Mesih İsa’nın dünyaya ‘tekrar gelip gelmeyeceği’ (İkinci Gelişi) konusu yüzyıllardır insanlığı meşgul eden bir soru. Aslında bu kadar uzun bir süredir meşgul etmiş olması da çok doğaldır çünkü Hz.İsa ve etrafında gelişmiş olan olaylar olağanüstü bir gizemle kuşatılmıştır. Bu gizemin ayrıntılı açıklaması ve gerçek ‘anlamı’insanlık tarafından henüz bilinmiyorsa da, Hz. İsa’nın ortaya çıktığı zamandan beri bu sırların çekim gücü farklı biçimlerde insanlık üzerinde etkin olmaktadır.

Bir ulu ağacın yaprağını incelerken, nasıl ki onu diğer yapraklar, bağlı olduğu dallar, meyveler, tohumlar, ana gövde ve köklerle bağlantılı olarak incelememiz gerekirse, ‘İsa Mesih’ adını ele aldığımızda da bu ad ile bağlantılı olan pek çok konu bir ulu ağaç gibi dallanarak önümüze açılır. Onun adıyla bağlantılı olarak açılımlar yapan konular sadece Hristiyanlıkla değil, özünde hep insanlık âlemiyle ilgilidir. Bundan dolayı, bu gizemin objektif bir biçimde incelenmesi ve tüm insanlık tarafından anlaşılabilmesi insanlığın geleceği’ açısından çok gerekli ve önemlidir.

Hz.İsa’nın adının ve Varlığının ‘tüm insanlık âlemiyle’ ilgili olması, Onun bizlerle bir bağlantısı olduğunu gösterir. Ancak, bu bağlantının ‘ne olduğunun’yalnızca Onun tarafından bilinmesi ve insanlıkla ilgileniyor olması yeterli değildir.
İsa Mesih ve insanlık âleminin arasındaki bu bağın ‘ne olduğunu’ insanın dabilmesi gerekir. İki varlık ‘karşılıklı olarak’  birbirlerini anlayıp bilebilirlerse, ancak o zaman iki benliğin ‘bilinçli karşılaşmasından’ söz edilebilir. Sadece Onun bilinçli olması, buna karşın insanlığın ‘uykuda olması’,  bu karşılaşmayla esasen insanın elde etmesi gereken ‘çok önemli edinimlerden’ mahrum kalınmasına neden olur. Onunla karşılaşmanın bu şekilde sonuçlanmaması için insanlığın da artık Onu bilmesi ve tanımaya başlaması gerekir. Zaten tinsel evriminde geldiği aşama itibariyle, insanın artık Mesih İsa’ya dair gerçekleri bilmesi zamanı gelmiştir.

Bir varlığın ‘ne yapacağına’ ve bunu ‘neden yapacağına’ dair sağlıklı bir bilgiye sahip olabilmek için, yani Mesih İsa’nın dünyaya ‘tekrar’ gelip gelmeyeceğini, eğer gelecekse ‘neden’ geleceğini anlayabilmek için Onu, ‘temsil ettiği gerçekliğin’ verileri doğrultusunda tanımamız gerekir.

İsa Mesih Kimdir?

Aslında Hz.İsa kimdir? Elbette aklımıza gelen ilk şey Onun Hristiyanlık dininin peygamberi olduğudur. Fakat bu tanımlama ancak kısmen doğrudur ve işin aslına bakılırsa bu tanımlamanın Onunla ilgili esas gerçeklerin bütününü yansıtmadığı söylenebilir. Çünkü Hz. İsa Hristiyanlık dinini kuran peygamber olarak bilinse de, bir peygamber olduğu tanımlaması Ona dair gerçeklerin küçük bir kısmını yansıtmakla beraber, ‘daha derin gerçeklerin’ bilinmesinin önünde -bir anlamda- engel oluşturmaktadır. Kısacası, Onun esas misyonunun yeni bir din kurmak olmadığı belirtilmeli.

Hristiyanlığı bir inanç olarak benimsemiş olanlar, (bir bakımdan haklı olarak) “Etrafımızdaki verileri gözlemlediğimizde pek çok şey – Hristiyanlığın Kitabı olan İncil, sembolü olan haç, kiliseler, papazlar, ayinler ve bu dine inanan insanlar, Hristiyanlık diye bilinen dinin varlığını ve Hz.İsa’nın bu dinin peygamberi olduğunu ortaya koymuyor mu?” diyebilirler. Yüzeysel olarak baktığımızda, bütün bunlar kuşkusuz böyle bir dinin varlığına ve Hz.İsa’nın da, bu dinin peygamberi olduğuna işaret ediyor. Ancak, yüzeyde görünenlerden daha derinlere baktığımızda bambaşka bir gerçeklik ile karşılaşmaktayız.

‘İnanç Özgürlüğünün Kozmik Anlamı’ başlıklı incelemede şu açıklamalar yer almaktaydı: (özetle) ‘Zamanımızda, Hristiyanlık dinini yayma girişimlerinde bulunan Hristiyan misyonerler, bu faaliyetin ilhamını İncil’deki ‘Elçilerin/Resullerin İşleri’ bölümünde, havarilerin ve inananların Hz. İsa’nın ölümünden sonra çeşitli toplumlara gidip ‘Rabbin sözünü’ ve onunla ilgili müjdeyi anlatmış olmalarından almaktadırlar. Ancak, havariler zamanında yaşanmış olan deneyimler çok farklı bir realiteydi ve resullerin yaptıkları şey bildik ‘Hıristiyan dini inancını’ yayma gayreti yani şimdiki tanımıyla bir ‘misyonerlik’ faaliyeti değildi. Havariler, o sıralarda pagan inançlara sahip (ve özünde Musevi olmayan) toplumlara, ‘Hristiyanlık yaymakla’  ilgisi olmayan, bambaşka bir olayı, üç yıl boyunca  -bizzat yaşadıkları olağanüstü bir tinsel deneyimi- anlatmaya çalışıyorlardı.Dolayısıyla,onların anlattığı şey ‘objektif bir tinsel bir gerçeklikti’.

