdan da elinde teybiyle yaşlıca bir amca beliriyor yanımızda. Çok güzel bir Hintçe parça yayılıyor etrafa elindeki teypten amcanın. Bize selam veriyor ve tapınağa giriyor, orayı yıkıyor ve sonra da içerde yoga yapmaya başlıyor amca. Biz doğayı, güneşi bıraktık amcayı izliyoruz. Canlı belgesel var karşımızda. Adam birbirinden zorlu asanaları yapıyor Tanrıça’sının önünde ve sonra çıkıp dışarıya “Ommmm” diye bağırıyor. Şaşkınlık ve hayranlık içinde izliyoruz onu… Müzik değişiyor ve yine harika… Birazdan oğlu olduğunu tahmin ettiğimiz birisi daha beliriyor ve birlikte tepede koşup koşup “Ommm” diye bağırmaya başlıyorlar… Sabahın armağanı oluyor bu amca bize…


(Yogacı amca ve SD kartlı radyosu)

Tepeden indiğimizde de ben köye doğru yönleniyorum, diğer arkadaşlarım otele. Amcanın müziği çalınıyor yine kulağıma. SD kartını takmış dede radyosuna köydeki tapınakları tek tek geziyor. En sonunda da köyün içindeki tapınakta karşılaşıyorum onunda. Bu sefer yere yoga matını seriyor. SD karttan güzel bir müzik seçiyor ve tapınağın içinde başlıyorlar birlikte yoga yapmaya… Önce köyü gezip fotoğraf çekiyorum. Sonra da bitirene kadar amcayla oğlunu izliyorum hayranlık içinde. Sonradan öğrendiğime göre de köyün bakkalıymış ve her sabah yaparmış bu ritüeli oğluyla birlikte…

Kendimi bu sahneleri izlemekten ötürü şanslı farz edip otele doğru yürüyüşe geçiyorum. Saat 6:30. Etraf ıssız, sessiz ve sisli. Orman içinden geçiyorum. Etrafta kimsecikler yok… Ama birden karşıma bir adam çıkıyor. “Hellllooo” diyor. İnanamıyorum, adamın elinde kolyeler var. Bana satmaya çalışıyor. Tüm Nepal boyunca her türlü satıcıyı gördüm, yanımızdan saatlerce ayrılmayan, kolay satmak isteyen vs. ama ulan saat sabahın 6:30’u ve orman içindeyim yahu. Rüyanda mı gördün de geldin beni diyesim geliyor. Neyse ki güleç yüzlü bir adam. Ben ne yapayım kolyeyi deyip yoluma devam ediyorum da yani… hani… inanılmaz… ve de komik…

Paro – Bhutan

Bhutan’ın kalbi Wang Chhu nehrinin kenarındayım. O kadar hızlı akıyor ki kazayla içine düşse nasıl kurtulur insan diye düşünmeden edemiyorum. Zaten bu akış hızından Bhutan’ın bütçesi denkleşiyor aslında. Nehirden elde ettikleri elektriği Hindistan’a satarak geçiniyormuş Bhutan ekonomisi ağırlıklı olarak. Ama bu geçim doğalarına dokunmuyor, onu bozmuyor işte. Önümde hızlıca akan kocaman bir nehir var ve Bhutan’ın ikinci büyük şehri Paro da bu nehrin her iki yanında uzanıyor. Şehir dediysem sanmayın öyle büyük bir şehir. Anca kasaba büyüklüğünde, o da doğayla öyle bütünleşmiş ki göze batmıyor bile. Ana bir caddesi var Paro’nun, hediyelikçiler ve diğer dükkanlar yanyana dizilmişler. Kimse yapışmadığı için rahatça gezebiliyorsunuz. Hediyelik fiyatları pahalı, indirim maksimum yüzde 15, pazarlık etmiyorlar daha fazla. İstersen alırsın, istemezsen sen bilirsin modunda davranıyorlar. Bhutan, öyle sırtıma attım çantamı geldim diyen turisti istemiyor. Zaten yeterince turistik altyapımız yok, gelenlere de doğru düzgün hizmet verelim, onlar da bize para bıraksın anlayışındalar. Hediyelikte fiyatların yüksek olma sebebi bu, vergi yüksek. Ama halk şikayet etmiyor, çünkü vergilerin kendileri için harcandığını biliyorlar.

