26 Ekim 2005 akşamı Gezginler Kulübü üyeleri için yapılan 2005 yılı En İyi Belgesel Oskarını almış ‘Kalküta Çocukları’ adlı filmin özel gösteriminde, bazı sahneler; bana 1991 senesinde gittiğim ve ondokuz gün kaldığım Hindistan seyahatini anımsattı. Bu filmin konusu aslında tam manasıyla bir insanlık dramı. Şayet bu ülkeye gittiyseniz veya filmi gördüyseniz sizde sanırım benimle bu yazıda belirtmeye çalışlacağım izlenimleri paylaşacaksınız. Hindistan, genelev yaşamı dışında da uzun yıllar çok acımasızca sömürülmüş olmanın izlerini açık ve net bir biçimde yansıtıyor zira…

 

Hintli kız arkadaşım Vaishali’yi 1987 senesi Haziran ayında Fransız hükümeti gençlik ve spor bakanlığının başarılı öğrencilere verdiği burs kapsamında tanımıştım. Daha sonra devam eden mektuplaşmalar esnasında bana; “Evleniyorum. Düğünüme mutlaka gelmelisin” diyerek davetiye yollayınca “Böyle fırsat ele geçmez, gitmeliyim!” deyip, derhal harekete geçtim.

 

Annem bana o zamanlar takılırdı; “Kızım, sana gökyüzünde düğün var deseler mazallah merdiven dayayıp gitmeye kalkarsın!” diye… Haksız da sayılmazdı hani!..

 

Hemen kolları sıvayıp seyahatin organizasyonu için çalışmalara başladım. O sıralar Türk Hava Yolları bir sene kadar süren bir grev sürecindeydi ve Bombay’e tek direk uçan havayoluydu. Bu seçenek devre dışı olduğundan, uçak bileti için epey bir araştırma yaptıktan ve Gulfair’in 1.675 $, Alitalia’nın 1.450 $’lık dudak uçuklatan bilet fiyatlarını öğrendikten sonra 775 dolardan Emirates’in Dubai üzerinden gidilip dönülen yolculuğunda karar kıldım.

 

Yalnız yine o sıralar yaşanan bir başka ayrıntıyı da belirtmeden geçemeyeceğim. Pan American havayolu batış sürecine girmişti ve 200 dolardan gidiş-dönüş New York’a uçak bileti vardı… Pasaportumda ömür boyu -sonradan 10 yılla sınırlanan- vizem olmasına rağmen beni hiç ilgilendirmedi bu durum. Serde anti-amerikanlık var ya!..

 

Ancak, bizden kat kat geri olduğunu bildiğimiz bu ülkeye bile ‘vizesiz’ gidilemeyeceğini ve Ankara’da bulunan elçilikten temin etmek gerektiğini öğrenince bayağı bir bozuldum. Demek Türkiye’nin itibarı bu kadar düşmüştü!..

 

Arkadaşım ve ailesi için kristal çanak, sallantılı altın küpe gibi hediyeler almanın yanında orada tanıyacağım kişilere vermek üzere lokum, çerez vb. bazı ufak alışverişleri yapmayı da ihmal etmedim.

 

Bankada o dönem, bir Amerikan firmasından bir grup Hintli bilgisayar uzmanı 3 yıl kadar sürecek özel bir çalışma yapmaktaydı. Onlardan, hem bu seyahate hemde 19 günün tümünü orada geçirmeyi düşünmediğimden; Maldivlere nasıl gidip döneceğime dair bilgiler aldım. Yalnız hiç unutmam; “Gitmeden önce salgın veya bulaşıcı hastalıklara karşı aşı olmalı mıyım?” soruma çok bozulmuşlardı…

 

Annemin “Bugüne kadar gittiğin diğer ülkeler buradan daha müreffeh olduğundan ses etmedim, ama Hindistan’da ne işin var? Aklından zorun mu var senin evlâdım?” tarzı sözleri yetmezmiş gibi; o sıralar bir de televizyon kanallarından biri bir akşam ‘Selam Bombay’ filmini vermez mi?! Bir pislik, bir sefalet… Sokaklarda gezen fare sürüleri!!! Feci görüntüler… Ben habire başka kanala geçiyordum. Annem şiddetle itiraz edip “Çabuk orayı aç! Açta gör, nereye gideceğini” diye feryat ediyordu. Bir başka tuhaflığı da “Şu gün şu saatte geleceğim. Beni karşılayın” diye bildirmek için telefon ettiğimde yaşadım. Elimdeki numaraları çevirdikçe otomatik santral italyanca bir şeyler diyordu. Deli oldum, “yahu ben Hindistan’ı arıyorum italyanca ne alâka?” diye…

 

Bizim bankadaki Hintlilere sorunca ne deseler beğenirsiniz?.. “Bizim ülkeye telefon bağlantısı İtalya üzerinden yapılmakta. Hatlar doludur. Herhalde o sebeple ulaşamadın!..”

 

Mektup atsam bir ayda zor gidecek. Neyse bir haftasonu boyunca, telefonu durmaksızın çevirerek sonunda hattı düşürmeyi başarıp arkadaşımla konuştum. Ve uçuş numaramı, günümü, saatimi bildirmeye muvaffak oldum. Ama annem haklı olarak “Şu sarfettiğin efora bakta, ne kadar b.ktan bir yere gideceğini anla evlâdım!..” dedi. Eeee boşuna dememişler ‘Ulu sözü dinlemeyen ulur gidermiş…’

 

Bütün muhalefetine rağmen canım anneciğim; kafasına koyduğunu yapan, burnunun dikine giden kızını, havaalanına kadar gelerek yolcu etmeyi de ihmal etmedi.

