Ağustos 1988: Aşk, her yerde aşk var!

 

Kalbim patır patır atarken TAROM’un (Romanya Havayolları)  kapısından içeri girdim. İlk kez  yurt dışına gidecektim ve ilk kez, üstelik kendi biriktirdiğim parayla, yurt dışı uçak biletimi alacaktım. Yüreğimde heyecanla karışık merak ve korku vardı…  Yıl 1988.

 

O sene başlarında “Bu yıl benim için ilk yurtdışı  yılı olacak“ demiştim. Yirmi yaşındaydım. Aslında yurt dışına gitmek ve orada yaşamak kendimi bildim bileli tek hayalimdi. Hep ilk göreceğim yer, Venedik olsun istemişimdir. Romantik yanım yüzünden sanırım. Çünkü Venedik’e gidince aşık olacağımı hayal ederdim.  Hayır ama, ilk göreceğim yer düşlerini kurduğum Venedik değildi. Ama çok iyi bir sebebim vardı yılların hayalinden vazgeçmek için. Aşık olmuştum, ömrümde ilk kez. Aşık olduğum adam İtalyan değildi. Belki de bu çok fazla dileğin bir arada gerçekleşmesi olurdu, kimbilir.  Ah, hayır o bir Avusturyalı idi ve aşık olmak için mükemmel biriydi. Leo, yıllardır beklememe deyecek kadar mükemmeldi. Ben o kalp atışlarıyla, ilk kez yurt dışına gitmek için TAROM’un ufak ve köhne ofisinde biletimi almaya çalışırken, aklımda hep Leo vardı. Venedik’in ne önemi vardı ki, ben  onun yanına Viyana’ya gidecektim. Üstelik altı hafta onunla kalacaktım. Üstelik o da beni heyecanla bekliyordu. Korkuyordum, doğru ama merakım ve aşkım çok daha ağır basıyordu…

 

TAROM’a gelmeden birkaç gün önce, postadan kocaman bir mektup almıştım. Leo bana yapmam gereken her şeyi sıralamış, Viyana ve Avusturya haritalarını yollamıştı.  İlk kez Leo’nun uyarısıyla “vize” kelimesini öğrenmiştim. O yıllarda Avusturya Hükümeti Türk vatandaşlarına henüz vize uygulamıyordu.  TAROM konusunda da beni uyarıyordu Leo. Ama  o konuda yapabileceğim hiçbir şey yoktu, param ancak TAROM biletine yetiyordu. Çünkü o yıllarda hem öğrenci, hem de rehber olarak çalışan bir genç kızdım. O dönemlerde Türkiye’de benim gibisine pek rastlanmazdı. Yani babası  bir fabrikada genel müdür olduğu halde, ihtiyacı olmadığı halde, okurken çalışan çok az  genç vardı. O dönemlerde Türkiye Levi’s, kutu Coca Cola, Adidas, vs gibi markalarla henüz yeni tanışıyordu. 1988 öncesinde markalar, şimdiki gibi her mağazada satılmazdı. O zamanlar, karaborsadan alırdık marka ürünleri. Bir de  Amerikan Pazarları vardı, Amerikan üslerinden gelirdi oralara mallar. Hatırlıyorum,  Kıbrıs’a gidip gelenler,  zengin(!) Kıbrıs’tan getirirdi  marka ürünleri. Ben Adana’da büyüdüğümden iyi bilirim ara sokaklarda  oluşan küçük karaborsa tezgahlarını. İstanbul’da bulamadım öyle yerler. Bulmaya vaktim de yoktu. Üstelik  İstanbul, o zamanlar dört milyonluk nüfusuyla, bana sonsuzluk kadar büyük ve büyüleyici gelirdi. Sonraları bir dünya dolaştım sayılır. Ama hala gözümde İstanbul bir tanedir. Soğukçeşme Sokağı yeni restore olmuştu o zamanlar. Sağ olsun Çelik Gülersoy. Sık sık Soğukçeşme Sokağı’nda  restore edilmiş ahşap evlerdeki kafelere gider,  çay içerek bütün gün oturduğum bahçelerinde  ders çalışırdım. İçlerini pek sevmezdim, bana kasvetli gelirlerdi. Ağır bir tarih ve anı kokusu vardı içinde o eski evlerin. Beni ürkütürdü. Aslımdan mı kaçardım, bilmem. Şimdilerde aslımı anlamaya çalışırken, o dönemlerde ne tuhaf bir ironi yaşıyormuşum. Şöyle demek daha doğru olurdu herhalde: Hayatımın şu anına kadar hızla bir göz attığımda, yaşadığım dönemlerin kendi aralarında bana kişisel gelişimimi kanıtlayan hoş bir ironisi var.  Hegel’in dialektiğini düşündüğümde yada Uzakdoğu’nun Yin Yang tanımlamasını, işte öylesi karşıtlıklar beni geliştirerek bugünlere taşımış. Başka kültürlere bulaştıkça insan, ya kendine iyice yabancılaşıyor, yada kendine daha bir sarılıyor. Bugün bu satırları yazarken, Uzakdoğu’dan Amerika’ya yaptığım tüm geziler sonunda, ben de her ikisininde gerçekleştiği görüyorum. Yani, hem başkayım hem de her zamankinden çok kendimim.

 

Evet, 1988’de Türkiye bugünün açık ve tüketici toplumu olmaktan çok gerilerde bir yerlerdeydi. O yıllarda henüz  Avusturya Türkiye’ye vize uygulamıyordu. Doğu  hala “Doğu Bloku” diye adlandırılıyordu. 1988’de ben yirmi yaşında bir genç kız, önümdeki on  senenin dünya tarihinde nelere gebe olduğundan habersiz, en romantik düşlerimle TAROM’un ufak ve köhne  ofisinden elimde ilk yurt dışı biletimle dışarı çıkarken, gözlerime dolan yaşlara engel olmak istemiyordum. Mutluydum. Bilinmeyene karşı içimdeki çocuksu merakla kendimi mutlu hissediyordum.

