İtalya son derece zengin tarihi ve coğrafi güzellikleri, leziz mutfağı, geçmişten günümüze kadar uzanan sanatı, sanatçıları, muhteşem müzikleri ve bilhassa bize benzeyen neşeli heyecanlı gürültücü insanlarıyla bende tekrar tekrar gitme arzusu uyandıran bir ülkedir…

1993’te Padova’da yaşayan bir dostumda 17 gün kalmış ve başta bu küçük ama güzel ve tarihi şehir olmak üzere Venedik, Verona, Mestre ve birkaçta küçük kasabayı ziyaret ederek Kuzey İtalya’yı biraz tanıma fırsatını bulmuştum.

2000 yılı Eylül ayında ise, Vip Turizm’den bana rehberlikte rüştümü ispat ettiren turu verdiler. Zira o ana kadar rehber olarak sadece iki kez Tunus’a gurup götürmüştüm. Ama bu seferki İsviçre Havayollarıyla ve Zürih üzerinden aktarmayla önce Roma’ya gidilen sonra Vatikan, Lourdes ve Paris’te toplam 10 gün konakladıktan sonra tekrar uçakla ama başka bir havayolu şirketiyle geri dönülen bir turdu.

Bütün ara geçişler trenleydi ve bilhassa Roma’dan Lourdes’a (Lurd okunuyor) gidilen kısımda beş kez tren değişitirilecekti. Roma, Lourdes ve Paris’te olmak üzere üç kerede otelde konaklanılacaktı. Yani hayli karmaşık ve angaryası bol bir turdu…

Bir önemli hususta, bu turda gidilecek yerlerden Paris dışındaki hiçbir yere evvelce gitmemiş olmamdı!..

Benim birçok profesyonel rehber arkadaşım vardır. Bu turu aldığımı hangisine söylediysem bana acı acı gülüp “Kimse istememiştir, o yüzden sana vermişlerdir” dediler ağız birliği  etmişcesine. Bende “Kişisel seyahat tecrübem gayet iyidir. Rehberlikte kendimi ispat edebilmem için bunu bir fırsat olarak kabul ediyorum. Bu sebeple turu aldım” dedim.

Hem; Ermeni, Keldani ve Süryanilerden oluşan bu Katolik gurubun başında papazları da olacaktı. Vatikan’da düzenlenecek çok özel bir törene katılacağımızdan, hareket tarihinden çok önce; hepimizin pasaportlarının fotokopileri alındı ve törene iştirak için gerekli izin ve davetiyelerin temini açısından gerekli makamlara gönderildi. Bu vesileyle turdan evvel tanışıp görüşme yaptığım Pere François gezi boyunca bana elinden gelen her türlü desteği vereceğini belirtti. Bu da beni büyük ölçüde rahatlattı.

Tur öncesi aldığım dosyada, uçak biletleri ve pasaportlara göz attığımda bu kutsal geziye katılanların tümünün Mardin-Midyat nüfusuna kayıtlı olduklarını hayretle tespit ettim. Gezi boyunca daha iyi tanıma fırsatım olduğunda anlayacaktım ki; bu kişiler kendilerine özgü şiveleri ve aksanlı Türkçeleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin Arap kökenli Hristiyan vatandaşlarıydı.

Roma’nın, bir başkente yakışır güzellikte ve büyüklükteki Leonardo da Vinci Havaalanı’ndan valizlerimizi çabucak alıp bizi karşılamaya gelen görevli Leandro ile otobüsümüze bindik ve kalacağımız otele gitmek üzere alandan ayrıldık. Roma’yı her yıl yaklaşık 12 milyon turist ziyaret ediyormuş. Roma, çizmeyi andıran İtalya anakarasının ortalarında Tiber ırmağının iki yanında ve tıpkı İstanbul ve Lizbon gibi 7 tepe üzerine kurulu 3 milyon nüfuslu bir şehir. Roma, Tiber ırmağı sayesinde geçmişte gemilerin girip yanaştığı önemli bir limanken; zaman içinde dip dolması sonucu artık yalnız kayıklar girebiliyor. Kentin tarihi neredeyse 2800 yıla dayanıyor. Roma, İsa’dan önce 753 yılında, -hatta günüde biliniyor- 21 Nisan’da kurulmuş!.. Kentin her yerinde Rönesans ve Barok döneminde yaşamış sanatçıların eserleri var. Bu olağanüstü tarihi şehir M.S. 54-68 yılları arasında 14 sene İmparatorluk yapmış olan Neron tarafından yakılmış. Daha sonra faşist lider Mussolini’de burada Venedik Meydanı’nda bulunan ve aynı adı taşıyan saraydan yönetmiş ülkeyi. Roma’da ağırlıklı olarak kilise (400 den fazla), katedral ve çeşme (300 den fazla) olmak üzere tarihi eserler insanı şaşkına çevirecek boyutta!.. Boşuna buraya “Ebedi Şehir” (La Ville Eternelle) dememişler.

