Koskocaman bir açık alan. Tıpkı, futbol sahası gibi. Akşam saatleri. Eşim yanımda, benimle beraber. Ellerimizi kafamızın altında kavuşturmuş, gökyüzünü seyrediyoruz. Şehir aydınlatmalarından uzaktayız ve gökyüzündeki yıldızlar üstümüze saçılmışlar hissi yaratıyor.

 

İşte bu resim olduğu gibi aklımda. Yer, Glastonbury. Yıllardan 1998… Biliyorum, aradan çok uzun bir zaman geçti ama yazdıklarım her zaman hatıraları da akılda tutmaya yetiyor. O yıl eşimin annesinin arabasını alıp, yanımızda çadırımız, piknik tüpümüz, çatalımız, kaşığımız şeklinde yola çıktık. Aslında, toplam olarak sekiz tane durağı beş güne sığdırdık. Dolayısıyla, görülmesi gereken ya da daha çok bizim ilgimizi çeken yerlerde biraz daha zaman harcadık.

 

 

Glastonbury’ye gelişimiz öğlen civarlarıydı. İngiltere’ye gidenler ya da yaşayanlar bilir, orası için güneşli günler seyrek olduğu için çok daha değerlidir. O senenin yazı da o kadar güzel bir yaz ki, bizim şansımıza ne çok sıcak var, ne de soğuk… Araba parkının biletini satan adamcağız, tam bir tur rehberi gibi bize akşama doğru yapılacak bir konserin haberini veriyor. “Ekstravaganza!” klasik müzik konseri bu. Bir kaç yerde de asılmış ilanlarını sonradan görüyoruz. Biletlerin fiyatı bizi aştığı için açık hava da yapılacak konseri dışardan dinlemeye karar veriyoruz. Sonuçta mekan katedralin bahçesi…

 

Konsere kadar önce bu büyülü şehrin içinde gezmeye başlıyoruz. İnsan buralara geldiği anda Avrupalı olan insanların şehirlerini nasıl korumaya çalıştıklarını, turizmin yalnızca güneş ve sahilden ibaret olmadığını anlıyor. İngiltere, gerçekten ciddi derecede eskiyi yaşatmaya çalışan bir ülke. Mimari her yerde insanın ilgisini çekiyor çünkü binalar hep taş. Çiçeği ve doğası inanılmaz. Bir kere, her evin balkonundan, pencere önlerinden binbir renkte çiçek sarkıyor. Glastonbury’de tüm bu güzelliklerden nasibini almış. Peter, “Burası son derece ilginç bir yerdir” diyor. O sırada binbir taşın satıldığı çok güzel bir dükkana giriyoruz. Keşke, hepsini alabilsek çünkü insan kendini taşlara bakmaktan alıkoyamıyor. Sanki, burada herşey büyülü.

 

El yapımı heykeller, mitolojik ve değişik kartpostallar ve herşeyden önemlisi hippi tarzı, tamamıyla başka boyutlara, bütün dinlerin dışındaki bir din anlayışına ve kuraldışı giyim tarzına inanan, kendinden başka kimseyle ilgilenmeyen genç insanların oluşturduğu bir halk var ortalıkta.

 

Böyle büyüleyici taşlarla dolu bir sürü dükkanı da arkada bırakıp, bir kitapçıya giriyoruz. Bende İstanbul’daki kitapçıları metafizik konusunda gelişmiş zannederdim. Kitapçı, sadece bu tarz kitapları satıyor ve bizde bir standı dolduran kitaplar burada bir odayı kaplıyor! İşte, yine karşılaştırma anı… Ve o an düşündüğünüz tek şey var: Bu toplum okuyor. Kitapçının kanıtladığı en yegane düşünce anadilimin İngilizce olmaması yüzünden kaçırdığım onca bilginin arkasından duyulan sıkıntı. Buradaki kitapların ancak belki de ellide biridir çevrilen, o kadar. İnsanın kendi dilini kullanırken kullandığı kıvraklık hiçbir zaman başka bir ülke de kalıp, orada yılları devirmedikten sonra ele geçirilemez. Dolayısıyla, benim de rahat konuşabileceğim kadar bir ingilizcem olsa da her detayı anlayabilecek, her konuya hakim olabilecek bir durum söz konusu değil. Bir konuya odaklandığımda ise düşünmeden yorum yapabilmek, sözlük gibi zaman zaman insanı çileden çıkartan ekstralara kaymadan okumak ancak kendi dilimde olabilir. Sonuçta gitti bu kadar kitap, keşke tümü ülkemde de olsaydı…

 

Arabayı park ettiğimiz yerin zaman limitini geçirmeden geriye dönüyoruz. Oradan da park edecek bir sokak buluyoruz. Kitapçılar ve dükkanlar… hepsi kendi konularında uzmanlaşmış gibi gözüküyor. Mesela, bir dükkan yalnızca Hint kıyafetleri satıyor, diğeri otantik bir şeyler sergiliyor. Tütsü kokuları nedense heryerde. Cadıları andıran kadınlar var bir de. Öyle, korkunç anlamda değil, hatta tam tersi güzeller. Saçları upuzun bu kadınların, üstlerinde ise hep çok rahat elbiseler var. Gösterişten çok uzaklar, hatta şehir hayatından ve o tüketici histerisinden millerce ötede bir yerdeler ama bir o kadar da kendilerine haslar. Bunu nasıl aktarabilirim bilmiyorum. Yalnızca, yanımdan gelip geçenlerin bile bir sürüsünden kendisiyle çok barışık bir enerji yakalamak mümkün.