 

Günler kimi zaman çok hızlı, kimi zaman sonsuzluk kadar hareketsiz ve yavaş geçti. Hareket anı yaklaştıkça, tedirginliğim ve tedirginlikle  karışık coşkum arttı. Sonunda uçuş günüm geldi çattı. Uçağım sabah  3.15’te kalkacaktı. Viyana’ya Bükreş aktarmalı gidecektim. Son bir hafta doğru dürüst bir şeyler yiyememiş olmanın yorgunluğu vardı üzerimde. Annemle valizimi  son bir kez kontrol ederken biletimle pasaportuma sıkıca sarıldım. Annemin havaalanına gelmesini istemiyordum, ama annem ısrarla gelmek istedi. Ailem benim tek başıma seyahate gitmeme izin vermişti. Çevremdekiler çok şaşırmıştı ama babamın şunu dediğini hatırlıyorum:

 

“ İzin vermesem de gideceksin, sadece kendine iyi bak oralarda. “

 

Tahmin ettiğim gibi annem havaalanının önünde iki gözü iki çeşme ağlayınca, ben de engel olamadım göz yaşlarıma. Aceleyle annemi öptüm ve biran önce içeri girip gerginlikten kurtulmak istedim. Eski Atatürk Havaalanı o zaman gözüme öyle büyük görünmüştü ki, bir an nereye gideceğimi kestiremedim. Sonra kulağımda walkman ve  Dire Straits  dinleyerek  valiz ve bilet kontrolünden geçtim. Biraz oyalandıktan sonra diğer yolcuların arasına geçtim. Bizi en az on kez kontrolden geçirerek uçağa doğru hareket etmek üzere otobüse bindirdiler. Ağustos 22, 1988. Serin bir geceydi. Ufacık bir uçağın önünde durduk. Bir an “filmlerde gördüğüm  iki kişilik uçaklardan biri” diye düşündüm, öylesi ufak bir uçaktı bineceğimiz. Ve o ufak uçağın  kısa ve dar merdivenlerinden yukarı çıkmaya başladık. Uçağın kapısında bir adam bana:

 

“ Do you have  knife in your bag[1] ? “ diye sordu.

 

İngilizcem çok iyiydi ama soruya o an bir anlam veremediğim için birkaç kez soruyu tekrarlatınca, kapıdaki görevli hışımla çantamı alıp içini boşalttı. Ben, arkamda bekleşen insanlar varken , şaşkın ve tedirgin gözlerle olup biteni seyre daldım. İşte Romanya ve Romen insanıyla ilk yakın temasım böyle oldu. Sonra kıpkırmızı yanaklarımla uçağa bindim ve kulağımdaki müziğin sesini, korkumu bastırabilmesi için, sonuna kadar açtım. Chris  deBurgh  “ Don’t Pay The Ferryman “ i söylüyordu. Sonraki yıllarda aynı şarkıyı dinledikçe, aklıma hep o  korkuyla karışık suçluluk duygusu geldi. Suçlu olmadan  kendini suçlu hissedebiliyordu insan demek ki… O  gece bunu öğrendim.

Chris deBurgh söyle diyordu şarkıda…

 

Don’t pay the ferryman
Don’t even fix a price
Don’t pay the ferryman
Until he gets ya’ to the other side [2]

 

Artık çok geçti. Artık dönüş yoktu, sonu ne olursa olsun. Hani yüreğimde, dedim ya, bilinmeye karşı sonsuz bir merak vardı ve üstelik ömrümde ilk kez aşıktım diye… İşte o merak ve aşk  her şeyin, hatta korkumun bile öylesi üstündeydi ki, C. de Burgh’ün sözleri uzaklarda kalan annemin öğütlerine benziyordu. Hayatımda bir şeyler asla geri alamayacağım şekilde değişiyordu. Bunu hissediyordum, sadece adlandıramıyordum.

 

Ufak uçağımız şiddetli rüzgarla, belki de ufak olduğu için daha fazla hissedildiğinden kimbilir, öyle kötü sallandı ki, bazı anlarda dua etmek ihtiyacı hissettim. Servis yapılmadı Bükreş’e kadar. Sonunda tekerlerin yere değdiğini hissetmek harika geldi. Kendimi çok aç hissederek ve iyi yiyecekler bulacağımı ümit ederek  ve elbette sonu gelmeyen kontrollerden sonra diğer yolcularla birlikte havaalanının içine girdim. Bizi, transfer salonu diye bir odaya hapis ettiler dersem, abartmamış olurum. Tuvalete bile gidip geldikçe kontrolden geçiyorduk. Yemek için bir şey bulamadım. Fazla da dert etmedim. Asıl ilgimi çeken, pencereden dışarıya baktığımda Rus uçakları dışında hiç uçak görememek olmuştu. Her türlü Rus uçağı, büyük, küçük, askeri, sivil ama sadece Rus uçakları. Havaalanı içinde sadece askerler, otorite  ve hiyerarşi hissediliyordu. Her yerde bir eskilik göze çarpıyordu, çok temiz bir eskilik. Sanki her şey temizlenmekten eskimiş gibiydi. Bana hapishaneleri  düşündürdü gördüklerim. Sonra merak ettim ve kendi kendime  “ acaba hapishaneleri nasıl? “ diye sordum. İlk kez İstanbul başka bir güzel göründü gözüme, özgürce alamadığımız  Levi’s ve Adidas’lara rağmen. Kalabalığı özlediğimi düşündüm. Oysa sadece birkaç  saat olmuştu ayrılalı İstanbul’dan.