 

1991’den bugüne yirmibeş-otuz kadar değişik yerli ve yabancı havayolu şirketiyle seyahat etme imkânım oldu. Ama hâlâ Emirates’ten daha şıkını, cömertini ve konforlusunu görmediğimi ifade etmeliyim.

 

Serince bir Mayıs öğleden sonrası İstanbul-Dubai uçuşu için içine bindiğim uçak başka türlü konforlu ve şıktı. Evvelâ manken fiziğindeki, tabii afet görevliler herkese Gucci marka -içi seyahat esnasında gerekecek malzemelerle dolu- seyahat çantaları verdiler. Yemek faslına gelince elimize dağıtılan mönülerden ne istiyorsak seçtik ve yedik. Şimdi neyse; belki daha şık, lüks havayolları da vardır, ama ben 90’lı yılların başından bahsediyorum…

 

Kulaklıktan stereo müzik ve film yayınları derken Dubai’ye indik. Yerim cam kenarıydı ve havalandıktan sonra aşağıdaki tabiat örtüsünün yesilden beje, bejden griye dönüşümünü ve denizden geçerkende petrol kulelerinin alevlerini açıkça görmek ve gittiğim istikametin coğrafi açıdanda ne kadar ‘madara’ olduğunu havadayken bile tesbit etmek mümkün oldu.

 

Dubai havaalanının vergisiz satış mağazaları ve bilhassa elektronik eşyaların ucuzluğu dillere destan ta o zamandan. Benim Bombay uçağıma kadar 5 saat gibi bir vaktim var. Vakit geçsin diye, biraz dolanıyim dedim. Bir şey almaya niyetim yoktu. Sadece ortamı kolaçan etmek ve oradaki insanları gözlemlemek maksadıyla…

 

Bir kere bizim uçaktan inen ve oradan Uzakdoğu’ya devam edecek tamamı erkeklerden oluşan Türk gurup hemen rehberin etrafını sarıp “Karı kaça orada, karı?” “Seks shop var mı?” falan gibi sorularla Türkiye’yi geride bırakmış olmanın rahatlığıyla niyetlerini avaz avaz sergiler bir haldeydiler…

 

Oranın yerel insanının görüntüsüne gelince; simsiyah sımsıkı kapalı ve hatta peçeli, erkeğin birkaç metre gerisinden yürüyen -öcü gibi dolaşan- kadın sürüleri. Bir müddet sonra yorulup oturunca entari ile gezinen Arap erkeklerinin futursuzca uluorta osurup geğirmeleri, önlerini karıştıran görüntüleri karşısında hem midem bulandı hemde dehşete kapıldım. İnsan gözlerini nasıl kaçıracağını, ne tarafa bakacağını bilemiyor…

 

Bir başka ilgimi çeken şeyde, dakika başı inen ve kalkan birbirinden ilginç kargo uçaklarıydı. Meğer Dubai’ye hergün et, süt, yumurta, balık, sebze başta olmak üzere aklınıza ne gelirse günlük taze taze havayoluyla gelmekteymiş. Para bol nasılsa… Bizim modayla seyahat etmeyi seven ‘güzide’ milletimiz şimdilerde çok revaçta olan Dubai’ye gittiklerinde neler görüyorlar bilemeyeceğim ama o 4-5 saat içindeki gözlemlerim bana ‘Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü!’ dedirtmeye yetti de arttı bile!!!

 

Bombay uçuşu için alındığımız salonda adamın biri; bir yandan parmağını köküne kadar sokup burnunu karıştırırken diğer yandan bana laf atıp sohbet etmeye çalıştı. “Kimsin? Nesin? Nerden gelip, nereye gidiyorsun?” diye. Şimdilerde çok gündemde olan ‘Osho’ nam-ı diğer “‘Bagwan’ın müridi misin? Ölüm yıldönümüne mi gidiyorsun?” demez mi!.. Parmağıyla beynini karıştıran bu adama “Benim şarlatanlarla işim olmaz! Düğüne gidiyorum” dedim. Boncuk beyinli Amerikalıların servetlerini hibe edipte müridi oldukları; Rolls Royce filosuna sahip bu ‘mümtaz’ şahsiyetin öldüğünü ve birinci seneyi devriyesi için dünyanın dörtbir yanından insanların Puna’ya akın akın geldiklerini de böylece öğrenmiş oldum.

 

Dubai-Bombay uçuşu için alındığımız uçakta yine aynı havayoluna aitti, ancak size içerdeki baharat ve yağ kokusunu tarif etmem mümkün değil. İçerdeki çoğu Hintli olan yolcuların bir kere tenleri efil efil kokuyordu. Sonradan anlayacaktım ki benim İstanbul’a geri dönene dek alışmam gereken bir süreçti bu…

 

Bu uçuşta, sonradan çok seveceğim; ilk Hint mutfağı yemeğim olan ‘tandoori chicken’ı tatma imkânım oldu. Bombay havaalanı için alçalırken dışarı baktığımda gördüklerim, bana bir felâket bölgesine yardım getiren uçaktaymışım izlenimini verdi.

