“Klimanjaro, Üzeri karlarla kaplı 19,710 feet yüksekliğinde ve Afrika’nın en yüksek dağıdır. Masai dilinde batı zirvesine “Ngàje Ngài “, ‘Tanrı’nın Evi’ denmektedir. Batı zirvesine yakin bir yerde bir leopar iskeleti bulunmaktadır. Kimse leoparın bu yükseklikte ne yaptığı açıklayamamıştır.”

 

Ernest Hemingway, “Klimanjaro’nun Karları” romanına bu sözlerle başlar. Nobel ödüllü yazarın bu romanı beyazperdeye de aktarılmıştır, Muhteşem Afrika manzaralarının yanında Gregory Peck, Eva Gardner etkileyici bir performans sergilemişlerdir. Uzun yıllar önce filmi izlediğimde bir gün bu dağa tırmanacağımı hayal etmiş miydim doğrusu hatırlamıyorum…

Bu dağa neden mi tırmanmak istedim? Ağrı Dağı tırmanışından sonra daha yüksek bir dağa tırmanmayı hedeflemiştim. Amatör dağcıların hedefleyeceği en yüksek dağlardan biridir Klimanjaro ve ben onu seçmiştim. (Daha yüksekteki Himalayalar içinse bu işe gönül vermekten çok daha fazlasını yapmak gerekir.) Diğer bir neden de, henüz erimeden buzulları yerinde görerek küresel ısınmanın etkilerini gözlemlemek istiyordum. Geçirdiğimiz trafik kazası nedeniyle bu amacım bir süre ertelemişti ama yine tam da bu nedenle çıkıp bedensel ve ruhsal safralarımı atmak istemekteydim.

Hepsi amatör sekiz kafadar bir araya gelerek hazırlıklara başlıyoruz. Önce Hollanda’ya, oradan 7-8 saatlik bir uçuşla Tanzanya-Moshi-Klimanjero için planlarımızı yapıyoruz. Bir ay öncesinden sarı hummaya karşı aşılanıyoruz. Hepatit A, B ve tetanoz aşılarımızı gözden geçiriyoruz. En önemlisi de sıtma ile ilgili ilaçlarımızı önceden temin etmek gerekiyor. Ülkemizde yıllar önce sıtma ile savaşmış ve onu yenmişiz, ama dünyanın birçok tropikal bölgesinde hala çok öldürücü bir hastalık. Sıtma, anofel türü sivrisineğin dişilerinin sokmasıyla bulaşıyor. Birkaç gün içinde yüksek ateş(ısıtma) nöbetleri başlayabiliyor. Duruma göre dolaşım sistemi iflası ile birkaç haftada ölümle sonuçlanabiliyor. Sıtmaya bağışıklığımız olmadığı için ilaçlarımızı önceden temin etmemiz gerekiyor. İlk keşfedilen ilaç olan kininin, ilk başlarda oldukça etkili iken, şimdilerde mikrobun direnç oluşturması nedeniyle etkisi azalmış durumda. Daha etkili -dolayısıyla daha pahalı ve yan etkileri de fazla olabilen- ilaçlar geliştirilmiş. Bunlardan Lariam kolay kullanım açısından tercih ediliyor. (Haftada bir alınıyor) Ancak ilaç alınımından aylar sonra bile psikolojik bozukluk ve saldırganlık yapabiliyor. Hatta Sudan, Afganistan ve Irak savaşlarına gitmeden önce Lariam alan Amerikalı askerlerin vahşet boyutunda icraatları çok kolaylıkla yapabildikleri şeklinde, iddialar var. Diğer seçenek ise malaron ancak pahalı ve ülkemizde pek bulunmuyor. Ben ülkemizde kolayca ve ucuza bulunabilecek monodokslardan alıyorum yanıma. Analjezik tablet ve pomadlar, aspirin, özellikle ishal ve bakteriyel enfeksiyonlar için antibiyotikler, vitamin ve minerallere ilaveten, yüksek dağ hastalığına karşılık kortizon, diüretik ve antihistaminik vb. den oluşan küçük bir ilk yardım çantası hazırlıyorum.

