Akıl sözcüğünün kökenini biliyor musunuz?

Ses uyumlarına uysa da Türkçe değil, Arapça kökenli bir sözcük. Develerin çiftleşme dönemindeki azgınlıklarını, ya da kervandan birden koşup ayrılmalarını önlemek için, ön ve arka ayaklar arasında çapraz bağlanan ve devenin yürümesine izin verecek kadar bol, ancak koşmasına, ya da çiftleşmesine engel olacak kadar kısa bir ipin adı “akl”.

Zekamızı frenlemek için öğrendiğimiz yol, yordam ve bilgilerin özeti. Başkalarının cümle ve seslerinden oluşan bir işletim sistemi. Denenmiş yolların, bilinen çözümlerin bizi mutsuzluklardan koruduğu, ama mutsuzluk riskleri yüzünden mutluluklara bir türlü izin vermediği üslubun yöneticisi.

Akıl kötü değil, sadece yetersiz. Çünkü beş duyu gerçekliğine hapsolmuş, bilimsel metodun, var olduğunu ispatlayamadıklarını, reddetme kolaycılığına razı olmuş bir alet.

Uygarlığımızın bugün gelmiş olduğu noktada, bilimin kat ettiği mesafeye, bilginin damlaya damlaya aktığı ve göl olduğu zamanlardan, bugün nehirlerce gelip, okyanuslarca birikmesine ve artık kolayca ulaşılabilir hale gelmesine minnettar olmalıyız. Çok kısa sürede çok büyük mesafeler aldık. Bilginin birikme hızı sürekli hızlanıyor. Buna yetişmeye çalışmak imkansız. İnsanlar da zaten peşinden koşmaktan vazgeçmek üzere. İlgilendikleri kadarıyla yetinmek istiyorlar. Başta google, bilgiyi filtrelemeye yarayan her alet, artık çok önemli.

Ama beynimizi acıtan kıymıklar var. Daha büyük bir gerçek olduğunu hissediyor ve hücrelerimizin içinde biliyoruz. Bu daha büyük gerçeğe nasıl ulaşılacağı muamma.

Bilgi, daha çok bilgi, bitmeyeceğini bilsek de, vazgeçemediğimiz bir hakikat arayışı. Bu bilgiyi umutsuzca arıyoruz. Bunun bilinçaltı nedeninin aslında eskiden bu bilgiyi bilmemiz, ama bıngıldak ya da taç çakranın kapanmasıyla unutmamız olduğunu düşünenler var. Eskiden derken, bazıları doğmadan önceki halimizi kast ediyor, bazıları tufandan önceki uygarlıkları.

Bugün bir çok ezoterik öğretide bilginin kaynağı olarak gösterilen kitaplar var. O kitaplar neyin sembolü? Bu konuda en eski bilgiler, Burak Eldem’e selamlar, bizi Sybil Kültüne götürüyorlar. Sybil rahibelerinde mevcut olduğu iddia edilen ve dünya hayatını, dünya bilgisinin üzerinde bir bilgelikle açıklayabilen, önemli kitaplar var. Bu kitaplar, ya yakılıyorlar, ya da gizleniyorlar, ve o tarihten sonra başta Eski Roma olmak üzere, Pisagorculuğun da dahil olduğu bazı inançlar ve bunların yerine kaybolmuş bilgeliği sembolize eden bazı kitapları çalışmalarında açıyorlar. Bunun dışında birçok başka seçenek de var, İskenderiye kütüphanesi, Hermes’in tablet ya da kitapları, ya da iki büyük sütuna yazılmış, ya da büyük kristal taşlara kodlanmış, eski bilgiler. Ezoterik örgütler bu geleneği buradan almamış olabilir, ama bilebileceğimiz en eski açıklama bu. Bir başka gelenek de, kitapların, kimin hazırladığı konusunda farklı kabuller olsa da, tufandan önce hazırlanmış ve tufan öncesi bilginin kaybolmaması için korunmuş, ancak bugün nerede oldukları ve içerikleri tam bilinmeyen kayıp bilginin sembolü olduğuna inanıyor. Ezoterizm ve tufan ilişkisi çok ama çok önemli, ama bu, başka bir paylaşımın konusu. Bugünkü uygarlığın bilgisi için 18. yüzyılda aynı çabayı göstermiş olan Ansikopedistleri saygıyla anmak lazım.