 

Annem bir kez daha haklı çıkmıştı. Ama artık pişman olmak için çok geçti…

 

Hele alanda ellerinde plastik ibrik, leğen ve hatta alaturka helâ taşıyla gümrükten geçmeye çalışanları görünce… İster istemez “Ben nereye geldim, bu ne haldir, ne iştir böyle?!” dedim.

 

Ancak yazının sonuna kadar beklemeyip, hemen belirtmek zorundayım ki… Hayatımda ilk kez bir geziden 5 kilo vermiş olarak dönmeme rağmen; bu seyahati yapmış olmaktan asla pişman değilim!.. Şu ana kadar gittiğim ülkelerin hiç birinde Hintliler kadar sıcak, sevimli, huzurlu, yüce gönüllü insanlar tanımadım. Belki değil, muhakkak; bu seyahat beni hijyen açısından çok ama çoook zorladı. İnsani duygularımı çok hırpaladı. İngilizlerin yaptığı sömüründen, zulümden, geride bıraktıkları perişanlıktan utanç ve hatta nefret duydum. Ama bana çok büyük tecrübe, yepyeni ufuklar ve bakış açısı ve hâlâ devam eden dostluklar kazandırdı…

 

Havaalanının o kargaşasında Vaishali (Veyşali) ile birbirimizi nasılsa bulduk!.. Bir taksiye bindik. Taksi dediysem üç tekerlekli yanları açık triportör denilen cinsten. Trafik korkunç!.. Her durduğumuzda bize doğru uzanan bir dolu el; ya ipe dizili yaseminleri satmaya veya sadaka istemeye çalışan insanlara aitti!.. Bir yandan arkadaşımla hasret gidermeye diğer taraftan göğsüme sıkı sıkı bastırdığım çantama mukayyet olmaya çalışıyordum. Çünkü Hindistan’da ve gitmeyi planladığım Maldivler’de harcamak üzere bol nakit para vardı yanımda …

 

Doğruca, -sonradan öğrendiğim üzere- Vaishali’nin evlenince gelin geleceği eve gittik. Kaynı, eltisi, çocukları ve kayınvalidesi karşıladılar.

 

Hindistan’da düğünü kız tarafı yapıyor, hatta damada -normalde- drahoma da ödeniyormuş. Ama arkadaşım, kuzeniyle evlendiğinden bundan kurtulmuş!

 

Bombay’da kaldığım iki gün zarfında, evlendiklerinde yatacakları odayı ve yataklarını bana tahsis ettiler. Ne incelik…

 

Bu ülkede insanları kategorize eden ‘Kast’ sistemi var ve toplum 4 ana kast ve onların bölünmesinden oluşan 3000 civarı alt kasttan oluşuyor. Evlilik hadisesi de ancak aynı ‘kasttan’ yani sosyal sınıftan olanlar arasında gerçekleşiyor. Her kastın kendine özgü gelenek ve görenekleri var ve ‘kast’ seçilebilen veya değiştirilebilen bir şey değil. Kişinin doğumla ana-babadan aldığı bir durum…

 

Maharastra eyaletinin başkenti Bombay; 3.287.590 km2 yüzölçümüyle neredeyse bir kıta büyüklüğündeki ve bir milyar küsür nüfuslu Hindistan’ın, başkent Yeni Delhi’den sonraki en önemli ve kalabalık şehri. Para birimi ‘Rupi’

 

Yedi ada üzerine kurulmuş bu şehir, 1862 yılında adaların toprakla doldurularak birbirine bağlanmasıyla; denizden toprak elde etme konusunda dünya çapında bir projenin hayata geçirilmesiyle meydana gelmiş…

 

Bombay, ülkenin en önemli finans ve endüstri merkezi olması yanısıra; senede 600 film üretimiyle Hollywood’un ‘H’ sini atıp yerine ‘B’ koymak suretiyle ‘Bollywood’ diye anılan devasa stüdyolarıyla da ünlü.

 

Ertesi gün Veyşali’nin kaynı ile; şimdilerde internette dolaşan maillerde hani ‘Only in’ diye bir ilginç slayt gösterisi var ya… Ülkelere ve insanlarına dair tipik görüntülerden oluşan. Ondaki salkım saçak, içi dışı insan dolu akıl almaz görüntüdeki trene bindim! Şehir merkezine, lüks bir otel içindeki seyahat acentasına gittik. Maldivler için bilgi almaya…

 

Dehşet kalabalığa ve o salkım saçak yolcularına rağmen vagonlar nasıl devrilmedi bilemiyorum… O güzel, kömür gözlü insanların hepsinin bir yerinde bir sakatlık vardı. Kiminin ayağı, kiminin kolu, kiminin eli!.. Allah rızası için sağlam insan mumla aransa yoktu!.. Artık kötü koşullarda doğmaktan mı, yoksa yaşamaktan mı ne derseniz deyin.

 

Etrafı gözlemledikçe Hindistan’ın bir hanımın yalnız seyahat edebilmesi açısından ne derece elverişsiz koşullarda olduğuna ve misafir olduğum evdeki düğün hazırlıkları dolayısıyla beni uğurlama ve karşılamalarının çok zor olacağına derhal kanaat getirdim. Zaten ertesi gün, Vaishali ile birlikte Bombay’e 75 km mesafede bulunan ailesinin yaşadığı Chincwad’a gitmek üzere yola çıktık.