Aslında, Hıristiyanlığı yayan kişi olarak bilinen aziz Paul dâhil hiç kimsenin ağzından bir kere bile “yeni dinimiz olan Hristiyanlık dinine siz de katılın” şeklinde bir söz çıkmamıştı. Çünkü o sırada henüz bildik Hristiyanlık dini ve Kilise kavramı yoktu. Ayrıca, farklı Hristiyanlık sektlerinin varlığı da kesinlikle ortada yoktu.
İncil’de, havarilerin Hz.İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonraki deneyimlerini anlatan ‘Resullerin İşleri’ bölümünde bir kere bile ‘Hristiyan’ ve ‘Hristiyanlık dini’ gibi kelimeler geçmediği gibi, Mark, Matta, Luka ve Yuhanna İncil’lerinde de Hz. İsa’nın ağzından insanları Hristiyan olmaya çağıran tek bir kelime bile çıkmamıştı. Ayrıca, Mesih İsa fenomenini farklı açılardan inceleyen dört İncil’i satır satır incelediğimizde,  Hz.İsa’nın ‘yeni bir din’ kurmaya yönelik bir gayret içinde olmadığı da açıkça gözlemlenebilir.

Günümüzdeki misyonerlerin, Hristiyan olmayanlara bu dini inancı tanıtmaya çalışmalarının nedeni, İncil’de geçen olayların özünde ‘Hristiyanlık dini yayma’ gibi bir şey olmadığının anlaşılamamış olmasındanve bu olayların arkasındaki ‘Kozmik Gizemin’  tam anlamıyla kavranamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Zamanımızdaki misyonerlerin bu tanıtma faaliyeti, zamanla kurumsallaşmış bir dine, ayrıca birbirinden farklılaşmış (ve ayrılmış) sektlere dönüşmüş bir Hristiyanlığın tanıtımı olduğundan dolayı şimdiki misyonerlik faaliyetlerinin, Mesih İsa’nın Varlığıyla ilgili gerçekleri tam anlamıyla (ve doğru olarak) yansıtmadığını belirtmek zorundayız. (Ancak bunu söylerken, bir eleştiri yapılmamakta ve herkesin dilediği biçimde bir tanıtım yapmakta tamamen özgür olduğu da belirtilmeli. Çünkü bu özgürlüğün karşılığında da, her insan, kendisine sunulan bir şeyi almama özgürlüğüne de sahiptir).

Görüldüğü gibi, esasen ne İncil Hristiyanlık dininin din kitabı olmak üzere yazılmıştır ne de Mesih İsa bizim bildiğimiz anlamda ‘bir dinin’ peygamberidir.
Ancak bu sözler, ‘Hz. İsa ve havarilerinin esas amaçlarının ‘yeni bir din kurmak’ olmamasına rağmen, zamanla varlığı ortaya çıkmış olan Hristiyanlığın aslında hiç oluşmamış olması gerektiği şeklinde yorumlanmamalı ve bu dinin varlığının eleştirildiği zannedilmemeli. Çünkü zamanla oluşmuş ve insanlık üzerinde güçlü bir etkinliği olan her din, ‘insan evrimiyle’ bağlantılı olarak belli kozmik gereklilikler doğrultusundazamanla‘belli biçimlerde’ oluşup insanlık üzerinde etkin olabilmiştir. Başka bir deyişle, aslında Mesih İsa, “Hristiyanlık dinini oluşturayım ve de bu dini kurucusu olan peygamber olayım” diye yola çıkmamıştır. Fakat sahip olduğu olağanüstü yüksek bilinçle, ortaya koyduğu bu muazzam itkinin zamanla bir dine dönüşeceğinin (ve de böyle bir gelişmenin gerekliliğinin) elbette bilincindeydi. Ama (uzun vadeli) esas niyetinin ‘yeni bir din kurmak’ olmadığı vurgulanmalı!

İsa Mesih’in bir peygamber olmaktan çok öte bir kimliğe sahip olduğunun anlaşılması çok önemlidir. Bu kimliğin dalları, gövdesi ve kökleri Tinsel Âlemde (Kutsal Tinsel Dünyada) yer almaktadır. Onun Tinsel Dünyayla ‘bağlantısını’ bilmeden, sadece peygamber kimliğine odaklanılırsa, “yapraklara bakmaktan ulu ağacın bütününü (esas gerçeğini) görememe” durumuna düşülebilir. O zaman da kaçınılmaz olarak bazı yetersiz açıklamalar ve de yanlış kanaatler ve yorumlar ortaya çıkabilir.