Tanzanya’ya iniş

Saatler süren uçak yolculuğundan sonra güneş batmak üzereyken, Klimanjero’nun bulutları delip yükselen karlı zirvelerini görünce hem seviniyor hem de ürperiyoruz. İndiğimizde hava çoktan kararmış, sıcak ve nemli bir hava yüzümüzü yalayıp geçiyor. Amsterdam’dakinden sonra buradaki terminal binasını görünce Afrika’da olduğumuza anlıyoruz! Mart başındayız ama burada sonbahar yeni başlıyor. Terminal dışında elektrik yok, bu nedenle bizi karşılayan rehberlerimizin reflektör gibi parlayan beyaz dişleri dikkatimizi çekiyor. Sivrisinekler için önleyici spreylerimizi boca ediyoruz. Moshi’de şehrin en iyi otelinde kalıyoruz ama burası iki yıldızlı bir Laleli otelini andırıyor. Odalara yerleşmek bayağı vakit kaybettiriyor, her şey çok yavaş yapılıyor ve mecburen bekliyoruz. Hızlıca yerleşip akşam yemeği için turistik bir restorana gidiyoruz, hemen hepimiz menüden yaban geyiği sipariş ediyoruz ama pek bir tadı yok, keşke otelde kalıp şehrin en iyisi denilen pizzasından mı yeseydik diye düşünüyorum.

Tanzanya güneydoğu Afrika’da, otuz milyonun üzerinde bir nüfusu olduğu sanılıyor. Bu konuda kesin bir bilgi yok çünkü ülkenin geniş steplerinde hala geleneksel ve ilkel bir yaşam süren renkli Massailer’in nüfusu tam olarak bilinemiyor. Ortalama günlük gelir bir dolar civarında tarım ve hayvancılık yapılıyor, biraz da madencilik var, turizm ise önemli bir gelir kapısı. Ülkede çok çeşitli misyoner gruplarına bağlı okullar ve kiliseler bulunmakta. Nüfusunun yaklaşık yarısı Müslüman, diğer yarısı Hristiyan olan Tanzanya’da bir miktar da Hindu varmış. Kabile dinleri de olduğu sanılıyor ama kimse bunları kaale almamış anlaşılan.

Sıcak Afrika’daki ilk gecemizde demode de olsa klimalı bir odamız olduğu için şanslıyız.

İlk gün

Sabah kahvaltısı, açık büfe omlet ve tropikal meyvelerden oluşuyor. Çayı ve kahvaltıyı özleyeceğimiz anlaşılıyor ama mango ve ananaslar iyi geliyor.

Yerel rehberlerimiz bizi önce acente merkezine götürüyorlar. Burada da işler yavaş yavaş yapılıyor, çantalar eşit ağırlıklara bölünüyor, on iki kiloyu geçmemesi gerekiyormuş. Gerekli izinler alınıyor. Araç değiştirip tekrar yola koyuluyoruz. Yol boyunca kara Afrika’nın nispeten modern yaşayan insanlarını gözlemleme fırsatı buluyoruz. Her yer yemyeşil, dev okaliptüs ve baobab ağaçlarının gölgesine ekilmiş kahve bahçelerinin arasından ilerliyoruz. Herkes siyah, pek beyaz insana rastlamıyoruz. Kıyafetler, siyah ve beyazın tekdüzeliğine isyan edercesine göz alabildiğine canlı. Kırmızı, sarı, turuncu gibi sıcak renkler sık sık göze çarpıyor. Koca muz salkımlarını, çantaları, kovaları başlarının üzerinde taşıyorlar ve birçoğu eliyle tutma gereği bile duymuyor. Bu şekliyle Anadolu kasabalarındaki simit tezgahlarını başlarının üzerinde taşıyan simitçileri hatırlatıyorlar. Arada bir ağaçların arasından görkemli Klimanjero’yu görünce heyecanlanıyoruz. Şehir yavaş yavaş arkamızda kalırken kıvrıla kıvrıla tırmanan köy yollarından çıkışımızı sürdürüyoruz.