 

Bir süpermarkete girip, akşam için pişirmemiz gereken malzemeleri alıyoruz. Bir de kamp için bir yer bulmamız gerek hava kararmadan önce. Sonra da arabaya atlayıp şehirden biraz uzakta bir mekana geliyoruz. İşte, yazıma başlarken anlattığım açık alana geldik. Bize bir yer gösteriyorlar. Herkesin ortak olarak kullandığı duşlar ve tuvaletler var. Dikkat ettiğim en önemli konu, Türkleri hiçbir yerde görememiş olmam. Londra tamam, orası zaten her milletin bir araya geldiği bir mekan da diğer hiçbir şehirde Türk namına bir turiste dahi rastlamadım. Bizim millet buralarda görülmeyen türe giriyor yani… Diğer dikkat ettiğim unsur, tuvaletlerin her yerde inanılmaz temiz olması. Benim için tuvalete girmek tam bir fobi şeklini aldığından ki zamanla bizim ülke de bu herkesin ortak hastalığı haline dönüşmüştür, burada en orta halli mekana bile girdiğinde bir tuvalet kültürü ile karşılaşmak insaniyet adına memnuniyet kaynağı. Çadırımızı da kurduktan ve bir şeyler atıştırdıktan sonra (piknik tüpünü hayatımda ilk defa kullandım, küçücük bir şey bu, bizim ev de kullandıklarımızdan değil) ver elini Extravaganza konseri…

 

Gittiğimizde konser başlamış. Arabayı dışarıda bir yola park edip, konserin yapıldığı alana yaklaşmaya çalışıyoruz. Eşimin annesi duymasın, bakmak için birazcık arabanın üstüne bile çıkıyoruz. Ara verilmiş, insanlar belki içecek falan bir şeyler almak için sırada bekliyorlar. Konserin çevresinde dolanıp, yandan başka bir yer keşfediyoruz. Yan taraftan genç bir çocuk bize sesleniyor, oraya seyirtiyoruz. Yaşlı bir adam, katedralin bahçesine bitişik olan özel bahçesini resmen konseri seyretmemiz için bize tahsis ediyor. (Aslında artık katedralden geriye bir şey kalmamış bir tek duvardan başka ama bu topraklar hala gücünü koruyor. Sekizinci Henry, İsa’dan sonra bütün katolik kiliseleri yıkmış. Bu yaşanılanlar da 1100 yıl önce gerçekleşmiş. Sekizinci Henry’nin bir diğer özelliği de yedi karısını da öldürtmüş ya da kendi elleriyle öldürmüş olması.) Adamcağız, duvarın üzerine merdiven dayamış, biz de tırmanıp oturuyoruz. Arada sırada gelip halimizi hatırımızı soruyor ve bahçenin çevresinde dolanan görevliler de bizlere hafifçe tebessüm etmekle yetiniyorlar. Sonuçta, orada büyük bir enerji akışı yaşanıyor. Herşey o kadar pozitif ki, insanın içi içine sığmıyor. Konukların oturdukları masalarda gece fenerleri yanıyor, gökyüzü yıldızların kaydığı bir Ağustos akşamını üstümüze örtü yapmış. Hafifçe içkiler yudumlanırken Carmina Burana çalınmaya başlıyor. Herkes müziğe eşlik ediyor, ben de öyle. Sanki, bir film karesinin içine düşmüşüm gibi. Ben, yine aynı ben ama başka bir ortam, başka bir yaşam. Her halde reenkarnasyon da böyle bir şey. Yani, on beş gün önce İstanbul’un trafiğinde birbirine küfürler savuran magandaların arasından ışınlanıp ayrı bir boyuta düşmüşüm gibi. Tam bu şekilde düşünürken, bu sefer de müziğin ritmine uygun havai fişek gösterisi başlıyor. İşte, yaşamak bu! Gece, saat sekiz buçuk gibi biten konser bizi resmen sarhoş ediyor,dönüşte büyüyü bozmamak için konuşmuyoruz bile.

 

Kamp alanımıza gittiğimizde başka bir güzellikle irkiliyoruz. Belki de böyle bir manzara hayatımda ilk ve son kez yaşanmıştır. Bir şehir insanı olarak aydınlatmanın gökyüzü gözlemini ne kadar ketlediğini o an anlıyorum. Glastonbury dünya üzerindeki erkek ve dişi enerji alanlarının kesişim noktası. Burası, ayrıca bu özelliğinden dolayı bir rüya mekanı. Üzerimizde samanyolu, uyuyoruz.