Örneğin, Hz. İsa diye ayrıca bir kişinin var olmadığını ve aslında onun Tyanalı (Niğdeli) Apollonius olduğunu zannedenlere rastlamaktayız. Tarih boyunca bu tür çarpık düşüncelerin Mesih karşıtı güç odakları tarafından belli aralıklarla insanlara “bir ilham” olarak yansıtılmış olduğuna tanık olmaktayız.
Bu doğrultuda, 20. yüzyılın başlarında, bu sanının doğru olduğunu zannederek Hz.İsa’nın kimliğini Tyanalı Apollonius’la karıştıranlar olduğu gibi, son zamanlarda da yine bu fikri öne sürenler oldu.
Bundan başka, Hz. İsa’nın, milattan yüz yıl evvel yaşamış olan ve -gerçekten de- Matta adlı bir öğrencisi olan Jeshu Ben Pandira olduğunu iddia edenler de oldu. Esasen hiç ilgisi olmadığı halde, Hz.İsa’yı bambaşka şahısların hüviyetine büründürme çabalarının yanı sıra, Onun aslında hiç yaşamadığını ve böyle bir kişinin hiçbir zaman var olmadığını öne sürenler de var.

Son zamanlarda da bilindiği gibi, ‘aslında, Onun İncil’de adı geçen Mary Magdelena ile evlendiğini ve her insan gibi çocuk sahibi olup soyunun Avrupa’da devam ettiğini’ öne süren bir roman yazıldı. Çok sansasyon yaratan ve filmi de çekilen bu romandan yıllar evvel yazılmış olan bir başka kitapta da, İsa Mesih yine sıradan bir insan şeklinde sunulmuş ve okuyan insanlar gerçek dışı anlatımlarla yanıltılmışlardı. Bu kitapta da (kısaca) şöyle gelişmelere rastlanmaktaydı:
Evvelce Hz. İsa’nın havarilerinden olan biri, çarmıha gerilme olayından yıllar sonra ücra bir kasabada Onunla karşılaşır. Hayretler içersinde Ona, “sen çarmıha gerilmemiş miydin ve ölmemiş miydin?” diye sorar. Hz. İsa biraz mahcup ve boynu bükük yanıtlar, “Yok, zannettiğin gibi olmadı, ben artık o işleri bıraktım ve çoluk çocuğa karıştım!”

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi dünyada Hz.İsa hakkında söylenmiş çarpık hikâyelerden epey çeşitleme var.  Bir de, Hz.İsa’nın dünyaya döndüğü zaman kendisinin Müslüman olacağı, tüm insanlığı Müslüman yapacağı, haçı kıracağı ve kendisine inanmayan Hristiyanları kılıçtan geçireceği rivayeti de unutulmamalı.
Dünyaya tekrar geldiğinde Müslüman olacağı rivayet edilen Hz. İsa, Arapça ‘Allah’a tam olarak inanan, Allah’a teslim olan’ anlamına gelen  ‘Müslüman’ kelimesini öğrendiğinde, herhalde, Yeni baştan nasıl Müslüman olabilirim? Siz Tanrı’yı hiç bilmeden ve Müslüman olmadan çok önceki bir zamanda ben zaten Tanrı’ya teslim olmuştum, dolayısıyla Müslüman’ınkelime anlamı doğrultusunda evvelce Müslüman’dım. diyecektir!  
(Kuran’da Hz.İsa’nın söylediği sözler:) Ali İmran suresi – 51. “Şüphe yok ki Allah, benim de Rab’bim, sizin de Rab’binizdir. Onun için hep O’na kulluk edin! İşte bu doğru yoldur.”

Yahudi, Hristiyan ve İslam dinlerinin insanları zaten Tanrıya inanmıyorlar mı? Bu dinlerin temelinde, çeşitli biçimlerde yer alan bir Tanrı bilinci olmaması mümkün olabilir mi? Bu bağlamda, Hz. İsa geldiğinde neden bütün dinlerin insanlarını Müslüman yapsın ki? Ayrıca, böyle bir işe kalkışacağını bir an için varsayacak olsak dahi, kendisi Hristiyanlık dininin peygamberi olarak bilinirken, insanları dönüştüreceği dini inanç neden Hristiyanlık değil de Müslümanlık olacak?
Ayrıca bu durumda, gelecekte İsa Mesih tarafından kılıçtan geçirilme tehlikesinden dolayı, şu sırada Hristiyan olanların Hristiyanlıktan şimdiden çıkmaları daha akıllı bir iş olur!

Bu tür çarpık rivayet veya hurafeleri uydururken birazcık olsun akıl ve mantıkla düşünmek gerekir! Belli bir dinin (Hristiyanlığın) kurucusu olarak bilinen ve anılan ulvi bir kişiye ‘din değiştirtmenin’ kime ne fayda sağlayacağını anlamak insanı gerçekten zorlayabilir.

Onun hakkında öne sürülenleri ve bu tür rivayetleri biraz daha dikkatlice incelediğimizde, bunların “Mesih İsa gizemine” ışık tutmak bir yana, aksine çok yanıltıcı olduklarını ve insanların kafasını karıştırdıklarını gözlemleyebiliriz.
Onun hakkında pek çok şey söylenmesine rağmen, bu tür şeylerin içeriği boştur ve gerçekleri yansıtmamaktadır. Bunların arkasındaki esas maksat, bilgileri bulandırarak İsa Mesih’e dair gerçeklerle insanlar arasında bir perde yaratmaktır.

Örneğin, Hz. İsa’nın ‘aslında Tyanalı Apollonius olduğu’ iddiasını ele alalım. Milattan sonra birinci yüzyılda Tyanalı Apollonius adlı biri gerçekten yaşamıştı. Apollonius Grek kökenli ve Kapadokyalı bir filozof idi. Bir müddet Tarsus’da eğitim gördü. Gençken de Asclepius tapınağında bulundu. Anlatılanlara göre pek çok yeri dolaştı. Daha sonra Demis adlı bir öğrencisi, onun gezilerinin ve yaptıklarının bir hatıratını tuttu. Bu kadarla kalsa onun adı hiç duyulmayabilirdi, ancak Demis’in yazdıkları daha sonraları retorisyen Philostratus’un eline geçti.