 

Hindistan’da 200 milyondan fazla inek yaşıyormuş. Ve malum, orada ‘inek’ kutsal!.. Zavallı hayvancıklar, açlıktan ve halsizlikten bir deri bir kemik. Adım atacak halleri olmadığından pat diye yolun ortasına çöküveriyorlar!.. Kimin haddine, gidip itmek kakmak ve yolu açmak… Trafikte haliyle, kilometrelerce uzayan tıkanıklar yaşanıyor. Ta ki inekciğin gönlü olup kalkıpta yürüyene kadar. Buna bir de, lânet İngilizlerin orada bıraktığı ters trafik sistemini ilâve edin…

 

Yolculuk hayli ilginç geçti. Chincwad’a vardığımızda, Kalbag ailesinin ikâmetgâhı; kocaman bir arazi içinde tek kat üzerine kurulmuş verandalı tipik bir çiftlik eviydi. Vaishali’nin, annesi babası, kızkardeşi Sonali’yle ve diğer aile bireyleri ve hizmetkarlarla tanıştım. Sonradan öğrenecektim ki elektrik mühendisi olan baba su filtreleri ve motorları imal eden bir fabrikanın sahibiydi, anneyse eczacıydı. Hindistan’ın en ünlü marka özel arabası ‘Tatamobil’in yanında Veyşali’nin kullandığı bir ufak Suzuki-Maruti binek otomobil ve bir kaçta şık motorsiklet evdekilerin ulaşım ihtiyaçları için kapıda hazırdı. Buna karşın evde ne doğru düzgün bir eşya, ne halı kilim, ne perde vardı. Yemek dahi metal tabak ve bardaklarla yerde lotus biçiminde oturularak elle yeniyordu. Aileye hediye olarak götürdüğüm kristal çanak, haliyle çok komik kaçtı…

 

1987’den beri tanıştığım ve kesintisiz yazıştığım arkadaşıma hiçbir zaman ailevi durumu hakkında soru sormamış, yalnızca Fransa’da tanıştığımı gözönünde bulundurarak “Sokaktaki gariban Hintli olsaydı Paris’e kadar gelecek imkânı bulamazdı” diye savunma yapmıştım annemin itirazlarına…

 

Eh, kısmende olsa bende haklı çıkmıştım!

 

Chincwad’daki ilk gece; saat sabaha karşı 3-4 sıralarında Bombay’den gelen bir telefon ve ‘Raciv Gandhi’nin öldürüldüğü haberiyle hepimiz yataklarımızdan fırladık. Evde olağanüstü bir hareketlilik yaşandı. Herkes şoktaydı ve son derece üzgündü…

 

Bana hemen “Kızım sen Maldivler’e gitmeyi unut! Gandhi ailesi bizim için çok önemlidir. Her an ülke çapında ayaklanmalar ve katliamlar olabilir. Sakın gözümüzün önünden ayrılma!” demezler mi?.. Evet, her seyahat bir maceradır ve beklenmedik olaylara gebedir ama bu kadarını da ummazdım doğrusu…

 

Yalnız gitmeden evvel Türkiye’den iş gezisine gidip dönen bir arkadaş; “Şu sıralar Hindistan’da yerel seçim var. Ortam çok gergin. Her an her şey olabilir. Gitme!” demişti. Ben de, düğün için gideceğimi, erteleme şansım olmadığını belirtmiştim.

 

Ertesi gün televizyondan naklen verilen cenaze törenini; yani onların dinî kuralları gereği Raciv Gandhi’nin yakılışını ve İtalyan asıllı eşi Sonia’nın -orada dul kadınların giydiği bembeyaz sariler içinde- ve de binlerce insanın katılımıyla oluşan mahşeri görüntüleri evdekilerle birlikte soluğumu tutarak izledim…

 

Sonraki günlerde herkes ağız birliği etmişcesine; “’O’ Amerika’nın satın alamadığı yegâne politikacıydı ve bizim en kutsal saydığımız ailenin bir ferdiydi. Bu ölümde muhakkak Amerika’nın parmağı var” dediler. Nerede yok ki zaten…

 

Bana “istersen bari, Hindistan’ın en güzel ve lüks tesislerle dolu tatil yöresi Goa’ya git” dediler. Ancak “İç hatlarda uçak seferleri çok gecikmeli olur, sefil olursun” diye ilâve ettiklerinden hiç gözüm kesmedi.

 

Kalan günlerde; adım adım düğün hazırlıklarını takip ederek, zaman zaman Osho’nun doğduğu Chinchwad’a 20-25 km mesafedeki Poona’ya (Puna) gidip gelerek. Bu arada hayatımda ilk defa motorsikletle arkadaşımın arkasına oturup beline sımsıkı sarılarak çok maceralı yolculuklar yaparak. Bol bol Hindistan’ın dünyaca ünlü benzersiz kalite ve güzellikteki kumaşlarından yani ‘Sari’ ve yarı değerli taşlarından başta ‘safir’, ‘lapis’ ve ‘topaz’ vede otantik ve güncel müziklerinden alarak geçti. Yakutta çok ucuzdu ama ben kırmızı taş takmayı sevmediğimden almadım.