 

Ben bir yerdeyim. Bir sürü insanlar var. Eski komşumuz Ali Dede’nin de olduğu bir yer, sanki eski evimiz gibi ama tam emin değilim. Ben onlara heyecanlı heyecanlı Glastonbury’yi anlatıyorum çok coşkuluyum. Fakat sonra beni anlayamadıklarını, duygularımı paylaşmadıklarını görüyorum. Çok sinirleniyorum ve bunu bir aptallık olarak değerlendiriyorum. Motorsiklete binip (!) oradan uzaklaşıyorum, hızla giderken omzuma biri vuruyor! Ben şaşırmış vaziyette arkama dönüyorum ve Ali Dedeye benzeyen adam sırıtarak; ” Hayattan ayrılmana karar verdik.” diyor, “Sen, insanları yargıladın” gibi bir şeyler ekliyor. Tabi ben hala şaşkın bir şekilde adama bakıyorum ve biz zannediyorum beraber kaza yapılmış olan yerden gökyüzüne yükseliyoruz. Aşağı bakıyorum ve yerde motoksileti görür gibi oluyorum ama annem, Peter… Gitmek istemiyorum! Uyanıyorum, oh! rüyaymış!!! Acaba saat kaç? Peter’a anlatmam lazım ama derin derin uyuyor. Bir süre daha rüyayı düşünüp tekrar dalıyorum.

 

Sabah. Vejetaryan kahvaltı veren bir yerdeyiz. Burada garip olan istediğin şeyi istediğin saatte bulamamak. Benim gibi midesine düşkün biri için sıkıcı… Peter’la birlikte The Charlice Well’e gidiyoruz. Charlice Well, inanılmaz güzellikte bir bahçe. Özelliği ise yer altından gelen kırmızı bir su. Bileşiminde demir olduğu için kırmızı renkte akan bu su, buraya gelen ve meditasyon yapan insanların da ilk olarak gittikleri aslan ağzı şeklinde bir musluktan akıyor. İçerde dolaşırken çeşitli ritüellere tanık olmak mümkün ve el kitabında da insanların bu hakkına saygı duyulması özellikle belirtilmiş. Bahçenin geçmişi zamanın ötesine yayılıyor ve o günden bu güne sembolizm ve sukunetli bir atmosferin durak noktalarından biri. Bahçenin sembolü olan birbiri içine geçmiş iki yuvarlak (kesişen iki küme) ise ruhun dengesini, erkek ve dişi enerjinin harmonisini, dünya ve ruhsallığın kesişim noktasını kapsıyor.

 

Sonra, Glastonbury Tor’a tırmanıyoruz. Burası da yine geçmişi binyıllara uzanan ve üzerinde eski bir katedralin kalıntısı olan mekanlardan. İnsanların Druid’ler zamanında ki, bu hıristiyanlardan önce orada yaşayan toplum, burada çeşitli ritüeller düzenlediğini öğreniyorum. Yine bir sürü olağanüstü olaya tanıklık etmiş bir mekan. Çevre alabildiğine yeşil ve planlı. Bu, vahşi bir yeşillik değil, olabildiğince insanlarca şekillendirilmiş ama doğaya saygı duyulmuş. Her boşluk bulunan alana bina yapılmamış, aralı sıralı yine taştan yapılmış evler var. Tatlı bir rüzgar, hafif hafif ısıtan bir güneş.

 

İngiltere’de ilk kilise Glastonbury’de kurulmuş. Isa öldükten sonra amcası olduğuna inanılan bir adamın Glastonbury’ye bir ağaç getirdiği ve bu ağacın da buradan başka İngiltere’de hiç bir yerde yetişmediğini öğreniyorum. (The Glastonbury Thorn) Ayrıca, İngilizler için mitolojik bir kahraman olan Kral Arthur’un ve karısının da Glastonbury’de gömülü olduğuna inanılıyor. Kral Arthur gibi yaşayıp yaşamadığı bile tartışılan bir kişilik için bu da bir muamma ama yine de tüm bunlar İngilizler’in kendi kültürlerine ne kadar nezaket ve ilgiyle sahip çıktıklarını gösteriyor. En son öğrendiğim ve bayağı heyecanlandığım şey ise, Glastonbury’nin 1500 yıl önce sular altında olması. Bizim şu an size anlattığım Glastonbury Tor bir adacıkmış!!

 

İşte, bu kısacık geziden sonra benim gibi bir Türk’ün aklına bir tek soru takılıyor: o da aynı, aslında bir annenin duyguları ile örtüşüyor. Neden, bizim ülkemizde bu kadar geçmiş varken, bu kadar medeniyeti içinde barındırıyorken turizm, yalnızca sahillere ve o sahillere sahip inci gibi alanlara koca koca bina yığınlarının dikilmesi olarak algılanıyor? Yıllardır, kendini bilen her insan bir kültür turizminden bahsediyor. İşte, bu o olmalı. Deniz, sahil, açık büfe kültürsüzlüğünden çok daha yoğun yaşanan ve saygı uyandıran bir oluşum. Umarım, günün birinde biz de elimizdeki potansiyeli bu hale getirir, ufacık bir şeyi bile bu şekilde özenli, temiz ve kaliteli bir şekilde sunmayı beceririz.

Reyhan Bull