O zamanların Roma imparatoru Severus’un karısı olan Julia Domna, Philostratus’tan, Apollonius’un bir biyografisini yazmasını istedi. MS. 200’lerde yazılan bu biyografi olmasaydı, aslında Apollonius’un varlığı pek bilinmeyebilirdi. Onun tanınmasının ve şöhret sahibi olmasının nedeni, Philostratus’un yazdığı biyografide çok abartılı bir biçimde mucizeler gösteren ermiş bir şifacı olarak takdim edilmiş olmasıydı.

Apollonius’un abartılı güçleri ve mucizeleri olan bir insan olarak takdim edilmesinin arka planı araştırıldığında da ortaya şu durum çıkmaktaydı:  Philostratus ve Julia Domna’nın zamanlarında, Roma İmparatorluğunda ‘Hristiyan inanç’ (henüz Hıristiyanlık dini olarak varlığı söz konusu değil) güçlü bir şekilde yayılmaktaydı. Fakat o sıralarda Roma İmparatorluğunda esasen pagan inançlar hâkimdi ve de -bu inançlar doğrultusunda- Roma imparatorlarının da ilahi yönleri olduğu varsayılmaktaydı.  Dolayısıyla, o sıralarda yayılmakta olan ‘Hristiyan inancın’ özünü oluşturan bilgiler,  imparatorların ilahlarla bağdaştırılmış olan konumunu sarsmaktaydı.

Bu durumun biraz olsun düzeltilebilmesi için Hristiyanların Mesih İsa’sına karşın, evvelce var olan pagan inançlarla uyumlu olacak birinin takdim edilmesi gerekiyordu. Bu kişi de Philostratus’un abartılı bir biyografi yazarak takdim ettiği Tyanalı Apollonius idi.
Kocası imparator olan Julia Domna ve Philostratus’un, Apollonius’u durup dururken yüceltmelerinin ve Hristiyan inancı giderek daha çok benimsemekte olan Romalıların ona hürmet etmelerini sağlamaya çalışmalarının arkasındaki neden buydu. Nitekim Alexander Severus, mabedine onun heykelini koydurmuş, Karakalla ise Apollonius için bir anıt mezar yaptırmıştı. Hristiyan karşıtı olan Nicomedialı Hierocles ise onun şifa verme yönü ile Mesih İsa’nın mucizeleri arasında bir paralellik kurmaya çalışmıştı.

Kısacası, Julia Domna ve Philostratus’un amaçları,söz konusu biyografideki ‘Apollonius’un yaşam öyküsünü’ pagan inançlı Romalılar için ‘bir nevi İncil’ olarak lanse etmekti.
Ancak bilindiği gibi bu girişimleri başarılı olamadı çünkü giderek daha çok Romalı Hristiyan inancını benimsedi ve zamanla tüm Roma imparatorluğu Hristiyan oldu. (Daha sonraki bu aşamadan itibaren artık ‘Hristiyanlık inancından’ değil, ‘Hristiyanlık dininden’ söz edilmeye başlanabilir.)

Bilinçli bir şekilde yaklaşılıp, Tyanalı Apollonius hakkında aktarılan bu bilgilerle, İncil’den yansımakta olan İsa Mesih karşılaştırıldığında, ikisinin birbiriyle ilgisi olmayan ‘bambaşka şahıslar’ olmalarının yanı sıra, tinsel anlamda çok farklı statüleri olduğu çok açıkça görülebilir.

Şu soruyu kendimize mutlaka sormalıyız: Hz.İsa diye birisi hiç yaşamadıysa, O zaten Tyanalı Apollonius veya Jeshu ben Pandira idiyse, ya da sıradan bir insan gibi evlenip çoluk çocuğa karışmış biriyse neden insanlar devamlı Onunla uğraşıyorlar? Bir Jül Sezar gibi fetihler yaparak tarih kitaplarına adını yazdıramamış hatta bir dip not olarak bile düşülmemiş sıradan (!) bir insan için bu kadar -negatif veya pozitif bağlamda- ilgi neden?
İster Onun varlığını karalamaya çalışarak karşısında yer alınsın, ister yakınlık duyulup Ona inanılsın, neden insanlar Ona karşı bu kadar güçlü bir çekim duyuyor ve Onu merak ediyorlar? Her kesimden ve her ulustan, inanan, inanmayan sayısız insanın ilgisi neden Mesih İsa’ya odaklanıyor?