 

Beni rahat ettirmek için bütün ev halkı seferber oldu. Ancak sabahın köründen itibaren eve yayılan kesif yağ ve baharat kokusu karşısında; peşimde dolaşan hizmetkârların “Sister  Şiyma, lütfen yiyin!” diye ısrar etmelerine rağmen cevabım sürekli “Teşekkürler. Tokum!” oldu. Bir tek İngilizlerden kalma adet üzere; beş çayı içilirken yanında bisküviyle ve sütsüz olmak kaydıyla evdekilere eşlik ediyordum.

 

Bazen de, gizlice odaya kaçıp getirdiğim galetadan -bitecek diye koklaya koklaya- yiyor ve boş mideye vitamin yutuyordum. Puna’ya bir gidişimizde, bir süpermarkette Hollanda peynirleri buldum. O gün benim için bayram oldu resmen. Hemen epeyce aldım. Evdeki hizmetlilerin yaptığı bizim kebapçılardaki küçük pidelere benzeyen ‘Çapati’ ekmeğiyle o peynirlerden biraz yedim de midem bayram yaptı!..

 

Vaishali dışında herkesle İngilizce konuşmak zorunda olmak, o zamana kadar kısır olan lisanıma epeyce katkı sağladı. Hatta dönüşte bankanın dil sınavında, Boğaziçili heyetten sözlüde 100 üzerinden 85 alarak İngilizceden de lisan tazminatı almaya hak kazanmam bana bu seyahatin maddi bir getirisi oldu.

 

Arkadaşımla aramızda Fransızca konuşuyorduk. Bir keresinde sohbet ederken “Babam ergenlik çağına girdiğimde bana; ‘Kendine herhangi bir dinden ve milletten eş seçebilirsin ama sakın Müslüman olmasın!’ dedi” deyince. Söyledikleri yüreğimi burktu. “Neden?” dedim. “Çünkü Pakistan’la Bangladeş’in ayrılması esnasında biz çok büyük acılar çektik ve katliamlar yaşadık. Müslümanlar bize korkunç zulmetti” dedi. Bu sözler karşısında nasıl utandım ve üzüldüm bilemezsiniz…

 

Geçmişte yaşanan müessif olaylara ve benim Türk-Müslüman kimliğime rağmen; bana düğüne gelen 1200’ü aşkın davetliden bir tek kişi dahi en ufak bir densizlik ve saygısızlık yapmadı. Tam tersi son derece ilgili, sıcak ve konukseverdiler.

 

Düğün günü yaklaştıkça eve gelen yatılı konuk sayısı da artmaya, kocaman odaların yerlerine serilen hasır gibi yaygıların üstünde insanlar adeta balık istifi şeklinde uyumaya başladılar. Bir tek ben, demir karyolada yatmaya devam ettim…

 

Bu arada, kendi ülkemde alışkın olduğum üzere; ben banyomu gece yatmadan, onlarsa sabah kalktıklarında yapıyordu.

 

Tabiatın kucağındaki bu çiftlik evinin hemen her yerinde ve benim yattığım odanın duvarlarında da; mini minnacıktan iguana boyutuna kadar kertenkeleler geziniyordu. Normalde evimizde minicik bir böcek gördüğümde dahi terör estiren ‘ben’ Allah tarafından çok güzel bir sınava tabi tutuluyordum! Buradaki günlerimde Yüce Rabbim benim öyle bir ‘burnumu sürttü’ ki sormayın… Bir bakıma iyi de oldu. Bir çok konuda hayli törpülendim…

 

Gece yatarken, sanki bir yol bulup da içime kaçacaklarmış gibi; aklım sıra kertenkelelere karşı önlem olarak şort giyip, başıma tülbent bağlayıp tuhaf bir biçimde ‘peşmergeler’ gibi yatıyordum. Onlar için son derece doğal olan bu ortama karşın benim yaptıklarıma; Kalbaglar kesin “Bunun aklından herhalde zoru var?” demiştir.

 

Düğün öncesi Vaishali’yle davetiye götürdüğü arkadaş ve akrabalara; ya yemeğe ya da çaya gittik ve o arada hediyeleri kabul etti. Ben yine, artık klâsikleşen “Tokum” bahanesiyle ama karnımın gurultusu duyulacak diye de ödüm koparak kendisine eşlik ettim.

 

Günler önceden başlayan damat tarafıyla bohça alıp vermeler, dini törenler, koca leğenlerle karılan dünyaca ünlü Hint kınası yakmalar; bizim Anadolu adetlerini katlar nitelikteydi. Hatta 45-50 dereceye varan sıcaklıktaki ortamda evdeki tek klimalı mekân olan ebeveyn odasına kapanıp; Vaishali’nin ayaklarına ve dirsekten aşağı kısmından itibaren parmak uçlarına kadar kollarına yapılan cennetteki ağaçları ve çiçekleri sembolize eden kınanın nakış gibi ince ince yapılışını hayranlıkla izledim. Gerek çalışma esnasında gerekse ne kadar sabreder ve iyi kurursa o kadar kalıcı olacağından; arkadaşımın gösterdiği sabra ve saatler boyu sfenks gibi durmasına akıl sır erdiremedim. Ama oranın süslenme ve güzellik anlayışında bu işlemin çok büyük önemi vardı…

 

Bu arada düğüne 2-3 gün kala gelinle-damat ‘Chandrashekhar’ (Ne uzun isim değil mi? ‘Çandraşekar’ okunuyor…) bana birbirleri için “O’na şunu söyle, bunu söyle” demeye başladılar. Ben “Siz niye direkt konuşmuyorsunuz?” deyince; “Bu bir gelenek. Biz düğün olana kadar birbirimizle konuşamayız” dediler. Bu iletişim görevi de bana düşmüş oldu.