Ancak hakikati ararken olmazsa olmaz aletlerden biri de bilim. Ezoterik düşüncenin bugünkü örgütlerini şekillendirenlerin çok büyük bir bölümü filozoflar ve bilim adamları. Ve aklın sorgulaması olmadan insanlığın ilerleyemeyeceği bir gerçek.

İşte burada bir ikilem doğuyor. Ve bu birçoğumuzun zihnini ve vicdanını meşgul ediyor. Çünkü “bilim ve kutsal kitaplar ya da varlığı meçhul kayıp bilgiyle hakikate ulaşma yolları nasıl sentezlenecek”, “nasıl ikisinden birden besleneceğiz”, “hangi noktada hangisine ağırlık vereceğiz” gibi sorular var.

Bu yüzden bu ara birçok mecrada bu konuda araştırmalar, bir çok yerde bu çerçevede konferanslar var. Bilgi mi, içten gelen sezgi mi, akıl mı, ona zaman zaman meydan okuyan zeka mı, okumak mı, yoksa sadece okumanın insanı zihninden özgürleştirmediğini savunan pratik ezoterik çalışmalar mı? Hakikate nasıl ulaşacağız?

Tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları hem çok önemli bir hakikat kaynağı olarak kabul ediliyor, hem de üzerlerinde büyük tartışmalar var. Eğer hakikatin temel referansı olarak kabul edersek, bilimle çeliştiği zaman ne yapacağımızı bilemiyor ve henüz yeterince anlayamadığımızı, ileride bilimin gelişmesiyle kavrayabileceğimizi düşünüyoruz. Eğer hakikatin dinde değil, bilimde olduğunu düşünüyorsak, o zaman da kutsal kitapları yok sayma eğilimi, aslında bilimin temel şartı olan şüphecilikten uzaklaştırıyor. Burada temel sorun, vahiyin tartışılmazlığı. Doğrudan ilahi kaynaktan gelen mesajlar kesinlikle doğru mu, kesinlikle yanlış mı, arasını bulabilir miyiz?

Bilimsel açıdan baktığımızda vahiy, akılla açıklanamayan bir şey. Sözlük anlamıyla Arapçada “ilham yoluyla ve hızlı olarak mesaj verilmesi” olan vahiy, mesajın içeriğinden çok, alınma biçimleri sebebiyle, insanlarda güvensizlik oluşturuyor.

Çünkü herkes vahiy alamıyor, ya da öyle sanıyorlar. Vahiy alan kişi, bulunduğu toplumlarda ya deli, ya da kutsal bir kişi olarak kabul ediliyor. Hz. Muhammed’in vahiy sırasında yaşadığı değişiklikleri, temporal lob epilepsisi sendromlarıyla açıklayanlar var. Ya da çoğu sahtekar olan medyumların, ilahi kaynaklardan mesaj alırken, bir çok korkutucu bedensel değişim yaşamaları gibi olgular var. O zaman biz mesajı alanın, bunu normal bir haldeyken neden alamadığını düşünüp, sorguluyoruz.

Halbuki, başta İslam’ın vahiy kabulünde, ve bir çok tekamül öğretisinde, insanın zihninin sesini durdurabildiği anda, başta kalbindeki bilgelikle, sonra da içindeki tanrısal sesle konuşabildiği kabul ediliyor. Eski filozoflar “Eğer insan zihnini aşabilirse, evrensel logosla iletişime geçebilir” diyorlar. Aşkın bilinç hali denen bu hal için, eski uygarlıkların bazılarında ve bugün ne yazık ki bazı yeniçağcılarda, bazı doğal ya da kimyasal maddeler kullanılıyor. Ancak kendilerine zarar verdikleriyle kalıyorlar, çünkü bu hal sadece, arınmış, şüpheciliği muhafaza eden, bilinci kapatmadan susturabilen, açık zihinli insanlarda mümkün olabiliyor.

Burada çok bilinen “senin Tanrı’yla konuşmanda sorun yok, ancak o seninle konuşuyorsa, ya peygambersin, ya da şizofren” cümlesi, bu iki yaklaşımı özetliyor.

