disneylandYer: Orlando-Florida, Disney World… Eş durumundan Amerika’dayım ve Orlando’da yapacak daha iyi bir şey olmadığı için ve tabii çocukluk hayallerimi gerçekleştirmek adına, ‘Walt Disney World’e (nam-ı diğer Disneyland) doğru yola çıkıyorum.

Arabada, bozuk navigatörün direktifleriyle yolu bulmaya çalışırken aklıma hemen Baudrillard ve onun Disney World ile ilgili yorumları geliyor. Baudrillard gibi ben de Amerika’nın kendisini her zaman için dev bir simülasyon örneği, bir sanal gerçeklik abidesi olarak görmüş olduğum için, Disney’in rüyalar aleminin bende nasıl bir ‘gerçeklik’ duygusu yaratacağını gerçekten merak ediyorum.

21. yüzyılın en önemli filozoflarından biri olan Jean Baudrillard’ı yıllar önce ilk okumaya başladığımda pek çok kişi gibi ilk ilgimi çeken konu onun simulasyon evreni olmuştu; ‘More real than the real’… Ona göre bu evrendeki herşey gerçekten daha gerçek, güzelden daha güzeldir. Baudrillard’a göre simülasyon nasıl ve ne zaman olduğu bilinmeyen bir şekilde, gerçeği yok edip yerine geçmiş olan onun hipergerçeğidir. “Hastaymış gibi yapan bir kişi,” der Baudrillard “yatağa uzanıp bizi hasta olduğuna inandırmaya çalışır. Bir hastalığı simüle eden bir kişi ise kendinde bu hastalığa ait semptomlar görülen kişidir.” Hastaymış gibi yapan insana uygulanacak bir iki tahlil ile gerçek yerli yerine oturtulabilir, ama konu hastalığın simülasyonu olunca bu kişiye ne hastasın ne de değilsin denilebilir. Burada gerçeklik ilkesi büyük bir yıkıma uğrar. Aynı durum, yani gerçekten daha gerçek olma durumu porno filmler için de geçerlidir; gerçek ama normal hayatta bir karşılığı yok, birşeyin yansıması değil, yani porno bir simülakrdır, o seksi gizlemez yada taklit etmez simüle eder ve bu nedenle pornonun yarattığı tüm atmosfer hipergerçek bir atmosferdir.

Bu hipergerçeklik durumunun en iyi örneği Disney World’de karşımıza çıkıyor. Burası, aslında sadece çocuklar için tasarlanmış bir yer değil. Amerika’nın minyatürü olan bu yapı, gerçek Amerika’nın bir Disney World’e benzediğini gizler. Baudrillard’a göre Disney’in dünyası simüle bir dünyadır ama Amerika da tıpkı burası gibi gerçeğe değil hipergerçeğe ve simülasyona aittirler. Disney World’ün amacı Amerika’nın gerçek olduğunu onaylatma arzusudur, halbuki Amerika ne gerçektir ne de sahte… Amerika Birleşik Devletleri, hipergerçek bir ülkedir.

Aslında Disney World’ün dev kampusuna adım attığımda insanların da bu hipergerçeklikten paylarını aldığını düşündüm. Yüz dolara yakın bir para verdikten sonra içeri girdiğinizde ‘oyuncaklardan’ ücretsiz olarak yararlanabiliyorsunuz ancak her biri için en az 45 dakika sıra bekliyorsunuz. Bu sürenin yaz aylarında 2-3 saate çıktığı söyleniyor ki, çoğunluğu simülatörlerden oluşan bu renkli oyuncaklarda kalış sürenizin en fazla 15 dakika olduğu düşünülürse, çoğu çok çocuklu bu ‘perfect’ Amerikan ailesi bireylerinin sinirleri alınmış bir sakinlikle bu sıralarda bekleyip gıklarını bile çıkarmamaları bu gerçeküstü ortamda ilk dikkatimi çeken gariplik oldu. Aşırı sakinlik galiba benim doğama ters, bundan emin oldum!

Disney World’de toplam 4 ana bölüm mevcut; Magic Kingdom, Animal Kingdom, Epcot ve Hollywood Studios. Bahsettiğimiz dev kampusta yeralan her bir parkın ayrı bir teması var ve her birini ancak bir günde gezebiliyorsunuz. Beklediğiniz sıraları da hesaba katarsak sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar bir Disney parkında vakit geçirmeniz mümkün.