 

Hindistan’da 250’den fazla değişik dil ve 1652 kadar da diyalektten oluşan konuşma çeşitliliğinin yanında; başta nufusun %80’ini teşkil eden Hindular olmak üzere, %14 Müslüman, %2.4 Hristiyan, %0.7 Budist ve diğer Sihler, Bahailer, Mûseviler vb. kalan %9’u oluşturuyor.

 

Tevekkeli değil Fransa’daki burs esnasında bu kocaman ülkenin 5 ayrı bölgesinden gelmiş birbirinden tatlı 5 insan; ayrı dinlere ve dillere mensup olduklarından sürekli aralarında bıcır bıcır ‘İngilizce’ konuşup tartışıp durmuşlardı. Ülkede yazılı ve görsel basında kullanılan dil Hinduca ve İngilizce. Hindu alfabesinin görüntüsü İbranice ve Ermenice’yi andırsa da harflerin bacakları çok daha kıvrım kıvrım.

 

İnsan okudukları ya da duyduklarıyla her ne kadar Hindistan’ın masalsı bir ülke olduğunu bilse de; oraya gidip bizzat bu inanılmaz etnik çeşitliliği, kültür zenginliğini ve insanların ne derece geleneklere düşkün olduğunu yaşamak bambaşka. Fakat bütün bunların yanında tahayyül sınırları ötesinde bir fakirliği de çıplak gözle görebiliyorsunuz. Kendi ülkenizde ‘gecekondu’ dediğiniz evler size saray gibi gelmeye başlıyor. Çünkü toprağa sapladığı birkaç bambu çubuğa, çul çaput sarıp ev diye içine girip çıkan ve kıçında ‘don’ olmayan insanlar görüp ‘Baldırı çıplak’ tabirinin ne anlama geldiğini net bir biçimde anlıyorsunuz!..

 

Düğün günü gelip çattığında yanımda saf ipekten çok şık bir kıyafet götürmüş olmama rağmen sarilerin büyüsüne öyle bir kapıldım ki… Ben de, onların geleneksel kıyafetini giymeyi tercih ettim.

 

Yaklaşık altı metre uzunluğunda olan ‘Sari’ öyle kolayca giyilebilen bir şey değil. Altına ‘peticot’ denilen astar eteklik ve üste de yarım kollu, önden çıtçıtlı; beli ve karnı açıkta bırakacak şekilde büstiyer giymek gerekiyor. Bunları da haliyle satın aldım. Evdeki hizmetkârların yardımıyla ‘Sari’mi giydim. İster pamuklu ister ipekli olsun ‘sari’ ler harikulade renkleri, benzersiz güzellikteki desenleri, drapelendirilmiş eteği ve yine özel desenli kısmının pliler halinde beden etrafında çapraz bir tur atmasından sonra büstiyer kısmına gizli bir iğneyle sabitlenmesinden sonra yürürken serbest bırakılan uç kısmının uçuşmasıyla çok kadınsı, çok havalı ve şık bir kıyafet.

 

Sarilerden bahsedince; bankadaki Hintli arkadaşım Rohit’in üzüntüden gözleri dolarak söylediği acı bir gerçeği sizlerle paylaşmak istiyorum. İngilizler yüz yıl kadar süren sömürü döneminde, onbinlerce Hintlinin sağ elini bilekten kesmişler. Sırf dünyaca ünlü o güzelim kumaşları dokuyamasınlar ve ‘İngiliz kumaşı’ dünyada rakipsiz olsun diye!.. Gaddarlığın bu kadarı insanın kanını donduruyor…

 

Düğünden bir gün evvel hummalı bir faaliyetle; geniş arazisi olan çiftliğin bir bölümüne, evin yakınına denk gelecek şekilde dev bir çadır kuruldu. İçine iskemleler sıra sıra dizildi. Kocaman yüksek bir podyum üstüne taht gibi şık iki koltuk ve yanlarına her iki tarafın ölmüş aile büyüklerinin fotoğrafları kondu. Onlarda düğünde bulunsun diye.

 

Vaishali’yi o gün diğer hanımlardan farklı kılan ve gelin olduğunu simgeleyen şey günlerce oturup kendi elleriyle üstüne pullar işlediği beyaz patiska gibi yaklaşık bir karış enindeki kuşak gibi uzun kumaşı sarisinin üstünden göğsünün etrafını çevreleyecek biçimde çapraz dolamış olmasıydı. Saçlarına ipe dizilmiş yaseminler takılıydı. Kolları sağlı sollu simetrik olarak dirseğine kadar dizili altın ve aralarına kıyafetinin rengine uygun dekoratif plastik bileziklerle doluydu. Onlarda evliliği simgeleyen bir kolye takıyor kadın. Ve hatta ilk bir yıl kolye ters takılıyor. Hanımın ‘yeni evli’ olduğu belli olsun diye…

 

Sonra, saatler süren dini tören esnasında her yer ve bilhassa Vaishali ve Chandrashekhar’ın üstünde oldukları podyum çiçeklerle süslenmişti. Onların din adamı okudu da okudu, kutsadı da kutsadı. Bitmek bilmedi adeta… Başlarından aşağı kilolarca pirinç atıldı. Çadırın içindeki sıcaklık tarif edilir gibi değildi. Gelin, 5 kez sarisini değişti. Ben bile o gün üç ayrı sari giydim.