İkinci önemli eleştiri, genellikle bu mesajların Cebrail örneğinde olduğu gibi, aracılar gerektirmesi. Yüzündeki perde kalkmayan, ya da adı söylenemeyen bir Tanrı’dan gelen mesajların, aracılar tarafından aktarılırken, değişmesi, bozulması, ya da bilerek yönlendirilmesi sorunu da kafaları karıştırıyor. Şeytan ayetleri düşüncesinde olduğu gibi, ya mesajı aktaran kanal başkaysa, ya karanlık taraftan geliyorsa, ya kötü niyetliyse gibi şüpheler doğabiliyor.

Üçüncü konu, mesajların kimden geldiği konusu. Tek tanrılı dinlerin vahiy metinlerine biraz sonra değineceğim. Ama tek tanrının dışında, şamanlar gibi, atalardan, yüce ruhlardan mesajlar aldığını söyleyenler, spritüel hiyerarşinin farklı kademelerindeki varlıklarla iletişim kuran, spatyumdaki ruhlarla konuşan, doğanın bütünü, ya da bir unsuruyla temasa geçtiğini iddia edenler, dünya dışı uygarlıklara bağlananlar, haydi mesaj aldıklarını kabul edelim, kaynaklarının güvenilirliği konusunda garanti veremiyorlar.

Bu genel başlıklar sebebiyle, bilimsel bakış açısı ve mantıkla baktığımızda, ilahi mesaj alanlara genellikle güven duyulmuyor. Ama diğer tarafta, son derece zeki, akıllı, iyi eğitimli bir çok insan da, başta kutsal kitaplar olmak üzere, bu mesajlara inanıyorlar. Çünkü inanç, kalple alakalı. İçimizdeki bize dokunan, açıklayamasak da kalbimizi okşayan, neden doğru olduğunu bilmesek de, doğru olduğunu hissettiğimiz metinlere inanmak, bazen aklımızla çelişse de inanıyoruz. Hatta bazen metinlerin içindeki iç tutarsızlıkları fark etsek bile inanıyoruz.

Aslında modern tefsir ilminde kutsal metinlere temel yaklaşım anlatılırken, üç farklı yoldan bahsediliyor. Ya bu mesajları hiçbir muhalefet unsurunu aklınıza getirmeden tam imanla kabul edersiniz, ya da tamamen reddedebilirsiniz. Üçüncü ve bugün kabul edilen yol ise, mesajların alınmasının aslında interaktif bir süreç olduğu, mesajların zaman ve mekan koşullarına, mesajı alanın, ya da dinleyenlerin ihtiyaçlarına göre değişebildiği. Bu bakış açısı pek çok soru işaretini aşmamızı sağlasa da, mesajın ezeli ve ebedi, ve evrensel doğru olduğuna dair yeni bir soru işareti yaratıyor.

Özellikle tek tanrılı dinlerin mesajları için, din yorumcuları bu interaktif vahiy kavramını kullanıyorlar. Pekiyi, bütün kutsal kitaplar doğrudan ana kaynaktan gelen vahiyler mi?

Muazzez İlmiye Çığ “Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümerdeki Kökeni” adlı incecik eserinde ezberlerimizi bozuyor. Kitabı okuduktan sonra, önünüzde ya “Sümerler bu bilgileri zaten biliyormuş”, ya da “kutsal kitaplar en iyi tabirle, Sümer metinlerinden çok ilham almışlar” seçeneklerinden başkası kalmıyor. Gerçi Zacharia Sitchin gibi, biraz taraflı da olsa, Sümerlerin bilgisini Tevrat’la bağlantılandıranlar da var. Ama tarih biliminin ilerlemesiyle kutsal kitapları çok daha iyi inceleyebiliyoruz.