Paro’da da Thimpu’da olduğu gibi harika bir Dzong var. İçinde birçok rahip yaşıyor. Manzara yine olağanüstü. Dzong’un üzerinde bir gözetleme kulesi var, ama daha önce müze olarak kullanılan bu bina depremde hasar görünce kapatılmış. Yine de çok güzel fotoğraf veriyor. Paro da aynı zamanda ülkenin tek havaalanı var ve tabii ki Paro Taktsang Tapınağı da bu şehrin sınırları içinde…


(Paro’dan Wang Chhu Nehri manzarası)

Paro Taktsang Tapınağı – Bhutan

Tapınağın girişi çok ama çok kalabalık. Üzerimizdeki çanta ve kameraları bırakıp giriyoruz içeriye. Farklı farklı birçok küçük tapınak var. Fakat içlerine girebilmek ne mümkün, her yer o kadar kalabalık ki… Ama yine de şikayet edilesi bir durum değil. Hiçbirisi turist değil, hepsi ibadet etmeye gelmiş yerel halk ve onca kişinin enerjisiyle dolup taşıyor tapınak. Merdivenlerden yukarı çıkıp, en sağdaki odaya giriyoruz. Odanın girişi küçük ve dar ama içeride en az beş metre yüksekliğinde üç tane devasa heykel var. Heykellerin önünde ise sayısız sunu. Tütsüler, yiyecekler, içecekler, cipsler, paralar… Bu sunuları daha sonra halka dağıtıyormuş rahipler, kutsal yiyecekler oluyorlarmış. Aslında gayet mantıklı bir açıdan, onca insanın ibadetinin enerjisi siniyor üzerlerine, frekansları değişiyor cisimlerin. Tabii zihin hemen “Aman ya, boş inançlar” demeyi sever böyle durumlarda da, gerçekten neyi, ne kadar biliyoruz ki?

Odada rahipler var, sürekli namaz kılar gibi secdeye yatan halktan insanlar var, devasa heykeller var. Enerji o kadar güzel ki… Günnur’u işaret ediyorum ve birlikte boş bir köşeye geçiyoruz… Meditasyona başlıyoruz ve işte o anda her şey bambaşka bir hal alıyor…

Boudhanath Stupa – Nepal

Nepal’deki son günümüz ve Günnur ile birlikte dünyanın en büyük Budist stupası olan Boudhanath etrafında dönüyoruz saat yönünde. Kathmandu’nun en güzel noktası burası bence. Hem stupa çok güzel, hem çevresindeki meydan. Enerji o kadar zarif ve neşeli ki… İkimiz de çok sevdik burasını…


(Boudhanath Stupa)