Magic Kingdom tüm parklar içinde çocuklara en fazla hitap edeni. Görkemli Disney şatosunun etrafına konumlandırılmış yapıların her birinde sizi başka bir macera bekliyor. Kiminde bir botla bir mağaranın içine girip Karayip Korsanlarının dünyasına adım atıyorsunuz, kiminde hız trenlerine biniyorsunuz, kiminde ise yine bir tünelin içine girmek suretiyle dünya tarihinde ya da gelecekte yolculuk yapıyorsunuz. Bu kısa maceralar sırasında size hareket eden robotumsu maketler, ışık gösterileri ve zaman zaman heyecanı artıran hareketli dönüşlerle ‘su’lu sürprizler eşlik ediyor. Ancak Magic Kingdom parkındaki bazı bölümlerin, cazibesini 80’lerde bıraktığını da kabul etmek lazım. Bir takım oyuncaklar bana tam anlamıyla bir Gençlik Parkı dejavusu yaşattı. Öte yandan Magic Kingdom’ın çocuklar için en cazip yanlarından biri, belli saatlerde şatonun önündeki sahnede gösteriler düzenleyen Disney karakterleri. Bu karakterler ayrıca belli zamanlarda son derece görkemli geçit törenleri düzenliyorlar. Düşünün; Mickey Mouse, Donald Duck, Guffy, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel, Küçük Deniz Kızı… Aklınıza gelen herkes bir konvoya katılıyor, minik çocuklar da tabii kendilerinden geçiyorlar! Her günün sonunda ise, etkileyici ve müzikle senkronize bir havai fişek gösterisi yapılıyor ki, o gösterideki izdihamda ezilme tehlikesi atlattığımı söylemeden geçemeyeceğim. Bir yandan da insan düşünüyor tabii, ben burada Cinderella olarak görev yapsam, her gün her gün aynı terane sıkılmaz mıydım acaba diye, zor iş gerçekten!

Disneyland3Epcot, bu sanal gerçeklik silsilesi içinde sizi teknolojik anlamda en fazla etkileyen park. “Mission Space”de tıpkı bir uzay yolculuğuna çıkıyormuşsunuz gibi seyahatinize hazırlanıyor, sonra da uzay gemisi şeklindeki simülatöre biniyorsunuz. Hem hareket etkisi, hem de önünüzdeki ekran görüntülerinin verdiği gerçeklik duygusuyla Mars’a inmenin nasıl bir duygu olduğunu tatmanız amaçlanıyor ama eğer klostrofobiniz varsa bu kapalı kutuda 10 saniye bile kalmanız mümkün değil çünkü emniyet mekanizması göğsünüze baskı yapar ve siz karanlıkta bir uzay yolculuğu gerçekleştirmeye çalışırken bir yandan da ‘Burada fenalık geçirsem sesimi acaba nasıl duyururum?’ diye düşünmeden edemiyorsunuz. Bu bölümdeki diğer bir popüler oyuncak “Soarin” adını taşıyor. Büyük salıncaklara binip yükseliyorsunuz, karşınızda devasa bir perde var ve karanlıkta rüzgar eşliğinde sallanırken önünüzdeki perdede Amerika’nın farklı yerlerinin tepeden görünüşü beliriyor ve siz adeta uçuyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. İşte size bir simulakr daha! Gökyüzünde süzülme hissi bundan daha gerçek olabilir mi?

Epcot’ta son derece yapay başka bir bölüm var ki, o da ülkeler bölümü. Meksika, Fas, Kanada, Fransa, İtalya, Çin gibi pek çok ülkenin bir parka taşındığını düşünün, bu ülkelerdeki yaşam; ünlü yapıların sahteleri, söz konusu ülkenin kültürünü anlatan hediyelik eşyalar, buralara ait müzikleri icra eden şarkıcılar ve geleneksel yemek standlarıyla canlandırmaya çalışılmış. Kendinizi adeta dev bir maketin içinde gibi hissediyorsunuz ve güya, -bir Amerikalı açısından düşündüğünüzde- Amerika dışındaki dünyanın farkına varıyorsunuz. Amerikalılar için kendi ülkeleri dışındaki yerlerin varlığı zaten çok da önemli değil, bir Epcot tasarımıyla yetinebilir onlar! Epcot’un bu bölümü bence AKM’nin geleneksel uluslararası el sanatları fuarından farksızdı.