Tevrat’tan başlarsak, Torah aslında sadece ilk beş kitap. Bunların doğrudan Musa’ya verilen vahiyler olduğuna inanılıyor. Ancak Musa’nın ölümünün ve sonrasının anlatıldığı bazı bölümleri de var. Ayrıca bu beş kitabın farklı dönemlerde ve dört ayrı yazar tarafından yazıldığı da çok yaygın bir düşünce, ve artık neredeyse bilimsel bir gerçek. Yahveci kitap, Elohimci kitap, Kahinler kitabı, ve Yasanın Tekrarı kitabı. Beşinci kitap ise hepsinden bir derleme şeklinde. Tarihsel incelemeye girdiğimizde, kitaplaşmanın en erken M.Ö. 6. Yüzyılda geçekleşebileceğini, ama daha büyük olasılıkla 5. Yüzyılda gerçekleştiğini görüyoruz. Bu konudaki genel görüş ise, kitabın Babil sürgünü sırasında yazıldığı. Bu görüş Sümer etkisini de açıklıyor. Ama çok daha ilginç olanı, bilinen en eski İbranice Tevrat’ların M.S. 10. Yüzyılda ortaya çıkmaları. Yani İncil ve Kuran’ın kitaplaşmasından sonra. M.S. 2. yüzyıla tarihlenen bazı metinler de var, M.S. 6. yüzyıla ait başka metinler de var. En ilginç bilgi ise, Tevrat’ın M.S. 1610 yılında seçilmiş 40 kişi tarafından son haline kavuşturulduğu. Bir çok İslam bilgini, Kuran’da da öyle geçtiği için, asıl Tevrat’ın bugünkü halinden çok daha geniş ve farklı olduğunu düşünüyorlar.

Bu bilgiler üzerine birçok kişi, aslında ilk beş kitaptan sonrasının, tamamen sonradan yapılan ilaveler olduğu konusunu da geçerek, Tevrat’ın vahiy bölümünün sadece, gerçekten yaşayıp yaşamadığından dahi emin olunamayan, Hz. Musa’nın 10 emri olduğunu düşünüyorlar. Bu 10 emrin 9’unun, Şabat günüyle ilgili olan emir dışında, Akhenaton’un dininin bir özeti olarak, tapınak duvarlarında yazılı olduğunu fark edince, bu konuda dahi şüpheler oluşabiliyor.

Zebur da kutsal bir kitap olarak kabul edilse de, bugünkü Tevrat’ın içinde Davut’un Mezmurları bölümü olarak yer aldığı için, ayrı bir inceleme yapmıyorum

İncil’in vahiy olup olmadığı konusu daha da ilginç. Hz. İsa’nın göğe yükselişini takiben birçok metin ortaya çıkıyor. M. S. 180 yılında ilk kez bunların bir araya getirilmesi, ve bugünkü 4 kitabın esas alınması düşüncesi dile getiriliyor. Bilinenin aksine, M.S. 325 yılındaki İznik Konsili’nde değil, M.S. 397 yılındaki Kartaca Konsili’nde, Yuhanna ve Matta isimli havarilerin, ve Luka ve Markos isimli havari yakınlarının, hepsi M.S. 1. Yüzyılda yazılmış olan 4 kitabı, Yeni Ahit olarak kabul ediliyor ve İncil son halini alıyor. Yeni Ahit demek, Hz. Musa’nın tanrıyla yaptığı anlaşmaya, ek sözleşme düzenlemesi anlamında olduğu için, Eski Ahit yani Tevrat da kitabın içine konuyor. Tabii bunda, Hz. İsa’nın aslında yeni bir din kurduğu iddiasından çok, Yahudiler’in beklediği Mesih olduğunu öne sürmesi de son derece güçlü bir etken. Bunlara ilaveten, Resullerin işleri, aslında havari bile olmayan ve öğretiyi ters yüz eden Paul’ün, ve havarilerin mektupları da ilave ediliyor.

Yuhanna İncil’i vahiy adını taşıdığı için, diğerlerinden ayrılıyor. Ama ondaki anlatım da dolaylı ve muğlak. Birçok bilim adamı, İncil’de doğrudan Hz. İsa’ya dayandırılabilecek ve doğrudan vahiy sayılabilecek bölümlerin bulunmaması sebebiyle, İncil’in daha çok bugün Müslümanlıkta sık rastlanan hadis kitapları gibi, rivayetlere dayandığını düşünüyorlar.