Bizim seyahat dini amaçlı olduğundan, gurup her gördüğü kiliseyi sormaya başlıyor. Leandro aldırmaz bir tavırla “Roma’da sayısız kilise ve birçok katedral vardır. Ben önemli olanları söylerim. Hepsini sormasınlar” diyor. Bu sözleri antipatik bir konuma düşmeden münasip bir şekilde çevirip söylemekte açıkçası zorlanıyorum. Allah’tan İstanbul’dan Roma’ya varana kadar geçen sürede -bilhassa Zürih’de Roma uçuşu için beklediğimiz esnada- gurupla daha yakından tanışma ve kaynaşma fırsatı bulmuşum.

Otele gelir gelmez ben hemen bir şehir planı alıp inceliyorum. Odalarımıza yerleştikten sonra, kenti keşfe çıkıyoruz. Plânı öyle güzel incelemişim ki guruptakiler Roma’ya ilk kez geldiğimi anlamıyor. Zaten Allah göstermesin; bir rehberin gurupla beraber kaybolması tüm karizmasını yerle bir edecek bir şeydir!..  

Otelimize yürüyerek 5-10 dakika mesafede kentin en ünlü ve şık caddesi Via Veneto var. Bu büyük caddede tahmin edeceğiniz gibi lüks otel, restoran, butik, kafe ne isterseniz hepsi var. Orada biraz turladıktan sonra dönüp, otelin en üst katında şehri göz alabildiğince gören bir salonda akşam yemeğimizi yiyoruz.

Eylül ayındayız ve hava tam pastırma yazı. Sabah erken uyanıyor kahvaltımızı ediyor ve otobüsle doğru Vatikan Müzesi’ni ziyarete gidiyoruz. Kapıdaki kuyruk yüksek duvarlı binanın etrafını dönmüş ve tam bir dünya karması. Beklerken etrafımızı satıcılar sarıyor. Uzun kuyruğa rağmen çok fazla beklemeden biletlerimizi alıyor ve değişik yüzyıllarda ve farklı Papalar döneminde toplanan, bir çok ünlü sanatçının baş yapıt denecek nitelikteki eserlerini içeren bu müzeyi ziyarete başlıyoruz. Burada salonlar, avlular, bahçe gibi değişik iç ve dış mekanlar başta olmak üzere değişik dönemlere ait bir sanat hazinesi sergileniyor. Sonra Sixte IV’ün isteğiyle Mimar Giovanni de Dolci’nin 1475-1483 yılları arasında inşa ettiği kendi adıyla anılan Sixtine Kilisesi’ni geziyoruz. Gerek kilisede, gerekse müzeyi gezerken bazı seksiyonlarda izdihamdan kımıldamakta dahi güçlük çekiyoruz. Pere François guruba duvarlardaki dini konulu resimleri uzun uzun anlatıyor.

Bu seyahatin 2000 yılında yapılmasının nedeni; kilise ve katedrallerde 25 yılda bir açılan çok özel bölüm ve kapıların ziyarete açılmış olması ve 3 Eylül’de yapılacak Jübile töreni. Başka zamanlar durum nasıl bilemeyeceğim, ancak bizim olduğumuz dönem; görüldüğü kadarıyla ziyaretçi akını olağanüstü boyutta.

Müzeden çıkışta Roma’daki en güzel kiliselerin arasından içinde ilk Papa Aziz Pierre’den sonuncu -geçtiğimiz günlerde vefat eden- Papa II. Jean Paul’e kadar tüm papaların resimlerinin bulunmasıyla özellik arz eden Aziz Paul Baziliğine gidiyoruz. Katolik inancına göre duvarda yalnızca 3 resimlik boş yer kalmış ve o boşluklarda dolduğunda yani 2 Papa daha seçilip hayata veda ettiğinde dünyanın sonunun geleceğine inanılıyor. Bazilika sözünden de anlaşılacağı üzere bu kilisenin içinde Aziz Paul gömülü.