 

Airbus dedikleri bir başka uçağa bindik. Bu uçak Viyana’ya uğradıktan sonra New York’a devam edecekti. Bu uçuşta  da yemek servisi yapmadılar, sadece içecek verdiler. Yemekleri herhalde Atlantik yolcularına saklıyorlardı. Ama aslında hiçbir şey, Leo’yu görmek ve ona sarılmak dışında, umurumda değildi. Merak ediyordum beni özlemiş miydi? Mektuplarından ve telefonlarından özlediğini öğreniyordum ama gözlerimle görmek ve hissedebilmek istiyordum. Aşk ne güzeldi!

 

Uçak kısa sürede Viyana’ya iniş yaptı, sanki kalkmasıyla inmesi bir olmuş gibiydi. Burası Bükreş’ten o kadar farklıydı ki, İstanbul’dan da. Burası daha havadayken göz alabildiğine yeşillik bir yerdi. Evler elle düzeltilmişcesine sıralanmış, evlerin etrafındaki alanlar  aynı şekilde kalemle  çizilmiş gibi düzgün hatlarla birbirinden ayrılmıştı.  Havaalanı çok büyük, temiz ve düzenliydi. Havaalanına iner inmez hissedilebilen refah, Avusturya’yı  Türkiye ve Romanya’dan  ayıran en önemli özellikti diyebilirim. Yıl 1988. Bana Türkiye’nin “Avusturya gibi olabilmesinin” imkansızmış gibi göründüğü ilk anlar. Kısa sürede nelerin değişebileceğinden habersiz, “Türkiye Batılı olmaz, yıllar gerekir” dediğim ilk anlar. Pasaport kontrolünde gülen insanlar vardı, İngilizce konuşuyorlardı, basit ama anlaşılabilir İngilizce. Kalbimin atışları dışarıdan duyulabiliyor olmalıydı. Bilemiyorum; aklımın, beynimin durmaya yakın olduğu ender anlardan biridir dışarı çıkıp Leo’yu aradığım anlar. Ve işte benim, ince, uzun, gülümseyen, zeki Leo’m!  Birbirimize sarıldığımızda aramızda dinler, kültürler, diller yoktu. Ne hoş bir andı o. Sevginin evrenselliğini ilk hissettiğim anlardı o anlar. Sevginin gücünü ilk hissettiğim anlardı. Hayatıma en güzel anları ve bir o kadar da gözyaşını yazdıracak başlangıçlardı o anlar… Ellerinin titrediğini hatırlıyorum ve Mini’sinin içinde  evine doğru yola koyulduğumuzda, bana heyecanla etrafı anlatmaya başladığını hatırlıyorum. İşte ilk yurt dışı seyahatim. Tertemiz geniş caddelerde herkesin kurallara uyduğu  ufak bir Başkent’teydim. Viyana… Hani şu bir türlü ele geçiremediğimiz Viyana, kuşatılan ama hani şu topa tutmaya kıyamadığımız şehir.  “Hani Venedik olacaktı ama işte Viyana“ olan ilk seyahatim. Avrupa’nın ortasındaydım. Sonraları öğrenecektim ki, tıpkı bizim  Doğulu mu Batılı mı ikilemi içinde bulunmamıza benzer bir ikilemi var Avusturyalılar’ın: Avrupalı mıyız, Balkanlı mıyız? Cevabını aradan geçen on beş senede çözemediler, AB olmasaydı çözemezlerdi de.

Geçen günlerim rüya gibiydi. Altı hafta, ilk izlenimlerim dışında,  ne zaman başladı, nasıl geçti anlamadım. Öğle tatillerinde  mağazalarını kapayıp ürünleri dışarıda kilitsiz bırakan Avusturyalılar’a imrendim. Bisikletle şehir içinde gezmeye bayıldım. Sokaklarda amaçsız gezinmeye, mağazaların içindeki sayısız ürünlerin kalite ve sergilenişlerine hayran oldum. İnsanların tüm gün kafelerde oturmasına şaşırdım çünkü bana insanlar hiç çalışmadan sadece kafelerde oturuyorlarmış gibi geliyordu. Topfenstrudel ve Wiener Melange aklımda kalan en belirgin tatlar oldu. Şarabı ilk orada içmeye başladım, şaraba tutkum sonraki yıllarda Avusturya’da  gelişti ve şu yaşıma kadar tatmadığım Avusturya şarabı kalmadı diyebilirim. Avusturya, kırmızı şarabıyla ünlüdür ve en iyi kırmızı şarap Burgenland bölgesinde üretilir. En iyi beyaz şarap ise, Tuna kıyıları boyunca uzanan Wachau denilen alanda yetiştirilir. Avusturyalılar’ın Kaiser Dönemleri her mekanda ve  her davranışta hissediliyordu. Onlar bir imparatorluğun çocuklarıydı ve bunu sıklıkla hatırlatıyorlardı. İnsanlara  tıpkı  kraliyet unvanıymış gibi, bitirdikleri okulu vurgulayan unvanlar ekleniyordu. Herr   Magister   Schwarz  veya Frau Ing Hofmayer gibi isimler,  unvansızlara göre çok daha prestijliydi ve unvanın unutulması hoş karşılanmıyordu. Salzburg’ta Mozart’ın evine girdiğimde gözlerimden yaşlar boşalmıştı. Romantik olduğumdan değil, yaşamının iniş çıkışlarında hayatı yazmış bir adamın ruhuna tanık olduğumdan. Sanki aradan geçen onlarca sene, oraya işlemiş ruhu söküp atamamıştı. Viyana’nın her yerine sinmiş tarihe tanık olmak çok tuhaf bir şeydi. Şimdi müze olan Belvedere Sarayı’nda Sisi olarak tanınan güzeller güzeli Elisabeth’in  ünlü yağlıboya tablosunun önünde uzunca bir süre durduğumu hatırlıyorum. Tarihte önemli olan bir ülkede bulunmak, o ülkenin ne kadar ufalmış olduğunu görmek ve tüm bunlara rağmen insanların  eskiye hala nasıl sıkı sıkıya sarıldıklarını fark etmek ilginç bir deneyimdi. Hani bizde Osmanlı’ya bağlı ve Osmanlı günlerini hasretle ananlar vardır ya, öylesi bir şeyler… Binalar arasında gezinirken beni en çok rahatsız  eden, Ring etrafında yapılmış binaların imparatorluğun batışına sebep olmasına rağmen yapılmış olmalarıydı. Gösteriş nasıl bir histir ki, bir imparatorluk onun uğruna aç insanlarla dolu ve aynı zamanda  boş bir hazineye sahip olsun! Klimt’i orada keşfettim ve resimlerine hayran oldum; “der Kuss“ benim için en güzel tablolardan biridir. Bugün bile  masamda  seramik bir “der Kuss“ durur. Hundertwasser’in çılgın renklerine ve yapı anlayışına söyleyecek kelime bulamadım. İnsan yaratıcılığının sonu yok… Freud’u Viyana’ya gitmeden okumaya başlamıştım, sonraları daha da merak saldım. Art Nouveau  ile Viyana’da tanıştım, sonraları Prag’ta büyülendim… Hala hayalimde kendi yarattığım Art Nouveau bir sarayda yaşamak var! Ve altı hafta sonunda Leo,  benden  Viyana’da onunla birlikte kalmamı  istediğinde, bu istek hayatımın en gerçekleştirilmesi zor isteği gibi geldi. Yani üniversiteyi geride bırakacaktım, ailemi, arkadaşlarımı her şeyimi ve dilini bile bilmediğim bir ülkeye yerleşecektim. Yapamadım. Yapamadım ve yıllarca o an hayır demenin acısını yaşadım. Böylece hayatımın ilk aşkını, ilk ve son “ keşke “ sini,  ilk yurt dışı seyahatimi, ilk Doğu Avrupa ve Batı Avrupa  izlenimlerimi, kısaca benim için birçok ilki  Viyana yolunda yaşamış oldum.