Onun hakkındaki gerçeklere ulaşmak için öncelikle İncil’i ve Ondan söz eden Kur’an-ı Kerim’i de inceleyebilir ve bu Kutsal Kitaplardan aktarılan bilgileri değerlendirmeye çalışabiliriz. Bu Kutsal Kitap’ları incelerken sıradan tarihe değil, tinsel bir tarihe baktığımızı anımsamalıyız. Bu bakımdan İncil ve Kur’an, sadece din kitabı olma tanımlamasından çıkartılıp birer ‘tinsel tarihsel doküman’ olarak da ele alınabildiği takdirde, içeriklerindeki bilgilere daha objektif bir gözle bakabilmenin önü açılmış olacağı için önceden farkına varılamamış olan bazı önemli bilgiler de bu farklı bakışla açığa çıkabilir.
Bu Kitaplara sadece benimsemiş olduğumuz dini inancın gözlükleriyle baktığımız zaman görebildiklerimiz, benimsemiş olduğumuz inancın limitleri ve çerçevesiyle sınırlanmış olacaktır. Hâlbuki her Kutsal Kitapta birbirini tamamlayıcı ve iç içe geçmiş bazı bilgiler vardır. Sonradan gelmiş olan Kitapta da, daha önce var olmuş olanların izlerine rastlanır.  
Bu doğrultuda, Hz.İsa’nın kimliğini araştırmaya, Hristiyanlık dininden farklı bir dinin Kitap’ı olan Kur’an-ı Kerim’i inceleyerek başlayalım. Kur’an-ı baştan sona inceleme fırsatı bulamamış olanlar için Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’ya çok ciddi bir biçimde yer verilmiş olduğunu görmek oldukça şaşırtıcı olabilir.

Kur’an’daki küçük İncil

Kur’an-ı Kerim’de Hz.İsa ile ilgili pek çok sure ve onlarca ayet bulunmaktadır. Kur’an’ın Hz. İsa’ya nasıl yaklaştığını ve Ona bu Kitap’ta ne kadar değer verildiğini görmek için ilk önce Ali İmran suresine bakalım.
Kur-an’da bulunan 176 ayetlik bu sureye adını veren Ali İmran kimdir? 
Kur’an’da verilen bilgilerden anlaşılacağı üzere, Ali İmran, Hz. İsa’nın annesi olan Meryem’in babasının adıdır.
Ali İmran suresinde, Hz.İsa’nın annesi Meryem ve Meryem’in geldiği Ali İmran soyu hakkındaki ayetlere göz atalım.

Ali İmran–33. Allah; Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini, İmran ailesini ıstıfa ile seçip âlemlere üstün kılmıştır.  34. Birbirinden gelen soylar halinde. Allah hakkıyla işiten, gereğince bilendir.

Bu ayetlerde Hz.İsa’nın Âdem, Nuh ve Hz.İbrahim soyundan gelmiş olduğu ve bu soyu oluşturan insanların Allah tarafından özellikle seçildiği vurgulanmaktadır.  Bu iki ayette Hz.İsa’nın soyunun kan bağı vasıtasıyla Hz. İbrahim ve Âdem’e kadar uzandığına neden işaret edilmektedir?
Bilindiği gibi, fiziksel bedenin taşıdığı ‘soya çekim faktörü’ yani ‘genler’ vasıtasıyla nesiller boyunca insandan insana pek çok bilgi aktarılmaktadır.
Biraz daha açıklık getirecek olursak, dünyaya gelecek olan insanlara genlerle ne tür bilgiler aktarılacağı Tinsel Dünyadan / Tanrısal Âlemden ayarlanmakta ve düzenlenmektedir. “İmran ailesini ıstıfa ile seçip âlemlere üstün kılmıştır” sözleriyle Allah’ın, Âdem’den Hz. İbrahim’e ve Hz. Davut’tan Hz. İsa’ya kadar uzanan bu soyun soya çekim faktörüne (genlerine) yüklenecek bilgileri süzerek ve titizlikle belirlediğini, böylece bu peygamberler soyunun her bakımdan Tanrısal Âlemin denetim ve himayesinde olduğu anlatılmaktadır.
Sıradan insanların genetik durumlarıyla kıyaslandığında da, Tanrısal Âlem tarafından özellikle seçilerek ele alınmış bir soy, doğal olarak diğerlerinden ‘üstün kılınmış’ olmaktadır.

Bakara–122. Ey İsrail oğulları! Size lütfettiğim nimetimi hatırlayın. Ben sizi âlemlerden daha üstün kılmıştım.

Kur’an’da Hz.İsa’nın soyunun seçilmiş bir soy olduğunun vurgulanmasının yanı sıra, İncil’de de aynı şekilde Onun soyuna dikkat çekilmiştir.

Matta İncil Bölüm–1, ‘İsa Mesih’in soyu’ (başlığıyla başlar).
İbrahim oğlu, Davut oğlu, İsa Mesih’in soyuyla ilgili kayıt şöyledir:
1 İbrahim, İshak’ın babasıydı. İshak, Yakub’un babası…
İçinde Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın da adlarının bulunduğu bu soy ağacı şu sözlerle son bulur:
16 ‘Yakup, Meryem’in kocası Yusuf’un babasıydı. Meryem’den de Mesih denilen İsa doğdu.
17 Buna göre, İbrahim’den Davut’a kadar toplam ondört kuşak ve Babil’e sürgünlükten Hz. İsa’ya kadar da ondört kuşak geçti.

Görüldüğü gibi, İncil’de de ayrıntılı bir biçimde Hz. İsa’nın soyunun bir dökümü yapılmış ve bu soyun ‘bazı peygamberlerden geçerek’  Hz. İbrahim’e kadar gittiğine dikkat çekilmiştir.

Ayrıca Kur’an’da, İncil’de bulunmayan bir olaya yer verilmiştir: Hz. İsa’nın annesi Meryem’in doğumu.
Ali İmran–35. Hani İmran’ın karısı şöyle demişti: “Rabbim, karnımdakini özgür bir biçimde sana adadım; onu benden kabul et. Kuşkusuz sen, her şeyi duyan, her şeyi bilensin.”
Ali İmran–36. Onu doğurunca-Allah onun ne doğurduğunu bildiği halde şöyle dedi: “Rabbim onu kız olarak doğurdum ve erkek kız gibi değildir. Adını Meryem koydum onun. Onu ve soyunu, kovulmuş şeytandan Sana sığınıyorum.”
Ali İmran–37. Allah onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi besleyip büyüttü.