Ziyaretleri bitirip otele dönsek bile cemaat haklı olarak gördüğü her kilisede girip dua etmek istiyor. Bense arzu eden birkaç kişiyle serbest vakitte dünyaca ünlü Aşk Çeşmesi’ne (Fontana di Trevi), İspanyol Merdivenlerine gidiyorum.

Sonraki gün ise önce dünya çapında tanınan Roma’daki en önemli yapı Colosseum’a oradan da yer altı toplu mezarlarının en bilinenlerinden San Callisto Katakomb’una gidiyoruz. Her iki ziyarette guruptakileri ağlatıyor. Zira ilk hristiyanlara yapılan zulümler anlatılıyor hep. Colosseum’da arslanlara parçalatarak acımasızca cezalandırmışlar ilk Hristiyanları.

3 Eylül 2000 Pazar günü ise cemaat çok heyecanlı. Diğer günlerden daha erken kalkıp çabucak kahvaltımızı edip Vatikan’daki törene katılmak üzere yola çıkıyoruz. Biz Roma’nın bir ucundayız Vatikan ise öteki uçta.

Pere François o günün anlam ve önemine binaen bizlere önceden yazdığı bir bildiri dağıtıyor. Okuduğumdan aklımda kalan ve beni derinden etkileyen şu mealdeki bir cümle; “Bugün mezhep ayrılıkları ve bölünmeler dolayısıyla Hristiyanlığın gelmiş olduğu nokta, muhakkak ki İsa Baba’mızı üzmektedir.” Hangi din zaten, günümüze kadar Peygamberinin getirdiği halde gelmiş ki diye düşünmeden edemiyorum…

Vatikan toplam 1000 kişinin yaşadığı, 700 kadar vatandaşı, 44.000 metrekare alanı, hergün çalışmaya gelen 3.000 İtalyan vatandaşı ile Roma’dan sadece sarı bir çizgiyle ayrılan sınırıyla dünyanın en küçük fakat en zengin ve güçlü ülkesi. Bu ülkede vergi yok! Dünyadaki yüz milyonlarca Katolik buradan yönetiliyor ve devlet başkanı Papa. Bu küçücük kentin etrafının bir bölümü orta çağdan kalma surlarla çevrili.

Bizim katılacağımız tören Vatikan’ın merkezi olan St.Pietro Meydanında gerçekleşecek, eski dört Papa’nın azizlik mertebesine yükseltileceği ‘Jübile’ töreni. Dünyanın dörtbir yanından değişik millet ve ırklara mensup onbinlerce Katolik bugünki törene iştirak etmek için gelmiş. Herkesin elinde hangi ülkeden olduğunu belli eden bayrak, flama gibi şeyler veya aynı gurup olduklarını gösteren t-shirt şapka vb. bir örnek kıyafetler var.

  

Azizlik mertebesi verilecek bu eski dört Papa’dan bir tanesi; yani Papa Roncaglia zamanında Türkiye’de bulunmuş. Dolayısıyla o günki törende Türkiye’deki bütün Hristiyan cemaati liderleri de hazır bulunuyor. Aşırı kalabalık ve izdihamdan alanın etrafına bariyerler konmuş ve güvenlik çemberi oluşturulmuş. Belirli noktalardan ve ancak davetiye gösterilerek alana giriş çıkış yapılabiliyor. Karşıdaki görkemli binada bütün Katolik mezhebi temsilcileri hiyerarşik sırayla yerlerini almaya başlıyorlar. Saatler süren çok uzun bir tören yapılıyor. Azizlerin tek tek ismen ilân edilmesinden sonra karşımızdaki görkemli binadan sarkıtılmış, önceden üstleri örtülü olan bezden devasa pankartların üstleri açılıyor ve dört Aziz’in resimleri ortaya çıkıyor. Kalabalık coşkuyla uzun uzun alkışlıyor. Tören Papa II.Jean Paul’un üstü açık ve son derece yavaş ilerleyen bir arabayla aramızdan bizleri selâmlıyarak ve takdis ederek geçmesi ve görevlilerin cemaate şarap ve komünyon vermesi ile noktalanıyor.