 

Dini törenin sonunda gelinin ayak parmaklarına yüzük gibi halkalar ve ikisininde boyunlarına çiçeklerden yapılmış kolyeler takıldı. Ama ne müzik çalındı ne de dans eden oldu…

 

Vaishali’nin nişanlı arkadaşlarından biri “Sen esas bizim düğüne gel. Bunlarda dans ve şarkı ayıptır, katiyyen yoktur. Bizimkinde olacak” dedi. Dışımdan “teşekkür” edip içimden “almıyim!” dedim.

 

O gün en çok şaşırdığım şey; Bayan Kalbag’ın gelen onca davetliye tek tek hediye vermesi oldu. “Bu sizin düğününüz, hediye almanız doğal. Neden siz hediye veriyorsunuz ki?” diye sorduğumda; “Biz hediye vermeden, almayız” dedi. Zarafete ve inceliğe bakar mısınız…

 

Tören bitince dışarda kazanlarla pişen yemekler; kurulan upuzun sofralarda insanların kafileler halinde oturup kalkmalarıyla saatler süren bir yeme içme şöleninde tüketildi. Ben o günün hatırına, ancak onların ‘Pulaf’ dedikleri acaip derecede acı bademli pilavdan yedim. Diğerlerinden tatmayı aklımın ucundan bile geçirmedim.

 

Düğün sonrası Vaishali ve Shekhar (kısaca böyle deniyor) ilk gecelerini geçirmek üzere Bombay’deki eve hareket ettiler. Ben aile ve diğer yakınlarıyla Chincwad’da kaldım. Maldivler’de yüzerim diye yanıma aldığım bikinileri, düğün öncesi ve sonrası ara ara gittiğim Vaishali’nin halasının çiftliğindeki havuzda kullandım. ‘Neye niyet, neye kısmet’ dedikleri buydu işte…

 

Düğün için İngiltere’den gelen babaanne ve Hollywood aktörleri kadar yakışıklı dede beni alıp Puna’daki evlerine ve bir Çin lokantasına öğle yemeğine götürdüler. O seyahat boyunca en tıka basa yemeğimi o gün yedim. Böylece 19 gün boyunca kullandığım ‘Tokum!’ beyaz yalanı da anlaşılmış oldu. Ne yapıyim ‘Ağız yediğini, sırt giydiğini ister’ demiş büyüklerimiz. Alışkın olmadığım şeyleri yiyipte hastalansaydım daha mı iyi olurdu yani?..

 

Nem oranı çok yüksek ve sıkıntılı bir havaya birde yoğun baharat ve yağ kokusu ilâve edin! Sonuçta; insanın genzini tıkayan, nefes alıp vermesini zorlaştıran ortama, açıkta satılan gıda maddelerinin üzerini örten kara sineklerin görüntüsü eklenince; zaten iştah denilen bir şey kalmıyor. Ayrıca bu seyahatte, açlıktan ölmenin hiçte öyle kolay olmadığını ve hatta boş bir midenin dolu olandan daha az sorun teşkil ettiğinide anladım!

 

Uygun bir mevsim seçme şansım olmamıştı ve maalesef Mayıs ayı oralarda ‘Muson’ yağmurları dönemi olduğundan zaman zaman gökle yerin bir olduğu, adeta sellerin gittiği şiddetli yağışlara tanık oldum. Öyle zamanlarda verandada kalmak bile ürkütücüydü benim için. Kaldığım odaya kaçıp “Allah’ım gurbet ellerde başıma bir iş getirme!” diye yakarıyordum.

 

Hindistan’a özgü ‘Baobap’ ağacı inanılmaz genişlikteki gövdesi, dışarı doğru uzanmış ve havada sallanan kökleri ile çok ürkütücü. Diğer meşhur ‘Sandal’ ağacı ise el sanatlarında ve oymacılıkta kullanılan ve mis gibi kokan tahtasıyla insanı mest eden bir doğa harikası.

 

Orada ilk kez tattığım milli meyva ‘Mango’yu o kadar sevdim ki 4-5 kilo kadar alıp dönerken İstanbul’a bile getirdim. Hatta annem tadına bayılıp “Hımmm, bu çok leziz bir şeymiş. Galiba sırf bu sebepten tekrar gitmene izin verebilirim” bile dedi. Birde sokaklarda, şeker kamışlarını iptidai bir aletle sıkıp suyunu çıkarıp isteyenlere satıyorlardı. Merak etmedim değil ama içmeyi gözüm kesmedi doğrusu.

 

Oradayken beğenip de aldığım son derece şık gümüş halhalları dönüşte de bir yıl boyunca hiç çıkartmayıp işe öyle gittim geldim!