Araçlar bizi doğal parkın 2000 metrelerindeki Machame giriş kapısına bırakıyorlar, kayıtlar ve son hazırlıklar yapılıyor. Bundan sonrası tabana kuvvet. Orada tırmanışa hazırlanan beyaz Avrupalılar ve başka porterlar görüyoruz. Burası oldukça popüler, dünyanın birçok bölgesinden dağcılar bu tırmanışa katılmak için geliyorlar, muhteşem ormanlarla kaplı patikalarda treking yapmak, fotoğraf çekmek için gelen turistler, bitki ve hayvanları araştırmak için gelen bilim adamları (şu biliminsanı sözüne hiç alışamadım) var.

Yiyecek, içecek, giyecek ve konaklama malzemelerimiz porterlar arasında eşit olarak dağıtılıyor. Şahsi malzemelerimizi kendi sırt çantamıza koyuyoruz. Çantada neler mi var; 1, 5 litrelik su, ayrıca belde 1 litrelik matara, yedek polar ve tişört, bandana, şapka, fular, yağmurluk, fotoğraf makinesi, mp3 player, yedek piller, küçük fener, şapka, gözlük kabı, enerji vermesi için çikolata, fındık-fıstık-kuru meyveler, ilk yardım çantası, bandaj, çok amaçlı İsviçre çakısı, koruma bıçağı, el ve alın feneri vs.

Öğle kumanyasını ve suyumuzu da takviye ettikten sonra yürüyüşümüz çok güzel başlıyor, yağış mevsiminin bol yağmurlarından cömertçe beslenen 10-20 metre boylara ulaşmış ağaçların arasından ilerliyoruz. Keyifli bir yürüyüş oluyor. Tatlı bir eğimde patika yollar açmışlar, hava biraz sıcak, bu yüzden kimimiz pantolonumuzun paçalarını çıkarıp şort haline getiriyoruz. Biz ilerledikçe çantaları başlarının üzerinde taşıyan porterler “jamboa” diyerek geçip gidiyorlar.

Sevinç ve mutlulukla hızlandığımız anlarda yerliler bizi uyarıyor. “Pole pole” bu söz Tanzanya’da “yavaş yavaş” anlamına geliyor ve adeta Afrika’nın yaşam biçimini belirleyen bir slogan haline gelmiş. Hiçbir şey için aceleye gerek yok, hele tırmanmak için hiç… Biz ise heyecan içindeyiz daha ne görebiliriz diye ileri atılıyor, adeta ilk gören olmak için yarış ediyoruz. Biz ne kadar aceleciysek onlar o kadar yavaş davranıyorlar. Daha sonra bu konuyu açtığımda rehberimizden Musa şöyle diyecektir. “Siz beyazlar hep acelecisiniz, biran önce yola çıkmak, biran önce kampa gitmek, biran önce dönmek vs. vs. için hep acele ediyoruz. Böylece belki çok fazla yer görüyorsunuz ama birçok şeyin de farkına varamadan yanından geçip gidiyorsunuz”. Hak vermemek elde değil, karar veriyorum, yol boyunca daha çok “şimdi” de olacağım ve yolculuğumun tadını çıkaracağım. Mademki bir süreliğine Afrika’dayım, Afrikalı gibi düşünmekte sakınca yok.

Burada öğrendiğim üçüncü önemli sözcük ise “hakuna matata”. Her şey yolunda, sorun yok, tamam falan demek. Yürüyüp tırmanırken, bir yandan kendi aramızda sohbetler ediyor, etraftaki çiçeklerin ağaçların, kuşların hatta geçip giden taşıyıcıların fotoğraflarını çekiyoruz. Yaşasın “hakuna matata”.

Sık sık kendimizi fazla yormamamız, su içmeyi ihmal etmememiz konusunda uyarılıyoruz. Öğle saatlerinde kısa bir yemek ve ihtiyaç molasının ardından akşam saatlerinde 3000 metredeki ilk kamp yerimize (Mechame kamp) ulaşıyoruz. Porterler önceden gelip çadırları kurmuşlar harıl harıl akşam yemeğini hazırlıyorlar. Keyifli bir akşam yemeği sonrasında saat 10 civarı çadırlarımıza çekiliyoruz. Gece boyunca bir türlü mat ve uyku tulumlarımızdan oluşan yatağıma alışamıyorum. Tüm yorgunluğumuza rağmen iyi bir uyku çektiğimiz söylenemez.