Birkaç ay sonra Noel’de yeniden Viyana’ya gittiğimde, her şeyin düzeleceğini ve orada Leo ile kalabilecek cesarete sahip olacağımı sanıyordum. Noel harikaydı. 1988 noeli, yaşadığım ilk noelimdi. Sokaklar gerçekdışına benzer renkliliğe sahipti. Sıcak şarabı tattım, neol şarkıları öğrendim, ziyaretler yapıp, tanıdıklarımla noel yemekleri yedim. Sonunda ailelerin bir araya geldiği noel zamanında, ayrılığı yaşadım. Bugün bile noel zamanı yalnız kalmayı sevmem, noelde ayrılmayı sevmem, hayatımda, yanımda noellerde birileri olsun isterim. Orada kaldığım bir hafta hem benim, hem de Leo’nun ağladığı, kızdığı, sevgiyle karışık nefretin bir arada olduğu bir veda zamanıydı. Biz insanlar, görecelikler içinde yaşarken, zamanın her şey için ne kadar kısa olduğunu fark edemiyoruz. Geriye dönüp baktığımda, bir şeyleri kestirip atmadan, acıdan korkmadan biraz zaman isteyememenin  ve “sana döneceğim” kararlılığını gösterememenin  acısını hissediyorum. Bugün, bir ilişkiye “ ne olursa olsun, daima “ diye sarılmamın sebebi,  işte o günlerden kalan vicdan azabıdır. O hüzün dolu noelden sonra geçen altı ay, her gece yatağımda göz yaşlarına boğulduğum bir dönemdi. Leo’dan gelen her şeyi okumadan yırtıp attığım, acı içinde yok olduğum ve yine de geri dönemediğim tuhaf bir dönemdi o dönem.

 

Ağustos 1989: Hayat Oyunu 

 

Ama hayat denen şey oyununu oynamaya görsün, insan başına gelenlere şaşıp kalıyor. Ağustos 1989 ‘da İstanbul’da bir Avusturya’lı firma için çalışmaya başladım. Firmanın işi tekstildi. O dönemlerde tekstil Türkiye’de yeni yeni hareketleniyordu. Tekstil çalışanları ya çok usta terzilerdi ya da eğitimsiz insanlardı. Arada bir değer yoktu. Bir atölye kurdum Beşiktaş’ta. Altı yedi kadar çalışan vardı yanımda. Hatırlıyorum, Toktamış Ateş Hoca’m yanına gittiğimde bana, “ önce üniversiteyi bitir, sonra seyahat et ve çalış “ diye öğüt vermişti. Ben ama istediğimi yaptım: Seyahat etmeyi ve çalışmayı tercih ettim.

 

O dönemlerde Türkiye’de türban olayları, özellikle İstanbul Üniversitesi önündeki protestolar artıyordu. Türkiye Kürt kelimesini yüksek sesle tartışıyordu. Dünyada bir yanda barışçıl söylemler, birkaç senedir devam eden silahsızlanma varken, diğer tarafta çatışmalar devam ediyordu. Doğu Bloku çöküyordu… İnanabilmek mümkün değildi ama komünizm dağılıyordu… Soğuk Savaş Dönemi’nin sonu gelmişti.

Değişimler belirsizlikleri yanında getiriyordu… Mutluluğa karışan korkular, gülüşlere karışan ağlamalar… 1989 sonbaharı.

