Bundan yirmi-iki sene önce başka ülke ve kültürleri keşfetmek için Yol’a çıktığımda, bu seyahatin her şeyden çok kendimi keşfetmek olacağını asla bilmiyordum. Çünkü insan doğası gereği her şeyi uzakta arar; mutluluğu, aşkı, huzuru, kıskançlığı, nefreti… Uzakta olan her şey olanın dışında kendimizce hayal ettiğimiz bir idealdir ve öyle ki, o şey kendiliğinden ve olduğu gibi karşımıza çıktığında, bize o kadar yakındır ki, tıpkı burnumuzun ucunu göremediğimiz gibi, ayağımıza gelmiş olanı da fark edemeyiz…

Bu sebepledir ki, kendimi anlamanın seyahatlerde gizli olduğunu düşünüyordum; başka kültürlerde, dinde, dilde öğrendikçe kim olduğumu keşfedebilecektim… Aradan geçen yirmi-iki seneden sonra Anadolu’yu bilenin kendisini bileceğini anladım. Anadolu daima burnumun ucundaydı ve körlüğüm de bundandı.

Bundan birkaç sene önce içinde yer aldığım eğitim projeleri beni Anadolu’da ilden ile sürükledi. Bu illerden biri doğduğum ama otuz- beş seneden fazla bir süredir gitmediğim Kayseri idi. Kayseri bana çok farklı farkındalıklar yaşattı. Öncelikle dinci ile dindar arasındaki farkı o kadar net gördüm ki. Sonrasında orada tanıdığım harika insanlardan oranın kültürünü ve yaşamını öğrendim. Kayseri bana Kapadokya’ya gitme fırsatı verdi. Ve Kapadokya’yı görmek, hissedebilenler için bir balon seyahatinden çok öte, imanın derinliğine tanıklıktır. Orada sık sık şu cümle çalkalandı kafamda:

“Eğer sadece sizi sevenleri severseniz, ne ödülünüz olur? Vergi görevlileri de bunu yapmıyor mu? Sadece kardeşlerinize selam verirseniz, fazladan ne yapmış olursunuz?”

Başkalarını kendin gibi sev…

Kapadokya erken hristiyanlık döneminin en önemli kalıntılarından biridir. Orada acı ile zaferi aynı anda hissediyor insan. Çünkü başkalarını kendiniz gibi sevin ana düşüncesi ile Yol’a çıkanların saklanmak durumunda kalmaları gerçekten çok acıklıdır. Diğer tarafta, mimarideki tüm detaylarla, gerçek imanın neler yapabileceğinin de anıtıdır Kapadokya. Bize binlerce sene sonra, her yeni öğretinin; ya da farkındalığın, ancak belli sayıda insanlarca anlaşılabileceğinin ve bu sebeple de çoğunluk tarafından bu belli kişilerin zulme uğrayacaklarının da göstergesidir. Yahudilerin o dönemde hristiyanlığı yeni bir meshep gibi düşünmeleri bile hristiyanlara zulüm yapmalarına engel olamamıştır. Rekabet hissi, gücü yitirme korkusu herkesi kendin gibi sev ile Yol’a çıkanlarla, komşunu kendin gibi sev’ci Yahudileri tarihte daima karşı karşıya getirmiştir.

İncil’de dendiği üzere “gizli olan ne varsa, açığa çıkarılmak üzere gizlenmiştir ve saklı olan ne varsa, aydınlığa çıkmak üzere saklanmıştır.” Ve gün geldi hristiyanlar saklanmak zorunda kalmadılar… Ama öğreti zamanla yozlaştı ve hristiyanlar kendi içlerindeki mesheplere karşı, tıpkı Yahudilerin bir zamanlar kendilerine yaptığı gibi, zulümkar davrandılar. Hristiyanlık Yahudilik gibi seçilmiş değil, iman eden herkese kapılarını açmıştı açmasına ama yozlaşma sürecinde Katharlar, cadı avı altında kadınlar,  Protestanlar, Tapınak Şövalyeleri gibi pek çok inananı kendi elleriyle de katletmişti…

Kayseri eğitimleri sırasında Kapadokya bana sürekli şu İncil alıntısını hatırlattı: “İnsanın Tanrı’yı bütün yüreğiyle, bütün anlayışıyla, bütün gücüyle sevmesi, başkalarını kendisi gibi sevmesi, bütün yakmalık sunulardan ve kurbanlardan daha önemlidir.” Çünkü Kayseri bana, tanıdığım harika dindar insanlar sayesinde, dinci ile dindar arasındaki ayırımı mükemmel bir şekilde gösteren şehir olmuştur.