İkinci Gün

Güzel bir kahvaltı yapıyoruz, yiyecekler bol ve doyurucu. Bol bol çay içiyoruz. Kahvaltımız bittiğinde çoktan çadırlarımız sökülmüş. Yola çıkmaya hazırız. Gece biraz serindi ama şimdi fena değil, yürüdükçe ısınıyoruz. İlk fark ettiğimiz şey bitki örtüsü, ağaçların boyları kısalmış ve seyrekleşmiş. O güzelim patika ise artık yok. Eğim yer yer dikleşiyor ama idare eder. Sırt çantam bu kadar ağır olmak zorunda mı diye düşünmeden edemiyorum. Akşam ikinci kamp yerine ulaştığımızda ise hepimiz gerçek anlamda yorulmuşuz, biraz dinlenmeden yemek yiyemiyoruz. Akşam bayağı serinliyor, yedek polarlarımızı sırtımıza geçiriyoruz. 3700 metre yükseklikte yıldızlar çok daha parlak ve net görünüyor. Ancak gökyüzü belirgin şekilde farklı, görmeye alışık olduğum yıldız kümelerinin yerinde başkaları var. Samanyolu galaksisi daha genişlemiş sanki kutup yıldızını bulmakta zorlanıyorum. Güney yarı kürede olduğumu artık sadece gökyüzüne bakarak anlayabilirim. Sümer ve Mayalar’ın tüm geçmiş ve geleceği göklere bakarak anlamasına şaşmamak gerek. Bu şekilde gökyüzüne bakmak yorucu, sırtüstü yatınca da bir süre sonra uykunuz geliyor. Mayalar gökyüzünü uzun süre ayrıntılı gözlemleyebilmek için tapınaklarının ortasına dikdörtgen havuzlar inşa etmişler, yıldızların suya yansımalarını gözler, bu sayede ayrıntılı ölçümler yapabilirlermiş. Aşağıda şehrin ışıkları görülüyor. Uyku tulumlarımızda bu gece biraz daha rahatız, ya da yorgunluktan zemini fark etmiyoruz. Gece biraz üşüyoruz ama kalkıp bir şeyler daha giyemeyecek kadar yorgunuz.

Üçüncü Gün

Kahvaltı sonrası su ısıtmışlar, yüzümüzü sıcak suyla yıkamak burada ne büyük bir lüks bilemezsiniz. Bu iştahla yediğim son kahvaltı olacak, çünkü o andan itibaren yiyeceklerin tadı tuzu kaçıyor. Bu gün aklimatizasyon için 4300 metrelere kadar çıkıp dağın başka bir yamacındaki 3900 metrelerde kamp yapacağız. Bedenimize, yüksek irtifaya alışması için biraz zaman kazandırmamız gerekiyor. Sırt çantamı biraz hafifletiyorum. Önceki gün yanıma aldıklarımın bazılarını kullanmamıştım zaten. Örneğin bıçaklardan birini, ikinci su kabını, yedek piller gibi fazlalıkları, ağırlık etmesinler diye bırakıyorum. İlginç yerlerden geçiyoruz, bazen yol çok dikleşiyor bazen de iniş-çıkış yapıyoruz. Yer yer bulutların içine giriyoruz ve göz gözü görmez oluyor, bazen de güneş çıkıp bizi hem ısıtıp hem de yakıyor. Hayatımda hiç görmediğim ağaçlar ve kaya silüetleri görüyorum. Yorgunluk ve başarma arzusu durup bu manzaranın keyfini çıkarmama mani oluyor. Bir arkadaşımızın rahatsızlanması nedeniyle biraz uzunca yaptığımız öğle molası sırasında bir grupla karşılaşıyoruz. Türk olduğumuzu söyleyince doktor olan hanginiz diye soruyor biri! Meğer bizi birkaç saat arkadan takip ediyorlarmış, her gün yaptırmak zorunda olduğumuz kayıtları görmüşler, kendisi de doktor olduğu için merak etmiş.