 

Ekim 1989’da Avusturya’ya gittiğimde Leo’yu aramak cesaretim yoktu. Arayıp ne diyebilirdim ki? Gururuma yeniliyordum. Ayrılan bendim, aramak istemiyordum. Gözlerim yaşlı gezmeyi, onu aramaya tercih ediyordum. Ve sonunda benim Leo’m hayatına başka birini kabul etti. Bunu ortak bir arkadaşımızdan öğrendiğim gün  hayatımda kalbimin, gerçekten ilk kez fiziksel olarak ağrıdığı, gündür. Hayatta hiçbir şey daimi değil ama değişimleri kabul etmek zor, çok zor. Her gün kendime şunu söylüyordum:

 

“Her şey değişiyor,  artık sen de değiş ve geçmişe saplanıp kalma. “ Dünya değişiyordu.  Benim kalbim hala  Leo’da sabitti. Hayatıma gelince, ilk Uzakdoğu seyahatime hazırlanıyordum. Tayland’ın kuzeyindeki Chiang Mai bölgesinde koleksiyon hazırlayıp, defile yapacaktım. Avusturya’da her şey inanılmaz pahalıydı. Hatırlıyorum en iyi kalite bluzun Türkiye’de bana mal oluş fiyatı en fazla 70-80 ATS (Avusturya Şilini) idi. Aynı bluzu Avusturya’da toptan 390 ATS’ye satabiliyorduk. O zamanlar şilin 100.000 TL civarındaydı. İlk Uzakdoğu seyahatim benim için çok önemlidir; o gezi bana gülümsemeyi öğretti. Hayatı daha hafife almayı, hayatın ve anların keyfine varabilmeyi. Uygulamayı yıllar sonra öğrensem de, en azından teorik olarak Uzakdoğu Felsefesi hayatıma o dönemde girmiş oldu. İlk defilem çok başarılıydı, çok para kazanmaya başladım. Sonunda, kendime güvenim artmaya başladığından mıdır, bilemiyorum, Leo’yu aramaya karar verdim.

 

1990 Başı ve 1991: Kader bazen bir  cümleye bağlı, ah bilebilsek hangi cümle

 

Eşi olacak hanımla ilk ve son  tartışmamı Leo’yu ararken  yaptım. Dürnstein diye bir yerde görüşecektik; ben, Leo ve sevgilisi. Dürnstein, Avusturya’da en sevdiğim yerlerden biridir.  Tuna kıyılarında tepelerin yamaçlarında kurulmuş, üzüm bağları ve kiraz ağaçlarıyla kaplı çok şiirin bir kasabadır. İnsan orada  gezinirken  hala 1900lerde yaşıyormuş gibi hissedebilir. Çok acı bir görüşmeydi. O kadar uzun süre Leo ve sevgilisiyle  nasıl gülüp konuştuğuma kendim bile sonradan hayret ettim. Saatler sonra ayrıldığımızda, tek istediğim ağlamaktı. Unutamadığım, hala sevdiğim insanın, yanı başımda olmasına rağmen, bir başkasına sarılmış olduğunu görmek çok acı bir deneyimdi. Onu hala unutamadığımı söyleyemedim. Ona, onu hala çok sevdiğimi söyleyemedim. Yüreğimde kıskançlığa karışan acı, kızgınlığa karışan derin sevgi… Hayır, Leo’ya hislerimi söyleyemedim. Zaten söylemenin bir anlamı olabilir miydi? Cevabı on sene sonra basit bir cümle ile öğrenecektim.  O  gün, ilk kez Dürnstein’dan geçen ve Budapeşte’ye Tuna üzerinden giden gemilerden birine atlayıp Macaristan’a gitmek geçti içimden. Kendimden kaçmak istedim, Avusturya’dan. Sanki fiziksel uzaklık, beni Leo’dan veya  Leo’yu benden uzaklaştıracakmış gibi.

 

Aklıma bir kez Budapeşte, ne olursa olsun, takılmıştı ya… Birkaç gün sonra kendimi arabayla Macaristan’a giderken buldum. Vize gerekiyordu ve sınırda alacaktım vizemi. Of, o ne kuyruk, o ne bekleyiş, o ne ilkellik ve Bükreş’tekine benzer otorite… Komünizmin son onlu senelerde işlemediği bir ülkede, Macaristan’da, otorite ve hiyerarşi vardı… Sınırı geçer geçmez, Avusturya ile Macaristan arasındaki fark göze çarpmaya başlıyordu.  Fakirlik her yerde hissediliyordu. Ev fiyatları çok komik rakamlardaydı; üç bin metrekarelik bahçe içinde evler  50.000 ATS civarındaydı. Bu rakam 1998lere gelindiğinde, yani  sekiz sene içinde, 800.000 ATS lere kadar çıkacaktı. Bizim Doğu illerimize benzer bir manzaraydı karşılaştığım. Benzer manzarayı, aynı sene içinde, üstelik bir de ürkütücü olacak kadar  hırsızlık olaylarıyla, Bulgaristan’da yaşayacaktım. Doğu denilen yer, ya da diğer bir deyişle Balkanlar, Avusturya Macaristan sınırında başlıyordu gerçekten. İnsanlar kılık kıyafet olarak, tarz olarak bize, Türkler’e, benzemiyordu, daha moderndi ama  mekanlar  öylesi fakirlik içindeydi ki, İstanbul ve diğer büyük şehirlerimiz, eğer bir kıyaslama yapacaksak, buralardan kat  kat  gelişmiş ve modern sayılırdı. Her şey öylesine ucuzdu ki, hatta Türkiye’den bile , bazen inanılmaz geliyordu. Doğu Avrupa’da gezerken, Türkiye’ye gelen Alman, Hollandalı ve Avusturyalı turistlerin neden Türkiye’deki her şeyi ucuz bulduğunu anladım. Benzer duyguları ben Doğu ülkelerinde yaşıyordum. Oralarda zengindim ama söz gelişi berbat bir mutfakları vardı. İyi yemek yemek , Macaristan dışında, çok zordu. Çünkü yemek kültürleri patates, sosis, salam ve etten ibaretti. Salata istediğinizde önünüze karışık turşu getiriyorlardı. Her doğu ülkesinin, tıpkı Avusturya’da olduğu gibi,  kendine has Schaps’ları vardı. Doğrusu ev yapımı Schnaps çok lezzetli olurdu. Hatırlıyorum, bir kez Avusturya’da bir dağ zirvesine çıkarken çok karda kalmış ve adeta vücudumu hissedemez olmuştum. İçtiğim Schnaps olmasa,  uzun süre kendime gelemezdim.  Macaristan, eski Yugoslavya ve Bulgaristan mutfağında bizim mutfağımıza has  yemekler ve tatlar vardı. Sağ olsun Osmanlılar. Söz gelişi, dolma, kebap, yoğurdun kullanılışı gibi. Çek Cumhuriyeti, mutfağı en kötü olan ülkelerden biriydi. Aradan geçen senelerde kanımca değişen hiçbir şey yok. Zwetschge tatlıları dışında Çekler’in hemen hiç  tatmaya değer yiyecekleri yoktu ve hala da yok.
 