Kuran’ın kitaplaşması da farklı bir süreç izliyor. Birincisi, diğer iki peygamberden farklı olarak, Hz. Muhammed’in yaşadığı ve öğretisini kendisinin yaydığı tarihi bir gerçek. Ancak, Hz. Muhammed, kağıt olmasa da, deriler, bitki kabukları gibi araçların üzerine ayet ve surelerin yazılmasını istiyor, ama bunları asla bir kitap halinde düzenlemiyor. Kendisi okuma ve yazma bilmediği için ve yaşam süresinde Kuran’ın kaynağı zaten o olduğu için, hatta ilk hafız da o olduğu için, buna ihtiyaç duymadığı söyleniyor. Kitap haline gelmeyen mesajlar, o zamanki Arap geleneğine uygun olarak, hafızalarda saklanıyor.

Ölümünden bir süre sonra, bir savaşta birçok hafızın ölmesi üzerine, İslam ileri gelenleri, mesajların kaybolacağından korkuyorlar ve o zamanki halife Hz. Ebubekir’e gidip, metinleri bir araya getirme arzularını iletiyorlar. Hz. Ebubekir bir süre direniyor ve peygamberin imkanı olmasına rağmen kendisinin bile yapmamış olduğu bir şeyi yapmayı istemiyor. Bir süre sonra ikna oluyor ve büyük bir komisyon kuruluyor. Öncelik yazılı metinlere verilse de, tam doğru olup olmadıklarını tespit için, bunların Hz. Muhammed’in huzurunda yazıldığına dair iki şahit gelmeden bu metinler bile kabul edilmiyor. İkinci kaynak olarak hafızların bilgilerine başvuruluyor, ama metinler arasında farklılıklar olduğu için, çok daha titiz çalışmalar yapılıyor. Daha o zamandan, bazı İslam ileri gelenleri, aslında sure sayısının daha az olduğunu, bazı ayetlerin başka surelere ait olduğunu iddia ediyorlar. Surelerin iniş sıralarında ise daha büyük farklılıklar ortaya çıkıyor. Çünkü bu konularda hiç kayıt tutulmamış.

İlk kitap ortaya çıktığında buna Mushaf deniyor. Ancak başka kitaplar da ortaya çıkıyor. Bunun üzerine Hz. Osman zamanında, Mushaf, bazı kaynaklara göre 4, sayıca çok daha fazla olan bazılarına göre 7 nüsha olarak çoğaltılıyor ve bazı merkezlere gönderiliyor, diğer kitaplar ise toplattırılıp yakılıyor.

Şahsen, benim sınırlı zihnimi en çok meşgul eden bölüm, ayetlerdeki mekki, yani Mekke’de inen ve medeni, yani Medine’de inen ayetler ayırımı. Bugünkü tefsir ilminde en çok kullanılan ayırımlardan biri bu. Çünkü Mekke’de inen ayetler son derece evrensel bilgiler içeriyor, üslup yumuşak, hoşgörü ve sevgi odaklı, Musevi ve Hıristiyanlara olumlu göndermeler var. Medine’de inenler ise dünyevi konulara, siyasi ve hukuki düzenlemelere kadar gidiyor, cihat öneriliyor, başta Museviler, diğer dinlerin izleyicilerinden kopulması öneriliyor. Bu farklılıkları aşmak için “nesh” prensibi ortaya atılıyor ve sonra gelen ayetlerin, öncekilerin hükümlerini düzelttiği düşünülüyor. Oysa, vahiyin interaktif olma özelliği nedeniyle, bunun tam tersi olmalı diye düşünenlerin düşüncesi bana çok daha makul geliyor. Hatta mekki ayetlerin evrensel ve zamansız, medeni ayetlerin sadece Hz. Muhammed’in ömür süresi için geçerli olduğunu düşünenler bile var.

Bir başka çok ilginç konu ise Sabilik. Kuran’da Musevilik ve Hıristiyanlıkla beraber, ehl-i kitap kabul edilen bir din. Ama bugün yok sayılıyor. Hz. İbrahim’den başlayarak bütün tek tanrılı dinlerin kökeni aslında Sabilik. Hacca gitmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, gibi İslam’ın şartları tamamen Sabi dininden geliyor. Şehadet getirmek ise Akhenaton’un dininden. Ayrıca sünnet olmak, abdest almak, kurban kesmek gibi kurallar da bu dinde yer alıyor. Hatta Hz. Muhammed öğretisini anlatmaya başladığında Sabi olmakla suçlanıyor. Ancak Sabiler, yıldızlara da ibadet etmeleri sebebiyle, sonradan putperest sanılmalarına rağmen, aslında tek tanrıya inanıyorlar.