Linda, New York da dahiliye ihtisası yapıyormuş, altı aylığına gönüllü olarak buradaki bir devlet hastanesi gelmiş. Böylece edindiği çok farklı tecrübelerle ülkesine döndüğünde kariyerinde avantaj sağlıyormuş. “Bizim için de Amerika’ya gitmek öyledir” demekten kendimi alamıyorum. Hiç bir yerde göremeyeceği çeşit ve ağırlıkta hastalıklar görmekten oldukça mutluydu, ancak tırmanışı orada bırakmayı düşünüyorlardı. Baş ağrıları ve bulantıları çok artmış. O akşam ilk kez bayağı üşüdüğümü hissettim. Yemekte canım sadece çorba istedi bende vücudumu dinledim, hazmı zor gıdalar yerine salata, çorba ve ekmekle yetindim. Bol bol da çay içtim. Benim de başım ağrıyordu ama ağrı kesici almayıp vitamin içtim. Yemek sonrası burada oluşumuzu sorgulamalar da başladı. “Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım”… Sıkı giyinip yattık, ertesi gün daha da zor bir tırmanış olacaktı, hatta asıl tırmanış yeni başlıyordu.

Dördüncü Gün

Arkadaşlarımın aksine ben kahvaltı da fazla bir şey yemedim, bol çay, ve meyve suyu tükettim. açlık hissetmiyordum, vücudumu dinlemeyi sürdürdüm. Hazırlanan sıcak su çok çabuk soğumuştu. Bu sefer kullanmayacağım hiç bir şeyi yanıma almamaya karar verdim. Aslolan zirveye çıkmaktı. Bunca yolu bunun için gelmiştik. Bir fotoğraf makinesi, yeteri kadar su, biraz çikolata ve ilaçlar yeterdi, sinek kovucu da gereksizdi. Bir dereden geçip hemen Barafu duvarı denen yardan tırmanmaya başladık. Çok dik ve yer yer uçurumlu bir parkur idi. sislerin içinde bir görünüp bir kaybolmak büyülü bir hava veriyordu. Sık sık susuzluktan gürültülü nefes olmasam kendimi rüyada sanabilirdim. Artık çok fazla konuşmuyor yalnızca mutlu sona ulaşmayı düşünüyorduk. Bazı arkadaşımızın performansı bizi olumsuz etkilemeye başlamıştı. Rehberler hayatımızı riske atacak kadar zorlamamamız gerektiğini, gerekirse bir yardımcı eşliğinde kampa geri dönebileceğini söylüyorlar. 4000 metrelerin üzerinde hava azlığının ağırlığını hissetmeye başlıyorduk. Artık bulutların üzerindeydik ve güneş çok daha yakıcıydı. Güneş kreminin kapağını açmamla birlikte tüpün içinin boşalması bir oldu. Atmosfer basıncı oldukça düşük olmalıydı, oysa tüp deniz seviyesinde doldurulmuştu. Vücudumuzda sıvılarda tıpkı bu krem gibi davranıyorlardı kuşkusuz. Artık ağaç ve bitki namına hiçbir şey göremez olmuştuk. Hatta etrafta bizden başka canlı yoktu diyebilirim. İçme suyumuz eriyen buzullardan temin ediliyordu. Ta aşağılardan buraya taşımaya imkan da yoktu zaten. çorak toprak ve kayalar bir zamanlar buraların buzullarla kaplı olduğu göstermekteydi. Söylenildiğine göre, son bin yılda eriyen buzul kadarı son yirmi yılda erimişti. Bu gidişle beş on sene sonra buzul kalmayabilirdi. Oysa bu buzullar Afrika’daki birçok yerüstü ve yeraltı nehrini beslemekteydi.