Dünya hızla değişiyordu… Doğu Bloku denilen baş düşman dağılmıştı. Oysa daha birkaç sene önce sağ ve sol yüzünden Türkiye’de insanlar birbirini doğruyordu. Peki, ABD bundan sonra ne yapacaktı? İnsanlar meraklı gözlerle bilinmeyen Doğu’yu gözlüyordu. Herkes bilinmeyen kutuya akın etmek istiyordu. Doğu’ya gidebilmek için her yerde izdiham vardı… Eski akrabalar birbirini arıyordu ve akıllarda tek bir soru vardı: Almanya 9 Kasım 1989’da resmen birleşmişti ama gerçekten Doğu ile Batı arasında uyum sağlanabilecek miydi? Almanya ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan birleşmeyi başarıyla yürütebilecek miydi? Bir tanıdığım Batı Alman  Doğu’ya yaptığı yatırımdan bin pişman olmuştu. Şöyle dediğini hatırlıyorum:

 

“Herkes komünizm ile tembelleşmiş, bizi soyulması gereken zenginler olarak görüp, çalışmadan para kazanmak istiyorlar. Disiplin ve kalite anlayışı yok. Çok zarar ettik, devletin desteğine rağmen Doğu’da iş yapılamaz. Teşviklerin anlamı yok. Bir daha asla Doğu’da bir şey yapmam, onlar Alman değil.“

 

İşte kültür farklılığı denilen şey bu. 45 senede , bir jenerasyon sürecinde, aynı ülke içinde, aynı kökenden gelmiş insanlar, sadece farklı yönetimler altında yaşadıkları için birbirlerine böylesi yabancılaşabiliyorlardı. Bana abartı gibi gelen o cümlelere benzer konuşmaları daha sonraları pek çok kişiden duyacaktım; kimi zaman Doğu Almanya, kimi zaman Çek Cumhuriyeti, kimi zaman Slovakya için… Doğu, o zamanlar hala, Doğu idi.Bu arada, Türkiye’de türban olayları artarken, Güneydoğu meselesi uluslar arası arenalara taşınmıştı.. Herkes turizm ve tekstilde  patlamadan söz ediyordu. Bilen bilmeyen, önüne gelen herkesin gönlünde tekstil veya turizm ile uğraşmak vardı.

 

1993- 1994: Hızla Değişen Doğu

 

Bulgaristan’a bu kez İstanbul’dan gidecektim. Daha önce iki kez Viyana’dan İstanbul’a arabayla gelirken geçmiştim Bulgaristan’dan. Her ikisinde de çok korkmuştum. İnsanlar yollarda kendilerini yabancı plakalı arabaların önüne atıyor veya arabalar durunca pencerelerine  yanaşıveriyorlardı. Hırsızlık çok fazlaydı. Bulgar yollarında  göze çarpan tek tük Bulgar plakalı arabalar, Rus yapımı Murat 124’e benzer çelimsiz, nasıl olup ta gidebildiğine akıl sır ermeyen, ufak tenekemsi arabalardı. Bakmayın, kapitalizm ve rekabet denen şeyin iyi yanları da var; en azından bu piyasalarda tüketici, ürünün en iyisini sunmaya çalışan bir sürü arz karşısında şımarma lüksüne sahip. Türkiye’de 1987 öncesinde ve Doğu Bloku’nda 1991-92lere kadar bu lüksten söz etmek mümkün değildi. Yanımda, bir sene sonra evleneceğim, İngiliz erkek arkadaşım vardı.  Bu kez Sofya’da kalacaktım. Ama Sofya eski Sofya , Bulgaristan eski Bulgaristan değildi. Çok şaşırmıştım. Fakirlik aynı fakirlik ama caddeler ve sokaklar korkulası değildi. Hatta gece yarısı rock bar’lardan çıktığımızda bile değildi. Operaya  gittik, muhteşemdi. En önlerde yer ayırtmıştık. Bilet ücreti 1 Mark idi. Sinemaya gittik, İngilizce filmler oynatılıyordu ve bilet yine 1 Mark’tı. 1 Alman Markı… Kocaman iki kişilik pizza için yine 1 Mark verdik. Müzelere giriyorduk, o da ne? Her müzede Osmanlı Dönemine ait  bölümler kapalıydı. İnsanlar, Osmanlı’dan söz etmek istemiyordu. Sanki Osmanlı Doğu Bloku’nun suçlusuymuş gibi. Oysa Osmanlı döneminde komünist döneme göre çok daha rahat ve özgürdüler. Her yerde hemen göze çarpan aşırı dini öğeler vardı. Yılların yasaklanmışlığına karşı zafer kazanmış olmanın kanıtıydılar belki de. Herkesin boynunda haç. Katolik Avusturya’da bile bu kadar haç takan yoktu. Beni büyüleyen bir Bulgar akşamına katıldık. Bulgar halk dansları ve Bulgarlar’a has sözsüz şarkıların okunduğu bir geceydi. Gözlerim yaşarmıştı. İnsan sesinin, özellikle kadın sesinin,  büyüleyici bir etkisi var üzerimde.  Beyaz köpüklü Bulgar şarabına bayıldık, tatlımsı bir tadı vardı. Kahveleri Türk kahvesi ile espresso arasında bir şeydi ve tadı berbattı. Latince yazıldığında anlaşılıyordu ama bazı şeylerin adı Türkçe idi, söz gelişi,  leblebi ve kebap.