Benim için de son derece ilginç bütün bu olanlar. Birkaç metre mesafeden görme şansını elde ettiğim ve şu günlerde kaybettiğimiz Papa II. Jean Paul daha o zaman son derece yaşlı ve yorgun görünüyordu. Nasıl olup ta 5 yıl daha hayatta kaldı diye hayret etmişimdir hep. Çünki son derece ağır mesuliyetler içeren ve yoğun bir hayat temposu gerektiren bir görev Papa’lık. O göreve atanan birinin “Ben yoruldum, yaşlandım köşeme çekilicem” deme şansı yok!..

Sonradan konuyu irdelediğimde ise Jübile törenlerinin Katolik inancına göre; 1999 yıl sonundan 2000 yılı sonuna kadar bir sene boyunca devam eden -bu defakinde toplam 8 milyon kişinin- Papa tarafından takdis edilerek günahlarından arındırıldıklarına inanılan çok önemli bir süreç olduğunu öğreniyorum.

Roma’nın bu en büyük, en geniş meydanının önemi ve özelliği Hz.İsa çarmıha gerildikten sonra ilk havarilerinden Aziz Piyetro Roma’ya Hristiyanlığı yaymak üzere geldiğinde buraya ilk taşı koymuş ve sonradan Papa, Aziz Piyetro’nun anısına yapımı 1503’ten 1799’a tam 296 yıl süren onun adını taşıyan kiliseyi yaptırmış. Kubbesi ünlü mimar, ressam ve heykeltıraş Michel-Ange tarafından yapılan bu kilise Hristiyan aleminin en büyük kilisesi. Plân Lâtin haçı şeklinde ve kapasitesi 60.000 kişi.

Biz de törenden sonra güzel bir öğlen yemeğini müteakip bu Hristiyanlığın en görkemli kilisesini ziyaret ediyoruz. Herhalde hac farizesinin gereği olmalı ki herkes giriş ve çıkışlarda kapılara el sürüyor. Kilise, içindeki eşsiz tablolar ve heykellerle adeta bir müze gibi. Kubbealtı yüksekliği ise 119 metre.

Akşam Pere François ve ben başta olmak üzere; guruptan yanında uygun şık kostümü olan hanım ve beylerden 7-8 kişiyle birlikte Roma’daki Türk Büyükelçiliği’nin verdiği resepsiyona gidiyoruz. İyi ki bu gurubu kabul etmişim hayat boyu ele geçmeyecek ve yaşanamayacak şeyler yaşıyorum. Bizim elçilikte Ermeni Patriği Sayın Mesrop Mutafyan başta olmak üzere diğer Hristiyan cemaatlerinin liderleri veya temsilcileri ve Roma’da yaşayan önemli pozisyondaki Türkler ve yabancılar var. Ülkemizi tanıtan bir film izliyoruz hep beraber sonra bol bol resim çektiriyoruz ruhani liderlerle.

O gece resepsiyona katılan, kendileri organize ederek gelen bir başka Katolik gurup; yaşadıkları aksilikleri ve gümrükten geçişte çıkarılan zorlukları anlatıyor bizim gurup ise hiçbir aksaklık olmadığını her şeyin mükemmel olduğunu memnuniyetle ifade ediyor. Elçiliğimizde bizi mükellef bir şekilde ağırlıyorlar. Sonra geç vakit, geldiğimiz gibi taksilere binip otelimize geri dönüyoruz.

Roma’daki son günümüzde tarihten bugüne hiç bozulmadan kalan Pantheon Mabedi’ne, Fontana di Trevi’ye, Navona Meydanı’na ve Aşk Çeşmesi’ne gidiyoruz hep birlikte. Sonra gurup serbest zamanda dağılıp gönlünce geziyor. Akşam geç vakit Temrini Garı’ndan Lourdes’a gitmek üzere yola çıkacağız.