Bu ayetlerde Hz.İsa’nın annesi Meryem’in de daima Allah’ın himayesinde olduğunu görmekteyiz. Allah’ın Meryem’e gösterdiği özen ve ilgiye ayrıca Melekler de katılmaktadır.

Ali İmran–42. Bir de Melekler şöyle demişlerdi: “Ey Meryem, Allah seni ıstıfa edip seçti. Seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınları üstüne yüceltti.”

Ali İmran–45. Melekler şöyle dediği vakit: “Ey Meryem, haberin olsun, Allah seni dünya ve ahirette (*) itibarlı biri ve Kendisi’ne yakın olanlardan olarak Tarafından bir ‘Kelime’ ile Müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Mesih İsa’dır.

(*) Ahiret: Tanrısal Âlem / Tinsel dünya

Ali İmran–47. Meryem: “Ey Rabbim bana bir insan dokunmamışken, nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah: “Öyle, Allah ne dilerse yaratır, O, bir şeyi dilediğinde, yalnızca ona “ol” der, o da hemen oluverir” buyurdu.

Kur’an’da, Meryem’in Hz. İsa’yı bir bakire olarak doğurduğunu tasdik eden bir başka ayet de şudur:
Tahrim–12. Irzını titizlikle korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Biz ona Ruhumuzdan (Tinimizden) üfürdük. O, Rabbi’nin sözlerini ve Kitaplarını tasdik etmişti. Bize itaat edenlerdendi.

Kur’an’daki bu ayetlerin varlığının farkında olmayıp, “Kur’an, Hristiyanlık dininden apayrı bir din olan İslam dini’nin Kitabı iken, nasıl olur da Hıristiyanlık dininin peygamberi hakkında bu kadar ayrıntılı bilgiler verir?” diye şaşıranların, İsa Mesih’le ilgili başka ayetlerde açıklanan daha öte bilgiler karşısında hayretleri artabilir. Ancak Ali İmran–3. ayette yer alan sözler göz önünde bulundurulduğunda, Kur’an’daki bu ayrıntılı bilgilerin İncil’deki bilgilerle örtüşmesinin neden çok normal olduğu anlaşılır.
Ali İmran–3. (Hz. Muhammed’e hitaben) O’ sana Kitap’ı (Kur’an ayetlerini) önündekileri tasdikleyici olarak hak bir yoldan indirdi. Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti.

Kendinden evvel var olan Kutsal Kitap’ların doğrulayıcısı olduğunu bildiren Kur’an’ın, bu Kitaplarla temelde bir çelişki içinde olması söz konusu olamaz.

Hz. Yahya’nın peygamberliği

Şimdi de Kur’an’da, Hz. İsa’nın annesi Meryem’in adının verildiği ve içinde
98 ayet bulunan Meryem suresindeki övgü dolu bazı ayetlere göz atalım.

Meryem–12.  “Ey Yahya, Kitap’a kuvvetle sarıl” deyip daha çocukken ona hikmet,
     13. Katımızdan kalp yumuşaklığı ve safiyet verdik.
     14. O, Allah’tan sakınan ve anasına babasına karşı iyi davranan bir kimse idi, başkaldıran bir zorba değildi.
15. Doğduğu gün de, öleceği günde ve dirileceği günde ona selam olsun.
(15. ayetin Arapça’dan İngilizce’ye çevirisi de (‘The Koran’ – Penguen Books) şu şekilde yapılmıştır: “O, doğduğu günde ve öleceği günde kutsanmıştı, tekrar dirileceği günde de üzerine esenlikler olsun).

Böylesine övgü dolu sözlere baktığımızda, bahsi geçen kişinin Allah katında değer verilen bir kişi olduğu belli olmaktadır. ‘Kutsanmış’ olarak sözü geçen bu insan Hz. Yahya’dır ve aslında, Hz. Yahya’nın yüksek tinsel erdemlere sahip bir insan olduğu ayetlerde özellikle belirtilmektedir.
Kur’an ayetlerinde övgüyle bahsi geçen Hz. Yahya kimdir?  Hz. Yahya, esasen İncil’de sözü geçen ‘Vaftizci Yahya’dır.’
İncil’de Vaftizci Yahya’dan hangi bağlamda söz edildiğine bakalım:

Matta, Bölüm–3: 1–4 O günlerde Vaftizci Yahya ortaya çıktı. Yahudiye çölünde şu çağrıda bulunuyordu: “Tövbe edin! Göklerin Egemenliği yaklaşmıştır.”
Nitekim Yeşeya peygamber aracılıyla (Tevrat’ta) sözü edilen kişi Yahya’dır.
Yeşeya şöyle demişti: “Çölde yükselen ses, ‘Rabbin yolunu hazırlayın, geçeceği patikaları düzeltin’ diyor.”
                          5–6 Kudüs’ün, bütün Yahudiyenin ve tüm Şeria nehri yöresinin halkı ona geliyor, günahlarını itiraf ediyor, onun tarafından Şeria nehrinde vaftiz ediliyordu.

Markos, Bölüm–1: 8 Yahya şu haberi yayıyordu: Benden sonra benden daha güçlü olan geliyor. Eğilip Onun çarıklarının bağını bile çözmeye layık değilim. Ben sizi suyla vaftiz ettim, ama O sizi Kutsal Ruh’la (Kutsal Tin’le) vaftiz edecektir.
İncil’de, ayrıca Luka, Bölüm-3: 1-3’de ve Yuhanna, Bölüm-1:  19-24’de de Yahya ve onun tinsel göreviyle ilgili bazı bilgilere ulaşılabilir.