4500 metredeki son kamp yerine vardığımızda Klimanjero’nun buzulları da ayan beyan görünmekteydi artık, oysa yorgunluktan tükenmiş vaziyetteydik. Baş ağrısı ve mide bulantıları hat safhaya ulaşmıştı. Yüksek irtifa hepimizi etkiliyordu anlaşılan. Neyse ki 4500 metrede de, briketleri tek tek sırtta taşınarak yapılmış 3 kabinli tuvalet vardı. Gerçi altı bir uçuruma açılıyor ve bayağı esip bir yerlerimizi donduruyordu ama yine de tuvaletti işte. Oysa Ağrı dağı tırmanışında kamp yerinin sağı ve solunu toprak diyerek geçmek büyük bir talihsizlik olurdu (!)

Akşam yemeğinde sadece ballı çay içtim, vitamin aldım. İsteyenlere ağrı kesici almalarını ama dayanabilirlerse çok daha iyi olacağını söyledim. Bazı arkadaşların çifter çifter panadol almalarını onaylamadım, ama ağrılar dayanılmazdı yapacak bir şey yoktu. Akşama doğru ortalık buz gibi olmuştu. Saat altıya geliyordu ve yanımdaki bütün kıyafetleri üzerime giyerek uyku tulumunun içine girdim. Çadırı uçuracak kadar sarsan bir rüzgâr çıktı, çadırda yalnız olmadığıma şükrettim. Rüzgârın Sami’yle ikimizi birden uçurması mümkün değildi. Zirve tırmanışı öncesi dinlenmek için sadece üç dört saatimiz vardı.

Beşinci Gün

Saat 22:00 civarında uyandırıldık. Uyku tulumlarımızdan çıkmakta tereddüt ediyorduk. Buz gibi esen havada mutfak çadırında toplanıp ballı sıcak çay içmek biraz iyi geldi, 2 gündür katı bir şey yememe rağmen hiç açlık hissetmiyordum, vücudumu dinlemeyi sürdürdüm. Donmasınlar diye mataralarımızı sıcak suyla doldurduk. Botun içine üç kat çorap giymiştim, iki de eldiven giydim. Yün içlik, termal içlik, iki kat polar, kar montu, atkı bere giymiştim. Fotoğraf makinemi soğuktan korumak için elbisemin içine aldım. Zirvede açacağım KKTC bayrağını sırt çantama itinayla yerleştirdim, eğer başarabilirsem ilk kez bu kadar yüksekte dalgalanmış olacaktı. Gece elde fener, kafa lambalarıyla yıldızlar altında yürüyüşe başladık. İlk akşam bir görünüp kaybolan dolunay, yerini elmas gerdanlık gibi parıldayan parlak yıldızlara bırakmıştı. Çok uzun bir gün olacaktı (gecenin de çok uzun olacağını henüz bilmiyordum). Havanın en durgun olduğu sabah saatlerinde zirvede olacak ve hava kararmadan tekrar 3000 metredeki ilk kampa inmek zorundaydık. Soğuk rüzgârın acı veren kamçısını yüzümün açık kalan kısımlarında hissediyor, ürperiyordum. Toprak bir zeminde ilerliyorduk ama tıpkı buzdan bir tünelden geçmekteymişim gibi üşümekteydim. Şimdiye kadarki en dik parkurdu. Çok yavaş ilerleyebiliyorduk. Sık sık soluklanmak için durmaya ihtiyaç duyuyorduk. Gerekli havayı solumak içinse bir yerine üç nefes almak gerekiyordu. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama soğuk hava hem vücut ısımızı hem de direncimizi alıp götürüyordu. El ve ayaklarımız soğuktan sızlamaya başlamıştı. Organizasyonu yapan arkadaş çok üşüdüğünü, hipotermiye girmekten korktuğunu söylüyordu. Ovalayarak ısıtmaya çalışıyordum, ısınması için yürümesi şarttı ama çok yorulmuştu. Titreyerek vücut ısısını yükseltmesi, en azında muhafaza etmesi gerekliydi ama aldığı fazla parasetamoller vücut ısısının yükselmesini olumsuz etkiliyor olmalıydı. Parasetamolle ilgili korktuğum da işte buydu zaten. Endişemi belli etmemeye çalışarak ve moral vererek yürümeye zorluyordum. Bir başka arkadaş gözlerini açık tutmakta zorlandığını biraz yatıp uyumak istediğini söyledi. Geri dönmek de bir seçenekti ama bu ısınmayı sağlamazdı. Bir arada olmak ve ne pahasına olursa olsun yürümeye devam etmek gerekliydi. Hayatımda güneşin doğmasını bu kadar sabırsızlıkla beklediğimi hatırlamıyorum. Soğuk artık elimizi ayağımızı uyuşturmaktan öte acıtmaya başlamıştı ama güneşten en ufak bir işaret görünmüyordu. Artık konuşmuyor sadece adımlar atmaya çalışıyorduk. Tırmanmaktan başka çare yoktu rehberlerimiz olağanüstü çabalar sarf ederek arkadaşlara yardımcı olmaktaydılar. Evet, evet oluyordu.