 

Aynı sene Prag’a gittik. Temmuz  1994. O senelerde Prag’ta kalabalıktan sokaklarda yürümek imkansızdı. Tıpkı Beyoğlu gibi, şehrin merkezi yirmi dört saat ayaktaydı  . Kafka Cafe’de oturduk birkaç kez, geceleri çok geç saatlere kadar sokaklarda içip dans ettik tanımadığımız insanlarla, herkes bir şeyleri kutluyordu coşkuyla, bitmeyen bir kutlama gibiydi bu.  Yemekler hala berbattı ama kimin umurundaydı ki? Oteller hala öğrenci yurtlarını andıran ilkellikteydi ama zaten herkes birkaç saatliğine uyumaya gidiyordu. Çekler Macarlara göre daha uyanık ve sahtekarlığa yatkındılar. Genellemelerden pek hoşlanmam ama  ben, Macarlar’ı Avusturyalılar’a, Çekler’i Almanlar’a benzetirim oldum olası. Çekler her an kavga çıkarmaya  meraklıydılar. Ayrıca Prag’a olan talep onları çok şımartmıştı. Çoğu zaman saygısızlığa varan davranışlarda bulunuyorlardı. Prag’a bir sene sonra  gittiğimde yaşadığım hayal kırıklığı ve karşılaştığım paragöz, üç kağıtcılık o kadar fazla oldu ki, bir daha Prag’a gitmek istemedim.

 

1995- 1997: Değişimlerin Bedeli

 

Evlenip tamamen Avusturya’ya yerleşmiştim. Sevgili Leo ile ailecek görüşüyorduk. Onun iki kızı vardı. Eşi benden hoşlanmıyordu, ben de ondan. Ayrıca Leo eşimden eşimde Leo’dan hoşlanmıyordu. Belki de bana öyle geliyordu, kimbilir. Ama olsun. Arada bir  eski günlerimizi anıyorduk ya. 1995’te Avusturya AB’ye, ülke içindeki tüm karşı çıkma ve protestolara rağmen, girdi. Her şeyin bir anda değişmesini bekliyorduk ama öyle ani bir değişiklik filan olmadı. Bir zaman sonra  protestolarda sona erdi. Avusturya’da fiyatlar inanılmaz düşüşler yaşıyordu. Artık toptan satışlarda, yukarıdaki bluz örneğine dönersem, 390 ATS’lik satış mağazanın satışı haline gelmişti. Bu şu demekti: 70 ATS’ye mal ettiğimiz bir bluzu toptan satışta en fazla 198 ATS’ye satabiliyorduk. Karlılığını duyarak para kazanmak için tekstile sarılan çoğu işten anlamayan Türk, piyasayı sürekli bozuyordu. Herkes daha fazla mal satabilmek için ucuzluk yapıyordu ancak ucuzun da, piyasa içinde firmaların devam edebilmesi ve yaşayabilmesi için, bir alt değeri vardı.  Kısa süre sonra tekstil ile uğraşan ve iflas eden Türk firmalar birbirini izledi. Sonunda Doğu’dan gelmeye başlayan mallarla Türkler, ucuzun   limiti olmadığını fark etmeye başladı. Çoğu firma vakitlice daha iyi kazanamadığına yandı. Ancak çok geçti. Çünkü Çin, ortalığı kavuruyordu.

Avusturya, Bosna Hersek Savaşı’ndan kaçan ilticacılarla dolup taşıyordu. Hükümet gelen insanlara kalacak yer, iş bulmaya çalışıyordu. Hırsızlık ve dilencilik ilk kez belirgin olarak görülmeye başlandı. Viyana’nın göz bebeği caddelerde, Ring etrafında dilenciler neredeyse adım başı gibiydi. Artık insanlar eskisi gibi mağazalarının önünde ürünlerini bırakamıyordu, bıraktıklarını kilitleyerek bırakıyorlardı. Bazı semtlere akşam gidemiyorduk. Her Bezirk’te Hint, Çin, Türk, vb. restoranlar, mağazalar göze batıyordu. Her şey, sevgili Hegel’in dediği gibi, kendi karşıtını doğurduğu için, Avusturya’da da hızlı değişimlerden korkanlar            “ nasyonalizm” e sarıldı ve Dr. Jörg Haider aşırı sağ partisiyle popüleritesini arttırdı. “3. Weltladen ” mağazaları çok popüler olmaya başlamıştı. Butik vari mağazaların yerini büyük alış veriş merkezleri alıyordu. Piyasa, hem AB içinden, hem de eski Doğu Bloku mallarıyla birlikte Türk ve yeni piyasaya giren Çin  ürünleriyle rekabet edemez duruma gelmişti. Ancak Avusturya Hükümeti ve meslek kuruluşları, çok akıllı kararlar alıyordu. Avusturya ürünlerinin rekabetini arttırabilmek için, söz gelişi tarım alanında organik tarım ile, kaliteden söz ediyorlardı. Sonraları deli dana hastalığı ve gen teknolojisindeki ürkütücü gelişimler, savaşın hüznü ve dehşeti Avusturyalılar’ı kendi ülkelerinde  tatil yapmaya, kendi ürünleri kullanmaya teşvik etti. Ekonomi, sonraları yaşayacağı durgunluktan habersiz,  yeniden canlılık göstermeye başladı.