Bir de, Hz.Yahya’nın ortaya çıkışının Kur’an-ı Kerimde nasıl ele alındığına bakalım:   (Bu ayette adı geçen Zekeriya, Vaftizci Yahya’nın babasıdır).
Ali İmran–38. Zekeriya orada Rabbine yakarmıştı: “Rabbim, demişti, Katından bana tertemiz bir soy bağışla, Sen yakarışı en iyi duyansın.” 
                  39. Zekeriya tapınakta dua ederken, Melekler ona şöyle çağırmışlardı: Allah sana, Allah’tan ‘bir Kelimeyi’ doğrulayıcı bir efendi; nefsine egemen bir benlik, barışseverlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeliyor.

İncil’de olduğu gibi, Kur’an’da da gayet net bir biçimde, Vaftizci Yahya’nın, Allah tarafından gönderilecek olan bir ‘Kelimeyi’ (Kelimetullah’ı) doğrulayıcı bir peygamber olarak seçildiğini, ayrıca Ali İmran–39. ayette, onun ulvi bir insan olduğunu belirten niteliklerin anlatıldığını görmekteyiz.

Allah’tan gelecek ‘Kelimeyi’ müjdeleyecek ve Onun yolunu açacak olan Vaftizci Yahya’nın doğumunun babasına müjdelendiği bölüme İncil’de bakalım.

Luka-Bölüm 1: 11–13 Bu sırada, Rabbin bir meleği buhar sunağının sağında dikilip Zekeriya’ya göründü. Zekeriya onu görünce şaşırdı, korkuya kapıldı. Melek ona “korkma Zekeriya” dedi, duan kabul edildi. Karın Elizabet sana bir oğul doğuracak ve sen onun adını Yahya koyacaksın.”
15 O, Rabbin gözünde büyük olacaktır. Hiç şarap ve içki içmeyecek; daha annesinin karnındayken Kutsal Ruh’la (Kutsal Tin’le) dolacaktır.

 İncil’de de anlatıldığı gibi Zekeriya’nın oğlu olan Vaftizci Yahya’nın görevi, Yahudilerin çok evvelden beri Tinsel Dünyadan gelmesini bekledikleri ‘Tinsel bir Varlığın’  gelişini müjdeleyip insanlara haber vermek ve onun yolunu açmak idi.

Çok önceden Tevrat’ta, bu görevi üstlenecek olan insan hakkında Yeşeya peygamberin öngörüsü bulunmaktaydı. (Bu öngörüye daha sonra Matta, Bölüm–3. 1 – 4’de de yer verilmişti)

Ancak, Hz. Yahya’nın peygamberliği bildik anlamda bir peygamberlik değildi. Pek çok peygamberden farklı olarak o, sadece ‘belirlenmiş bir zamanda’  Allah’ın dünyaya göndereceği  Kelimeyi’ müjdelemek üzereseçilmişti.

İncil ve Kur’an’da aktarılanlar doğrultusunda, ‘gelecek olanı’ müjdelemek için özellikle ‘bir peygamberin’ Allah tarafından görevlendirilmiş olması, bize ‘esas gelecek olanın’ son derece değerli ve önemli olduğuna dair bir fikir verebilir.

Bir başka önemli nokta da Yahya’nın karakteri ile ilgilidir: İki ayrı surede, Hz. Yahya doğmadan önce bile, doğduğu zaman sahip olacağı yüksek nitelikler belirtilerek, onun, ilerde yapacağı göreve tam anlamıyla uygun bir karaktere sahip olduğu vurgulanmaktadır. (Kur’an’daki bu ayrıntılar İncil’de de belirtilmiştir.)
Evvelce Tevrat’ta, ‘istikbalde ortaya çıkacağının’ belirtilmiş olması ve kendisine Allah tarafından verilen görevin ‘yüksek tinsel içeriği’ Yahya’nın bir peygamber olmasını gerektiriyordu. Hz. Yahya, bildik anlamda bir peygamberlik yapacak olmasa bile yapacağı görevin önemi ve derinliği, yani Allah’ın göndereceği Kelime’nin  (Allah’tan gelecek Olanın) habercisi olmak onu peygamber statüsüne koyuyordu. Çünkü böylesine yüksek ve önemli bir görevi ancak özellikle seçilmiş bir peygamber yerine getirebilirdi.

Görüldüğü gibi, Kur’an ve İncil’de, daha sonraları ‘Hristiyanlık dini tanımlaması’ içinde yer alacak olan ‘Mesih İsa’yı kuşatan gizeme dair önemli ipuçlarına ve örtüşen bilgilere rastlamaktayız.
Mesih İsa ile ilgili gerçekleri tam olarak yansıtmayan, hatta bir bakıma ‘esas gerçeği’ anlamamızın önünde bir engel oluşturan, Onun ‘sadece Hristiyanlık dininin peygamberi olduğu’ gibi katılaşmış bir inancı (görüşü) bir an için kenara koyduğumuzda, karşımızda yavaş yavaş bambaşka bir gerçeklik belirmektedir.