Valizleri otobüse koyup, hareket öncesi çok şık ve canlı müzik yapılan bir restoranda hep beraber keyifle yemeklerimizi yiyoruz. Trene bindiğimizde hanımlar ve erkekler ayrı ayrı kompartımanlara yerleşiyoruz. Bütün gece yataklı vagonlarda gideceğimizden öyle olması icap ediyor…

Roma’dan Lourdes’a öyle uzun bir yol var ki önümüzde; bütün gece ve artı gün boyu trende olacağız. Yalnız İtalya’nın ortalarından başlayıp İspanya sınırında noktalanacak yolculukta tek bir hattan ulaşmamız tabii ki mümkün değil. Habire tren değiştiricez. Her defasında 10-15 dakika kadar sınırlı bir vaktimiz var. Gurubun yaş ortalaması 55-60 civarı. Aramızda kendinden büyük bavulla gelenler var. Bir trenden diğerine peron da değiştiriliyor. Ben önce ışık hızıyla gidip danışmayı bulup öğreniyor sonra gurubu indiğimiz trenin peronundan alıp hareket edeceğimiz yere getiriyorum. Ama resmen saniyelerle yarışarak…

Bu arada yolculuğumuzun sabahtan itibarenki sürecinde, güney Fransa’nın Cote d’Azure tabir edilen kıyı şeridini; boydan boya katediyoruz. Bu arada 1998’de bir ay süreyle kalıp yaz okuluna iştirak ettiğim Montpelier’den de geçiyoruz. Orada geçen güzel günleri hatırlayıp heyecanlanıyorum…

Neyse bir şeyimizi kaybetmeden, unutmadan ve en önemlisi tren kaçırmadan yorgun argın Lourdes’a varıyoruz. Otelimiz zaten küçük olan bu kasabada en merkezi yerde. Odalara yerleşip akşam yemeği öncesi etrafı keşfe gidiyoruz. Hava açık ve güneşli. Pirene dağlarından mıdır nedir bol oksijenli mis gibi harika bir havası var.

Lourdes’un önemi 1858 yılında orada yaşayan Bernadette Soubirous adlı yoksul kıza Meryem Ana’nın defalarca gözükmesi ve şifalı suyundan geliyor. Kilise tarafından zaman içinde kutsal bir mekân olduğuda tasdik edilince insanlar akın akın gelmeye başlıyor. Bugün dua etmek, şifa bulmak ve hac ziyareti gibi sebeplerle 6 milyon insan akın ediyor buraya.

Bana daha İstanbul’dayken Katolik Ermeni bir arkadaşım “Oraya git de, dinin nasıl paraya dönüştürüldüğünü gör!” demişti. Her taraf dini semboller içeren hediyelik eşya satan irili ufaklı dükkânlarla dolu ve küçücük sıradan plâstik bir Meryem Ana formundaki şişe bile -o zaman geçerli olan para birimi Fransız Frangı ile- 40, 50 FRF. Aslında 40-50 santim dahi etmez! (Centime yani santim 1 frangın yüzde biri) Hani Müslümanlar Hacca gittiklerinde zemzem getirirler ya, burayı ziyaret edenlerde buradaki kutsal ve şifalı olduğuna inanılan sudan bidonlarla alıyorlar dönerken yanlarına. Adetler hep aynı dönüşte eşe dosta mutlaka bir şeyler vermek adına bir yığın para harcanıyor ister istemez. Burayla ilgili en çarpıcı gerçek ise; bütün o hediyelik eşya satan dükkân ve butiklerin çoğunun Musevilere ait olduğunu öğrenmem oluyor!..

Lourdes’da kaldığımız 3 gün boyunca sabah, öğle akşam ve hatta geceleri düzenlenen toplu âyinlere katılmakla geçiyor. Gece âyinlerinde ise, -taşıyanların eli eriyipte akan mumdan yanmasın diye- özel surette hazırlanmış karton şamdanlar içine dikili mumlarla öyle bir ışık seli meydana getiriyor ki insanlar; görüntü çok hoş ve büyüleyici. Her tarafta, org eşliğindeki ilâhi sesleri yankılanıyor. Çok uhrevi bir atmosfer…

Meryem Ana’nın gözüktüğü mağaranın önünden herkes tek tek dua ederek geçiyor. Hemen yan tarafında şifa arayanların gelip yıkandığı özel banyolar var. Gerek Bazilika’nın olduğu alanda, gerekse kasaba içinde buraya şifa aramak maksadıyla gelen; hastalar, yaşlılar, felçliler yani tekerlekli iskemledeki kişilere kalın kırmızı çizgi çekmek suretiyle trafikte özel parkur hazırlanmış.