Farkında olmadan ritmik derin nefesler almaktaydım, nefes almak hayat demekti, güç demekti, bir sonraki adım için enerji demekti. O an bir nefesi eksik alsam yığılıp kalacakmışım gibi geliyordu. Zirve yaklaştıkça nefes daha sık daha derin olmaya başladı. O gece Klimanjero’nun ürkütücü sesizliğinde derin nefeslerle kendimle baş başa kalmak bilinçaltımın derinliklerinde unuttuğumu sandığım kapıların açılmasına neden oldu. Bu kapılardan bir zamanlar hayatımda olan insanlar çıkıyor ve sanki beni çağırıyorlardı. Yaşlı anababamın hatırası canlanıyor ve üniversite için ayrılıp ihtiyarlıklarında yanlarında olamadığım için eziklik duyuyorum. İlk gençliğimde karşıma çıkmış insanlar görüyorum duygularına karşılık veremediğim. Depremde kurtaramadığımız yaşlı kadın geliyor gözümün önüne. İlaç bulamadığımız için ölen o mavi gözlü çocuk. Zor zamanında destek olamadığım eski bir dost, kazada yitirdiklerim, kırık kollarıyla bana bakan hayat arkadaşım, ihanetler, kırgınlıklar, hayal kırıklıkları, bir zamanlar valide dediğim insanın o kahreden yıkıcı sözleri, iş ortamındaki haksızlıklar, gelecek endişeleri, arzular hayaller hevesler… Bunlar zihnime üşüştükçe aşağı doğru çekildiğimi hissediyorum, düşündükçe bu ruhsal ve duygusal yükler gücümü tüketiyor, ağırlaşıyorum. Aman tanrım ne çok tortu birikmiş belleğimde. Zirveye çıkabilmem için bu ağırlıkları da bırakmalıyım. Bırakamazsam devam edemeyeceğim, bırakmazsam nefes bile yetmeyecek sanki boğulacağım…

Şartlar her ne olursa olsun hayatta kalmalı, hedefine idealine ulaşabilmeli insan… Toplamak, biriktirmek insanca bir duygudur,doğaldır, kolay olandır. Zor olan bırakmak, affetmek, hafifleyebilmektir. Yıllardır farkından olmadan sırtımda taşıdığım bu psikolojik yüklerle de vedalaşmak gerekiyor. Bıraktıkça yüküm hafifliyor, hızlanıp yükseliyorum.

“Bir insan neden bu tırmanma eziyetine tekrar tekrar katlanır ki” diye soracak bir doktor arkadaşım. Bu benim için bir arınma diyeceğim ona… Nefes alabilmenin ne büyük bir nimet olduğunun “gerçekten farkına” varabilen insan depresyon nedir bilmez diyeceğim. Susup başka bir şey sormayacak sonra…

Ortalık biraz aydınlanıyor sanki, her geçen dakika etraftaki hayal dağları birer gerçekliğe dönüşüyor. Buzulun ensemde hissettiğim soğuk nefesi biraz uzaklaşıyor sanki. Güneş, çok özlenen bir dost gibi tüm sevimliliğiyle görünmeye başlıyor, bizi ısıtırken buzulları da eritmekteydi. Az biraz gayret daha, ha gayret. Ekipteki herkes bir tempo tutturmuş, kendince benzer bir süreçten geçiyor olmalılar. “Artık herkes kendi kendi zirvesini yapabilir…” diyor biri. Hep öyle değil miydi zaten. Yanımızda kimler olursa olsun, hep biz değil miyiz atan o yorgun adımları.