Proje yaptığım illerden bir diğeri Konya idi. Orada ilk dikkatimi çeken yazı şu idi: “Bir başkent, daima başkenttir.” Çünkü bu cümle bana bildiğim bir düşünceyi; coğrafyaların da, tıpkı insanlar gibi bir kaderleri olduğunu, her oraya gidişimde bana adeta yeniden teyit etmiştir.

Anadolu’nun gerçekten bir kaderi vardır. Çünkü Yaratılış, tıpkı 1970’lerin ünlü one way ticket isimli şarkısında olduğu gibi, tek yönlü bir bilet gibidir: Tek yapabileceğimiz geçmişten öğrenerek geleceğe adım atmaktır. Kaderlerimiz ya tekrarlardan ibarettir ve tek istasyon dışında ilerleme sağlayamayız, ya da farkındalıklarımız öyle çok olur ki, istasyonları Express misali geçeriz. Buradaki sır, kendimizin bu dünyadaki rolünü fark edebilmek ve o yönde çalışmalar yapmaktan geçiyor.

Konya bana Mevlana’yı tanıttı. Ve Şems’i. Ben Şems’i daha çok sevdim, ruhuma daha bir dokundu Şems. Mevlana’nın akıllı öyküleri sürekli eğitmeyi hedefliyordu oysa Şems yaşam adamıydı. Şems adeta bir kibritti ve Mevlana’da yaktığı ateş; ne kibrit tek başına ateş olabilir, ne de ateş kibritsiz yanabilirdi.

Ben, Konya’da fark ettim ki, otuzlu yaşlarda insanlar sürekli bir Ol’ma halindeler. Başarı, para, statü, ev, aile… O yaşlarda insanlar sürekli bir eylem ve neredeyse sömürme veya harcama hali içindeler. Kırklı yaşlar aldığını verme dönemi gibi; insan elde etmek istediklerine kavuşunca eğitmen olmayı seçiyor. Bu dönemde teori ile pratik iç içe… Mevlana’nın başlangıç zamanlarını buna benzetiyorum;  okuduğuna yorumlar katmak, sürekli okumak, araştırmak, öğrendiğini aktarmak ve bazen uç noktada  işini tamamen değiştirerek bambaşka Ol’ma hali içinde kırk yaş insanı. Henüz elli olmadım lakin ben yaş dönemlerini daha erken atlıyorum. Ellili yaşlar bana olgun başakları hatırlatıyor; ağırlaştıkça eğilmeyi ve elbette hizmet etmeyi öğreniyor insan. Kanımca ellili yaşlar tüm kitapları ve teoride öğrenilmişlikleri bir yana bırakarak yaşamı aktarmaktır. Artık okuduğunu ve yorumladığını değil, insanın bizzat yaşadığını paylaşma zamanı gibi elliler. Bu sebepledir ki, farkındalıkları çok olanların bireysel deneyimlerini, Şems’in kibrit oluşuna benziyorum: Ellilerinde insan dilerse pek çok ateşi yakabilir…

Ve o ateşlerde pek çok gence express yola girmelerinde aydınlık verebilir. İşte bu zordur… Zordur çünkü burada ego denilen kötü ruh araya girer: Boynuz kulağı geçmesin fikri insanı törpüler…Bir mumun diğerini yakmakla ışından kaybetmeyeceğini Mevlana demiştir de demesine, sıradan insana kolay gelmez bu fikri sindirmek.

Oysa kanımca El verme budur; herhangi tarikatın herhangi ritüeli olmasının çok ötesinde, yeni nesli bir adım daha ileriye taşıyabilme her birimizin misyonu olmalıdır.

Çünkü insanların ve coğrafyaların kaderleri, tek yönlü bilet misali, çoktan kesilmiştir; ya Yol’u eğlenceli ve anlamlı kılarız ya da bize verileni tek durak için boşa harcarız.

Bu satırlar iki şehrin; Kayseri ve Konya’nın bana deneyimlettiklerinin çok az bir bölümüdür.

Deniz Kite