İçimden konuşmak gelmiyor ama başka türlü de nasıl iletişim kuracağımı bilemiyorum diyorum Günnur’a. Benzer bir durumu Tiger’s Nest’ten inerken yaşamıştık. İnişte enerjimiz o kadar süptilleşmişti ki artık bedenin içindeki ruh değildik, bedenimiz ruhumuz içinde erimişti sanki ve ben Günnur’a gelecekteki bir projeyi anlatmaya başladım, o kadar da pozitif bir konuydu ki… Ama daha birinci dakikada sustum ve farkında mısın ne kadar güzel bir şeyden bahsediyor olsak da düşünmenin, geleceğe dair plan yapmanın enerjisi ne kadar ağır, dedim. Gerçekten de bin kilo gibi gelmişti o anda düşünmek ve konuşmak. Pozitif konu bile böyle ağır geliyorsa ruhumuzun süptilliği yanında korkuları düşünemedim bile. Binlerce yıldır onca üstat boşuna demiyordu, önce düşüncelerinizden kurtulun diye. Şimdi bunun ne demek olduğunu gayet iyi anlamıştık ikimiz de. Özsel varlığımızın inceliği, frekansının yüksekliği, hafifliği, zerafeti ve güzelliği yanında, düşünce enerjisi çok kaba ve ağır kalıyordu. Öylesine şimdiyi yaşıyorduk ki gelecek fikri bile üzerimize basmasına yetmişti ve işte o anda ANladım… Neden bu yolculuğa yollamıştı beni evren, merak içindeydim. Ama uçağa binmeden birkaç gün önce Kadir Gecesi’nde şu duayı etmiştim: Bilmek! Varlığı, Varlığımı, Varoluşumu, Varoluşumuzu Bilmek! Kitabi olarak bildiklerimi artık ruhen Bilmek ve yaşamak… Bugüne kadar aslında Yokluk kısmını çok güzel öğrendim. Hep Yokluk’tan Varlık’a gidiş yolunu yazdım, çünkü bildiğim buydu. Şimdi artık Varlık kısmını deneyimleme ve bilme zamanı geldi. Bu gece duam budur… Ve Dünyamız için yapabileceğimin en iyisi de… Amin… Dualarıma yanıt gelmişti bu yolla. Elbette ki illa o tapınağa çıkmam şart değildi, evren başka bir yol bulabilirdi bu sonsuzlukta da böylesi bana uygun olacaktı demek ki… Bu şekilde ANlayışım en kolay biçimde gerçekleşecekti… Ben Varlığımı bilmek ve tanımak istemiştim ve Varlık ucundan kıyısında bana kendini tanıtmaya başlamıştı kendini…

Ve biz Günnur’la Stupa etrafında dönmeye devam ediyorduk bir yandan bunları konuşurken… İkimiz de o hafifliği yaşamıştık ama bunu dünyevi yaşantımıza nasıl yansıtırız henüz bilmiyorduk… Ama nasılsa ruh bir şekilde bulacaktı yolunu ve bıraktık akışa kendimizi…

Final

…Önce bedenimdeydim. Hücrelerimin titreştiğini hissediyordum. Çevremde yoğun bir hareket vardı ama bu beni hiç ama hiç etkilemiyordu. Dinginleştim, dinginleştim ve daha da dinginleştim. Dışarısı gürültülü ve kalabalık olsa da içimde sadece sessiz bir uzay vardı. Kendimi gördüm önce ve daha sonra çocuklarımı, yakınlarımı, tanıdıklarımı… Hepsiyle bütünleştiğimi hissettim. Sonra çember daha da büyüdü. Yaşadığım şehir, güzelim ülkem ve derken tüm insanlık… Hepsiyle bütünleştim ama daha hiçbir şeydi bu. Sonra ayı gördüm, güneşi, sonra diğer gezegenleri… Samanyolu galaksisindeki yıldızları, gezegenleri ve burada yaşayan tüm canlıları… Hepsiyle BİR olmayı yaşadım… Ama bitmedi… Diğer galaksilere geçtim sonra… Sonsuz ve sayısız galaksiyle BİRleştim ve en sonunda da evrenimizle… Tüm evrenle BİRdim artık… Ama bitmedi… Sonra diğer evrenleri hissettim… Hepsini birer birer ve onlarla da BİRleştim ve Kozmik Okyanus’un kendisi oldum ben… Varolan her şeyle BİR ve BÜTÜN’düm artık… Ve gözlerimi açtım… Tıpkı gördüğüm nice Buddha heykelinde olduğu gibi yarı kısık bir ifadeyle açıldı gözlerim… Bilinçli değildi bu açılış… İçinde bulunduğum tapınak odasını görmüyordum bile, önümdeki sonsuzluğa bakıyordum…

Ve sonra yeniden dünyaya döndüm. Gözlerimi açtım. Odanın içine baktım. Önümde şekiller belirmeye başladı… Onlara gülümsedim… Sağıma döndüm, Günnur meditasyona devam ediyordu, ona da gülümsedim… Ve yavaşça ayağa kalkıp benliğimi sonsuz yolculuğumuzun içindeki bu fiziksel varoluşumuzun akışına teslim ettim… Sonsuza dek… 

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...