Zirve

Hamido ile beraber grubun önünde arayı açmaya başlıyoruz. Bu son tırmanışta herkesin yerel bir yardımcısı var. Himalayalar’da bu yardımcılara şerpa deniyor. Şerpalar yüksek irtifada yaşayan ve düşük oksijen seviyesine dayanıklı insanlar. Böylelikle dünyanın o en yüksek tepesine çıkmakta dağcıların eşi bulunmaz yardımcıları. Benim Afrikalı şerpam Hamido ise, ine-çıka bu yüksek irtifaya alışkın hale gelmiş. Siyahî olmanın kalıtsal üstünlükleri de eklenince yalnızca sabırlı bir şekilde bana eşlik etmek yetiyor. Klimanjero’da porter ya da rehber olmak çok rağbet edilen bir gelir kapısı. Normal şartlarda üç ayda kazanabileceğini bir haftada kazanabiliyorlar. Onlara bırakılan kişisel eşyalar da çabası.

Güneş yükseldikçe birazcık ısınıyoruz, gece ve gündüz arasındaki bu büyük ısı farkından dolayı kayalar çatlayıp un ufak olmuş. Sonunda zirve platosuna varıyoruz. Klimanjero sönmüş volkanik bir dağ olduğu için zirveye yakın plato şeklinde bir krater çukuru var. Dağın yamaçlarındaki buzullarla aynı hizadayız artık ve bu buzulların yanından zirveye doğru ilerliyoruz. Eğim azalmış olmasına rağmen adım atmak için çok büyük bir güç gerekiyor çok ağır ilerlenebiliyor, artık bacaklarımı da hissetmiyorum. Zirve tabelası görünmeye başladı ama bahsi geçen leopar iskeletinden hiç iz yok. Hem yorgun hem bitkinim, üstelik hava basıncı iyice düşmüş, elimin ve yüzümün şiştiğini hissediyorum ama biraz daha dayanmalıyım. Rehberimle -sadece yerel dilleri bildiği için- duygularımızla anlaşıyoruz, zaten konuşmaya ve işaret etmeye mecalim yok. Benim kendi kendimle yaptığım bu amansız mücadeleyi, bu sürece müdahale etmeden sabır ve saygıyla izliyor. Sonunda saat 09:00 sularında 5895 metrelik zirveye ulaştığımda çantam, bedenim ve ruhumdan sonra gözyaşlarım da boşalıyor…

İki kilometrekarelik platonun etrafını çeviren volkanik kayalıkların hatta Afrikanın- en yüksek yerindeyim. Şaşkınlık içinde etrafı izliyorum. 10 metre yüksekliğe ulaşan buzullar biraz ilerimde kalıyor. Burayı büyüleyici kılan birazda bu buzullar. Kutuplara gitmiş kadar oluyorum. Böyle giderse eriyeceklerini bilmek ne kötü, oysa Nil nehri dahil birçok su kaynağıburadan besleniyor. Havada cam gibi, su gibi içilesi bir berraklık var. Bu muhteşem manzarayı tarif etmenin imkanı yok. İki boyutlu fotoğraflar biraz hayal etmenizi kolaylaştırır o kadar. Burada olmakiçin çekilen onca fedakarlığa değiyor doğrusu, bu gurur verici. Zirveye ulaşan arkadaşlarımla sevinç içinde birbirimizi kutluyoruz. İnsanın ayrılası gelmiyor ama elimiz yüzümüz daha fazla şişmeden biran önce işimizi bitirip dönüşe geçmemiz ve hava kararmadan sağ salim ana inmemiz gerekiyor…

(Devamı Massai Mera yazısında.)

Seyit Aydoğmuş