Neyse, diğer iki parka gelince… Animal Kingdom’daki sanal gerçeklikler daha çok Afrika üzerine. Yine sıraya girip bir güruh insanla birlikte bir jipe biniyor ve safari ortamı olarak yaratılmış ormanların içinde yaklaşık 15 dakika sürecek yolculuğunuza başlıyorsunuz. Etrafta yapay göller ve tepeler var ama neyseki gördüğünüz hayvanlar gerçek. Burayı gezerek de Güney Afrika’ya gidip safari yapmış kadar oluyorsunuz! İsteyenler iç çamaşırınıza kadar sizi ıslatan rafting turuna (tabii bu da kısa süreli ve botların kontrol edildiği bir mini nehir turu) ya da Disney camiasındaki en adrenalin yüklü eğlence olan Everest tepesine hızlı trenle tırmanma etkinliğine katılabilirler.

disneyland-parisHollywood Stüdyoları’nda, zamanında bizde hayranlık uyandıran Hollywood filmlerinin nasıl çekildiğine dair fikir sahibi oluyor, isterseniz kendinizi ‘American Idol’ gibi bile hissedebiliyorsunuz. Yalnız bir de Universal Stüdyoları var ki, burası Disney Parklarının dışında, farklı bir merkez. Disney World’den sonra buradaki herşey size biraz ‘uyduruk’ gelebilir, zira buradaki atraksiyonların teknolojinin gerisinde kaldığını hatta eskimiş olduğunu farketmek için sadece ‘ET’ ya da ‘Men in Black’ bölümlerine girmeniz bile yeterli oluyor. Ancak çılgın roller-coasterlar ilgi alanınıza giriyorsa doğru yerdesiniz; onların envai çeşidinin bulunduğu ‘Islands of Adventure’ bölümünün de Universal kapsamında hizmet verdiğini söyleyeyim.

Bu arada Amerika deyince akla ilk ne gelir? Tüketim çılgınlığı! Disney’in yapay ortamına adım atar atmaz bir takım süslü evler, ufak yapılar göze çarpıyor ve bunlar tabii ki alışveriş merkezleri… Bir süre sonra her yerde Mikili tişörtler, çantalar ve oyuncaklar görmekten baygınlık geçiriyorsunuz ama yanınızda küçük bir çocukla birlikte dolaşıyorsanız buralardan eli boş çıkmanız zannımca pek mümkün değil.

Bu arada Disney World ile ilgili bir takım şehir efsaneleri de var. Bunların en ünlüleri organ mafyasının ve çocuk kaçıran çetelerin eğlence parkları içinde konuşlandığı… Parklarda çalışan erkeklerin saçlarını uzatamadığı, sakal ya da bıyık bırakmalarının yasak olması efsanesi ise, 2000 yılına kadar gerçekten var olan bir uygulama.

Disney World’de hayatını kaybeden kişilerin hikayeleri ise, maalesef doğru. Tabii özellikle önceki yıllarda basına çok fazla yansımamakla birlikte, sadece roller-coasterlarda değil, son derece basit ve güvenli gibi görünen oyuncaklarda bile ölüm olayları meydana gelmiş. Bu ölüm olaylarında daha çok bir başağrısıyla başlayan semptomlar görülüyor, bilinç yitiriliyor ya da kalp krizi geçiren ziyaretçilere rastlanıyor. Gerçi tansiyon, şeker ya da kalp hastasıysanız bu oyuncaklara binmemeniz konusunda önceden çeşitli uyarılar yapılıyor ama bu uyarıların çok da yeterli olduğunu söyleyemeyeceğim kendi adıma.

Son olarak, Orlando’daki bu hipergerçeklik ortamıyla ilgili rakamlara bir göz atalım:

– Walt Disney World, 1 Ekim 1971’de açıldı. O zamanlar giriş fiyatı sadece 3 buçuk dolardı. Bu dev park, açıldığı gün 10 bin dolayında ziyaretçi ağırladı.

– Magic Kingdom’ın ardından 1982 yılında ‘teknoloji’ temalı Epcot ve 1989 yılında Hollywood Stüdyoları hizmet vermeye başladı. En yeni park olan Animal Kingdom’ın açıldığı tarih ise; 22 Nisan 1998.