Lourdes Tapınağı 1866 da başlanıp peş peşe inşa edilmiş 1871’de tamamlanmış 5 ana bölümden oluşuyor. Bana göre en ilginci; bir sabah erken bizimde toplu âyine katıldığımız 25.000 kişi kapasiteli, 6 giriş çıkış kapısı bulunan ve tamamen modern bir biçimde betonarme olarak inşa edilmiş yeraltı kilisesi St.Pie X.

Bir günümüzde tamamen; altın yaldızlarla kaplı heykellerin oluşturduğu mizansenlerle 15 ayrı etap halinde hazırlanmış Hz. İsa’ya yapılan zulüm, haçı sırtlayıp taşıması, çarmıha gerilmesi ve göğe yükseliş bölümlerini ziyaret ettiğimiz Haç Yolu’nda geçiyor. Her bölümün önünde duruyoruz Pere François detaylı biçimde anlatıyor cemaate. Heykellere dokunmak veya sahne sahne hazırlanmış o kısımlara girmek yasak ama dinleyen kim? Bazıları ellerindeki fanila, çamaşır gibi şeyleri çantalarından çıkarıp sürtüyorlar!.. Aşağıdan başlayıp tırmanarak devam edip yukarıda tamamlıyoruz Haç Yolunu.

Son iki günümüzü geçirmek üzere Lourdes’tan Fransızların dünyaca ünlü hızlı treni TGV’ye binerek Paris’e hareket ediyoruz. Train à Grand Vitesse sözcüklerinin kısaltılmışı TGV. Ben bu trenin hastasıyım. Sanki rayların üzerinde giden bir uçak. Roma’dan Lourdes’a kadar geldiğimiz trenlerle kıyaslayınca guruptakilerde bir hoş oluyor. Kompartımanların içinde stereo müzik yayını, havalandırma, lokanta ve kafeterya hatta çocuk oyun vagonu bile var! Hareket saati TGV’de saniyesine kadar şaşmaz. Kapılar uçak kapısı gibi vakumlu kapanır ve raylar üzerinde kaymaya başlar. Tam yol gittiğinde ise dışarıdaki görüntü adeta silinir. Çünki yaklaşık 400 km hız yapar. Gürültü sarsıntı falan da yok üstelik…

Fransa’yı bir uçtan diğerine katediyoruz, bu defa keyifle. Paris’e yaklaşırken cemaat sormaya başlıyor “Bizi Lido’ya götürür müsün?” diye. Bazıları “Hop ne oluyor? Bu hac yolculuğu!” dese de çoğunluk artık o kısmı tamamladık şimdi biraz ziyaret, birazda eğlenceye bakalım görüşünde.

Paris’te de Notre Dame Katedrali’ni ve Sacre Coeur’ü ziyaret ediyoruz. Kiliselerden bir girdik mi çıkmıyor bizim gurup. Hemen en öne geçip huşû içinde âyine konsantre oluyorlar. Ben nasıl çıkarayım onları bütün cemaatin önüne geçipde “Hadi gidiyoruz!” diye. Ziyaretler uzadıkça uzuyor… Yerel rehber başlıyor huysuzlanmaya “Benim mesaim bitti. Ek ücret isterim!” diye. Bu durumda, arayı bulmak için her iki tarafa da dil dökmek bana düşüyor haliyle.

Akşam Lido’ya revüye de gidiyoruz hep beraber. Bana kalsa bu tip yerlerin eşiğine bile basmam! Nedense bana hiç hitap etmiyor bu yumuşak erkeklerin ve can erik göğüslü çıplak kadınların rengarenk ışıklandırılmış sahnede ne yaptıkları…

Son gün serbest herkes bol bol alışveriş ediyor. İsteyenleri alıp metroyla gitmek istedikleri yerlere ulaşmaları için yardımcı oluyor sonra arkadaşlarımla buluşuyorum. Akşam Orly Havaalanından memnun mesut geri dönüşe geçiyoruz.

Ben bu turda rehberlik mesleği adına da kişisel olarak da çok şeyler öğrendim ve tecrübe kazandım. İyi ki kabul etmişim. Dönüşte Vip Turizm’in sahibi Ceylan Bey bizzat teşekkür ve tebrik ediyor. Yılbaşında ödül olarak Londra-Paris turunu veriyorlar. Daha ne olsun!..

Şiyma Aksekili