 

Aynı dönemlerde Türkiye, Tansu Çiller ve henüz tam anlayamadığı Gümrük Birliği Anlaşması ile  hem bayram havası yaşamış, hem de inanılmaz bir ekonomik kriz ile çalkalanmıştı. Çiller’in Başbakan olduğunu, 1993’te Viyana’da bir Türk restoranında yemek yerken öğrenmiş ve o an ağlamaya başlamıştım. Demek benim ülkemde de bir kadın başbakan olabilirdi. Tansu Çiller’in, arkasında onca destek varken, böylesi bir başarıyı; Süleyman Demirel’den yüzde 28’de aldığı DYP’yi 1999 Seçimleri’nde yüzde 12’ye düşürerek, birkaç sene içinde yok edişi , benim için,  hala anlaşılamaz bir ihtirasın ürünüdür. Doğrusu şaşırmamam gerekirdi, sonuçta Cumhuriyet tarihi  koltuğunun hakkını veremeyen ve oraya yapışan politikacılarla dolu değil miydi? Ama insanoğlunu ayakta tutan iyimserliği değil mi, umut değil mi? İşte öylesi bir umuttu benimki de o zamanlar. Değişebilecek, ilerleyebilecek bir Türkiye düşledim; hakkındaki imajları yenileyebilecek, irticayı ortadan kaldırabilecek, işkenceyi durdurabilecek bir Türkiye umudu vardı içimde… “ Doğulu mu, Batılı mı? “ tartışmalarına son verebilecek ve “ gelişmiş bir Türkiye için hep birlikte el ele “ diyebilecek bir Türk toplumu olabilmek vardı gönlümde. Aynı umut, 2002 senesine geldiğimde, beni Avusturya’dan Türkiye’ye taşıyacaktı.

 

Türkiye skandallarla sallana dursun, aynı dönemlerde  eski Doğu Bloku ülkeleri   hızla gelişim içine girdiler. Özellikle Macaristan, Slovakya ve kısmen Çek Cumhuriyeti’nde Avusturya yatırımları yoğundu. Çek Cumhuriyeti’nde Alman yatırımları yoğundu. Polonya’ya çıkıldıkça ve Baltık Ülkeleri’ne doğru,  ABD yatırımlarının yoğunluğu  göze çarpıyordu. Bir süre sonra Alman firmalar Avusturya firmalarını teker teker almaya başladılar. Eski Doğu Bloku ve Avusturya  bir nevi Alman’laşıyordu… Genel olarak Avusturya, yüksek teknolojik üretim ve kalite anlayışıyla ekonomisini ayakta tutabilmeyi başardı. 2000’li yıllara gelindiğinde Avusturya firmalarının  Bulgaristan ve Romanya’da ağırlıklı  yatırımları göze çarpmaya başlayacaktı. Aynı akım ilk gelişmeye başlayan Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve hatta Polonya için bile geçerliydi. Artık ilkler gelişmiş Avrupa ülkeleri sayılabiliyor ve kendilerine göre daha az gelişmiş  eski Doğu Bloku ülkelerinde ve Uzakdoğu’da yatırım yapabiliyorlardı.

 

1998: Titanik  ve Son Sözler

 

Bir cafede otuzuncu yaş günümü kutluyordum. Aslında doğum günümden birkaç gün sonraydı. Titanik filmi yeni çıkmıştı. Leo sordu:

 

“ Did you see Titanic ?[13]

 

“ Yes, I did.[14]

 

“ When I watched the film, I only thought about you. She was very much like you.[15]

 

“ Really? [16]“  Başka ne diyebilirdim ki?

 

“ Tell me, did you ever love me?[17] “ Biran acaba yanlış mı duyuyorum dedim kendi kendime. Ama cevapladım,  belki de on senenin ve evli olmanın getirdiği rahatlıkla.

 

“ I did love you, very much.[18]

 

“ Why didnot you ever show me, why not especially in Dürnstein?[19]

 

O zaman anladım ki, Leo Dürnstein’da  beni gördükten sonra karısına evlenme teklif etmiş. Ben Dürnstein’da onca saat  gururumun arkasına saklanmak yerine açık yüreklilikle Leo’ya  sevgimi söyleseymişim… İşte öylesi çaresiz anlarda insan, kaderin arkasına sığınıyor. Ben de öyle yaptım. Yoksa vicdan azabı ve pişmanlığın elinde esir olurdum ölene dek…

 

Hayat, hissedebilen ve görebilenler için, işte böyle inanılmaz sürprizlerle dolu. Bazen değişimler öyle güçlü ki, insanları arkasından sürükleyiveriyor ve hatta tıpkı bir girdap gibi, insanı içine alıp bir taraflara savuruveriyor. 1988 ile 1998 arasında  Avusturya ve Doğu Bloku tarihine yakından tanık olurken, ruhum  da geri dönülmez bir şekilde değişti. 1998  yılı 14 Şubat akşamı kafam karmakarışık,  henüz iki yaşındaki oğlumu severken, aklımda Leo’nun bir daha asla tartışmayacağımız sözleri vardı.  Eve geldiğimde eşime sarıldığımı hatırlıyorum. O an eşimin  “ evlenmek için doğru insan, oğlumun sahip olabileceğim en güzel çocuk  olduğunu”  düşünmüştüm.  Hayattaki tek gerçek ve karşılıksız sevginin, en azından benim için, sadece insanın evladına karşı olmadığını, o gece öğrenmiş oldum. Sevdiğinde insan “ her koşulda, daima “ diyerek sevebilmeli ve bunun için bazen gururundan fedakarlık edebilmeli. Ben, 21. yüzyılın günlük ilişkilerine ve hızlı değişimine ayak uyduramıyorum. Değişimi kabul ediyorum ama kendi adıma hala direniyorum. Galiba Mozart ve Nazım Hikmet ile yaşamı , Beethoven ile tutkuyu, P. Neruda ile  devrimi, Balzac  ile romantizmi, I. Elisabeth ile başarıyı, Sarte ile düşünmeyi, Shakespeare ile insanı anlamaya çalışmayı, Mevlana ile hümanizmi, Edward ve Simpson’ın aşklarıyla aşkı hissedebilmeyi,  bugünün anlık yanılsamalarına  tercih ediyorum…

Deniz Kite