– Konaklamanın da mümkün olduğu Walt Disney World Resort’u her yıl 46 milyon kişi ziyaret ediyor. En fazla ziyaret edilen park, etrafta Donald Duck, Cinderella, Peter Pan gibi aklınıza gelecek pek çok Disney karakterinin dolaştığı ve daha çok çocukların ilgisini çeken Magic Kingdom Parkı. Parklar arasında en büyük alanı kaplayan ise, Animal Kingdom.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim; Disney World’e yolunuz düşerse uğrayın ama bütün parkları tek tek gezmenize gerek olmadığını söyleyebilirim. İlgi alanınıza göre bir tek Epcot, Animal Kingdom ya da Hollywood Studios yeterli olacaktır. 10 yaşından küçük çocuğunuzla birlikte gidecekseniz Magic Kingdom’a da girmelisiniz.

disneyland1Disney’in ‘büyülü’ ve ‘hyperreal’ dünyasında hayatın gerçeklerinden kaçıyor ve bir nevi kendinizi unutma durumu yaşıyorsunuz orası kesin, belki de bu nedenle yaş ortalaması hiç de zannedildiği kadar genç değil. 80-90 yaşında amcalar teyzeler kendi kendilerine gelmişler, eğleniyorlar. Yaşlı nüfusun yoğun olması ilk başta beni şaşırttı ama sonra bunun nedeninin emekli maaşlarının çok iyi olması ve yaşlı Amerikalıların sürekli gezmesi olduğunu öğrendim. Diğer yandan yüksek teknoloji, çocukları ve gençleri pek şaşırtmıyor belki günümüzde ama taşınabilir radyoların bile teknoloji harikası olarak görüldüğü dönemlerde yaşayanlar için herhalde Disney’in simülatörleri, bir zamanların bilim-kurgu aygıtlarının gerçeğe dönüşmesi anlamı taşıdığı için çok daha önemli olsa gerek. Dolayısıyla 50 yaş üstü ziyaretçilerin Disney World’den çok daha fazla etkilendiğini söylemek mümkün bence.

Bir de, -söylemeyi unuttum- doğumgünü olanlar o gün istedikleri bir Disney Parkı’na ücretsiz olarak girebiliyorlar. Yakalarına ‘doğumgünü çocuğu’ yazılı bir kart takılan çeşitli yaşlardan bu kişileri her gören mutlaka doğumgününü kutluyor ve ona mutluluklar diliyor. Tam bir sevgi kelebeği ortamı anlayacağınız!

Belki de bu tarz eğlence parkları 80’lerde çok daha cazipti. Hem insanların gözlerinin ve zihinlerinin çok açılmadığı zamanlar olduğu için, hem de gerçek hayatta olmayanları vadederek hayal gücünün sınırlarını zorladığı için. Şu anda internet, 3 boyutlu filmler, iletişim çağının çıplaklığı ve belki de Amerikan rüyasının modasının geçmiş olması, Disney World’ü de biraz demode hale getirmiş açıkçası. Artık galiba hiçbir şeyin bizi şaşırtmayacağı bir çağda yaşıyoruz. ‘Gerçekten daha gerçek’lerin tavlayabildiği insanlar hala olduğu gibi, gerçeği saf ve pürüzlü haliyle tercih edenlerin sayısı da çoğalıyor. Yani Disney amcamızın dünyasını görmeyerek çok bir şey kaybetmiyorsunuz, oradaki atraksiyonların benzerleri sizin oralardaki eğlence merkezlerine gelir zaten, merak etmeyin. Bu arada oyuncakların içinde normalde fotoğraf makinası ya da kamera kullanmak yasak, ortama tam bir gizlilik hakim ama you tube sağolsun, tüm Disney eğlencelerini internet dünyası sayesinde sadece izleyerek de olsa tecrübe etme şansınız var. Son olarak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, açık hava olmasına rağmen Disney World’de sigara içmek yasak, koskoca parkın içinde küçücük bir serbest alanı haritadan bulup bir zahmet oraya kadar yürümeniz gerekiyor, ‘buranın neresi özgürlükler ülkesi’ diye söylenme potansiyeli olanlara benden hatırlatması! Herkese ‘gerçek’ günler…

Fulya Akbuğa