Tevrat, İncil ve Kuran tek tanrılı dinlerin izleyicileri için kutsal sayıldıkları için, benim için de kutsallar. Hiçbir şekilde kimsenin inancına herhangi bir müdahale, kimsenin olmadığı gibi, benim de haddim değil. Ama bunlar da hakikat. Bu çalışma sadece örgütlü tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları çerçevesinde olsa da, aslında bütün diğer kutsal metinler için aynı sorun var. Acaba vahiy ne kadar vahiy?

Hakikati arıyoruz. Kayıp olan eski bir bilgi ya da bilgeliğin peşindeyiz. Bu kayıp bilgelik, tufandan önceki bir uygarlıktan, dünya dışı bir uygarlıktan, ya da doğrudan Ulu Yaratan’dan gelmiş ve kaybolmuş. Eğer Ulu Yaratan’dan geldiğini düşünüyorsak, o zaman bugün vahiy olduğunu düşündüğümüz ve mevcut kutsal kitapların bu bilgiyi içermediği çıkarımı yapılabilir. Ya da Dan Brown’un “Kayıp Sembol” de anlattığı gibi, kayıp sembol doğrudan kutsal kitaplar da olabilir.

Bu iki yaklaşımın farkı tekamülün bir paradoksu olarak algılanabilir. Sadece kutsal kitaplara odaklanarak, onların üzerinde çalışıp tefekkür ederek ilerlemek bir yol. Bu yolun yine bir varyantı olan, başka kaynakları da okuyarak araştırmalar yapmak da bir yol. Bu yol bize çok okumamızı, bilgi biriktirmemizi ve bireysel sentezler yapmamızı, hakikati ancak bu şekilde bularak, mükemmel insana dönüşebileceğimizi öneriyor.

Diğer yol, ezoterik bilgiyi daha geniş bir perspektiften algılamak. Ve Rose-Croix’lar gibi, tasavvuf ehli gibi, kabalacılar gibi, ya da Doğu öğretilerindeki gibi, zihnimizi temizleyebilmek için pratik çalışmalar yapmak. İnsan aklının sınırlarını aşabilecek bir bilince ulaşmak. Arınmak, arınmak, arınmak. Kuran’da vahiyin sadece Hz. Peygamber’e değil, arılara, ve bütün yaratılmışlara da gönderildiği söyleniyor. O zaman bizler de, Ulu Yaratan’ın mesajlarını algılayabiliriz. Bunu bilemeyebiliriz, ama sezebiliriz. Burada en çok dikkat edilmesi gereken konu sezginin bilgiyle teyit edilip edilemediği, çünkü bunu yapmadıkları için, ne yazık ki bir çok sezgi insanı psikolojik hatta psikiyatrik sorunlar yaşıyorlar. Ama diğer taraftan, hakikatin bilgisine, ancak bu bilgiyi sezdikten sonra ulaşabiliriz. Ve bu sezgisel bilgiyi okuyarak öğrendiğimiz diğer bilgilerin süzgeçlerinden geçirip, ancak bu şekilde, ilahi sevgiye ulaşabiliriz.

Bunu yapmadan tekamül edemeyeceğimizi ve hakikati bulamayacağımızı ve bunu ancak, nefsimizi pratik metotlarla eğitip, arındıktan sonra, sezgiden bilgi üretmeye açık olduğumuzda yapabileceğimizi düşünüyorum. Sadece bilgi, sadece okumak, sadece öğreti, ya da sadece vahiy, bizi özgür bırakmayan akıla hizmet ediyor. İnsan aklının sınırlarından kurtulup, ilahi akla, hikmete ve hakikate ulaşmanın yolu için yetmiyor. Hakikat için, özgür bir zihin ve özgür bir vicdan gerekiyor.

Bitirirken, bana bunu hatırlatan sevgili Nazmi Nalbant’ı anarak, Yunus’tan, büyük ozanın her zaman yaptığı gibi, benim bu paylaşımımı da çok basit ve o kadar derin özetlediği bir dörtlük yazmak istiyorum:

Sen sana ne sanırsan,
Ayruğa da onu san,
Dört kitabın manası,
Budur eğer var ise.

Ali Korkut Keskiner