 

Malum insanı bol bu ülkede, el sanatları çok gelişmiş ve işçilik son derece ucuz. Girdiğimiz bir mağazadan da hâlâ özenle sakladığım som gümüşten onların tanrılarını sembolize eden biblolar aldım. Hatta Vaishali bana “İster inan, ister inanma ama onlara dua et çok faydasını görürsün” dedi. Kırmamak için “Peki” dedim.

 

Bu arada düğün için gelen misafirler arasından o kapkara boncuk gözlü çocuklardan birkaçını bavuluma saklayıp getirmek gibi hain ‘poreceler’ tasarladıysam da hayata geçiremedim tabi. Yalnızca onları biraz olsun mutlu etmek ve gönüllerini çelip kolayca mıncıklamak için bisküvi, çikolata gibi şeyler almak istediğimde; fakir bir ülkede olduğum gerçeği yüzüme bir kere daha çarptı. Gittiğim bakkal benzeri yerdeki satıcı “Çikolata yok, şekerleme var” deyip bana bir karamelalar verdi ki; insan ağzına atınca sanki bir tüp Japon yapıştırıcıyı sıkmış gibi oluyor. Mazallah çenesi kilitleniyor!..

 

Her gezinin bir sonu vardı ve bu kez de dönüş zamanı gelip çatmıştı. Kalbaglar bana sekiz silindirli Amerikan arabalarını çağrıştıran Tatamobil’leriyle Bombay’e kadar eşlik ettiler. Son gece yine arkadaşımın gelin geldiği yeni yuvasında misafir edildim. Kaynı ile sohbet ederken bana “Dünya çapında, bilgisayar muhendisliğinde en başarılı millet biziz. Çünkü biz meditasyon teknikleri sayesinde zihnimizi herkesten daha iyi kullanma becerisine sahibiz” dedi.

 

Zaten gerek bizim bankadaki Hintli bilgisayar mühendisi gurubundan gerekse arkadaşımın ailesi ve arkadaş çevresinden gözlemlediğim kadarıyla hali vakti yerinde olan Hintlilerin hemen hepsi başta İngiltere ve Amerika’dakiler olmak üzere dünyanın en iyi üniversitelerinde okumaktalar. Umarım Hindistan günün birinde; tarihte uzun yıllar, önce Portekizliler sonra İngilizler tarafından sömürülmüş olmanın izlerini siler ve çok büyük ilerlemeler kaydederler. Daha şimdiden atom bombası yaptılar ama; bu hayra alâmet ve takdir edilecek bir şey değil ne yazık ki…

 

Dönüşte Emirates beni son anda business klasta uçağa kabul edip daha da ihtişamlı bir yolculuk yapmamı sağladı. Bir çok Hintli’nin hafta içi gidip Birleşik Arap Emirliklerinde çalışıp haftasonunda Hindistan’a döndüğünü yanımda yolculuk yapan Hintli Müslüman gençten öğrendim.

 

Dubai’de İstanbul uçuşu için 11 saat gibi bir süre vardı. Bu defa magandalar arasında ve koltuk tepesinde beklemeye hiç niyetim yoktu. Görevlilere gidip önce kibarca bana dinlenebileceğim bir yer göstermelerini rica ettim. Hâlâ öyle mi bilmiyorum ama Türk pasaportunu gören küstahlaşıyor ve ters cevaplar veriyordu. Sonunda bağırıp çağırıp havaalanında hafif bir terör estirince bana ‘geçici vize’ verip kapıya kadar gelen özel bir araçla ulaşımımı da sağlayıp Dubai-Riviera Otel’de konuk ettiler. Böylece duş alıp, biraz uyuma imkânı buldum.

 

Hayatımda ilk kez bir seyahatten dönüşte; uçağın merdivenlerinden inip apronu öpmek istedim. Abartmıyorum…

 

Şimdilerde yoga, meditasyon ve diğer öğretilerin meraklılarıda Hindistan’a gitmekteler ama seyahat programlarını incelediğimde gezilerin genellikle Yeni Delhi, Agra, Kalkuta, Jaipur, Varanasi gibi apayrı güzergâhlara olduğunu görüyorum. Benim gezim Maharastra eyâleti sınırları içinde oldu.

 

Irkının güzeli Vaishali’nin, birkaç sene sonra ‘Among’ adını verdiği güzeller güzeli bir oğlu oldu. Düğünden bu yana hayatında; önce şeker komasından annesini, daha sonra babasını kaybetmek suretiyle çok büyük değişiklikler meydana geldi. Artık aile şirketinin yönetimi için Bombay’den göç ederek geldiği baba ocağında yaşıyor. Benimle internetten yazışıyor. Ve ilk fırsatta eşini ve oğlunu alarak ziyaretime gelmeyi plânlıyor…

 

O güzel insanları evimde konuk edeceğim günleri iple çekiyor ve onlar kadar sabırlı, anlayışlı ve hoşgörülü bir ev sahibesi olabilmeyi Allah’tan diliyorum.

 

Not: Düğünden sonra haberleşmeye devam etmemize rağmen ne yazıkki Vaishali’ler ziyaretime gelemediler. Eşi Chandrashekhar’dan gelen bir e-posta ile canım arkadaşım
Vaishali’nin 20.09.2009’da yüksek şeker nedeniyle genç yaşta vefat ettiğini öğrendim.
Anısı önünde saygıyla eğiliyor ve ruhunun şad olmasını diliyorum.

Şiyma Aksekili