Yüzyıllardan beri Hristiyanlık adlı bir dinin var olması ve bununla bağlantılı olarak Katoliklerin. Ortodoksların, Protestanların, bu sektlerin kiliselerinin ve din adamlarının varlığı elbette yadsınamaz. Ayrıca, onların varlığının, İsa Mesih’e dair pek çok önemli bilginin (ve inancın) bugünlere kadar gelebilmesi için gerekli olduğu da belirtilmeli. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi, İncil incelendiğinde, ne İsa Mesih’in, ne de havarilerin yeni bir din yaymaya çalışmadıkları açıkça görülebilir. O zaman, kurumsallaşmış bir dine dönüşmeden önce havariler (ve Aziz Paul gibi Mesih’in bizzat görevlendirdiği bir kişi) karşılaştıkları insanlara ve topluluklara ne anlatıyorlardı? Onların gayet açıkça aktardıkları şey, Mesih İsa’nın ortaya çıkmasıyla yaşanan olağanüstü olayların arkasındaki ‘esas gerçekler’ idi. Fakat bu tinsel gerçekler –başlangıçta havariler (ve onların yakın çevresindeki bazı insanlar) tarafından anlaşılmış ve başkalarıyla da paylaşılmış olmasına rağmen–, zamanla özündeki ‘anlam’ yitirildiği için, sonraları yavaş yavaş kurumsallaşmış bir dini inanca dönüştü.
Mesih İsa’nın ortaya çıkmasından kaynaklanmış olan olaylara ve Onun getirmiş olduğu ‘tinsel kaynaklı itkiye’ dair gerçeklerin zamanla yitirilmesi ve bu bilgilerin sonradan ‘kurumsallaşmış dini bir tanımlama’ içinde sıkışıp kalması kaçınılmaz bir sonuçtur. 

Ancak, İsa Mesih’in varlığı etrafında gelişen olağanüstü olaylara dair gerçekler hiç bozulmadan dört yönlü olarak İncil’de anlatıldığı gibi, bu olağanüstü olaya dair bazı bilgilere daha sonra ortaya çıkan Kur’an’da da rastlamaktayız. Kur’an’daki Hz. İsa’ya dair aktarımlar, İncil’deki aktarımlarla tam anlamıyla aynı olmasa da, kayda değer bir biçimde örtüşmeler olduğu da görmemezlikten gelinemez.

Kur’an’ın üslubu İncil’inkinden neden farklı?

Söz konusu ‘gerçeklerin’ Kur’an’da aynen İncil dili ve üslubu ile aktarılması beklenemezdi çünkü Kur’an’ı yakından incelediğimizde daha farklı gelişmelerle karşı karşıya olduğumuz anlaşılır. Dolayısıyla Kur’an’ın üslubu, bu farklı gelişmeleri ve bunun etkilerini yansıtmaktadır.
Kur’an’ın temelindeki olay neydi onu incelemeye çalışalım.

Bilindiği gibi, Hz. İbrahim’in Hacer adlı cariyelerinden İsmail adlı oğlu doğdu (ve onun soyundan zamanla Arap kavmi ve halkı oluştu). Kısa bir zaman sonra Hz. İbrahim’in karısı olan Sara’dan da İshak adlı oğlu doğdu. Onun soyundan da Yahudi halkı meydana gelmiştir. İsmail ve İshak’ın babaları birdi. Yani Arapların ve Yahudilerin esasında ortak ataları Hz. İbrahim’dir.

Ancak Hz. İbrahim’den meydana gelen bu çocuklardan oluşan soyların farklı kaderler yaşamaları gerekiyordu. İbraniler yüzlerce yıl Tanrı Yahve’nin (YHVH) koyduğu kural ve yasalarla eğitildiği ve Yahve ile daima yakın bir ilişki içinde olduğu halde, akrabaları olan Araplar bu süreçte tinsel anlamda hiçbir korunma ve rehberlik almadıkları için Allah’ın Varlığını hiç bilememiş, bu yüzden giderek ‘tinsel bir karanlığa’ gömülmüş ve putlara tapan bir halk durumuna düşmüşlerdi.
İslâm’ın gelmesinden sonra, evvelce yaşamış oldukları bu karanlık döneme dönüp baktıklarında Araplar, Allah’ı tanıyıp bilmeden putlara taparak yaşadıkları bu süreci ‘cahiliye dönemi’ olarak adlandırmışlardır.

Akrabaları olan İbranilerin soyu, çok uzun bir süre boyunca Yahve’nin koruması ve rehberliğinde ve Onun belirlediği yasalara uyarak yaşamış ve bu yasalardaki prensipler ruhlarına işlemişken, Araplar, İbranileri ‘tinsel karanlıktan koruyan’  bu ‘tinsel etkilerin’ tamamen dışında kalmışlardı. Kur’an ayetlerinin pek çoğu, Hz. Muhammed’in, -Allah’ın Varlığını- Arap halkına anlatma çabasını ve yıllarca sert koşullar içinde geçen mücadelesini aktarmaktadır. Kur’an’ın üslubundan yansıyan bazı sert ifadelerin temelde nedeni budur.

Kur’an’da,  putlar yerine tek Tanrı olarak Allah’ın benimsenerek ‘gerçek İlah’a’  ibadet edilmesi doğrultusunda verilen mücadelenin yanı sıra, Hz. Muhammed’e gelen ayetlerle Arap halkının, ahlâk, adalet, hukuk, ibadet, merhamet ve kadın hakları gibi konularda da bilinçlenmeleri için verilen büyük mücadele de yansımaktadır.
Kur’an’ın yapısı ve üslubu bu bakımdan incelendiğinde; tek bir Tanrının Varlığını evvelden beri zaten bilen ve bu bilgiyi özümsemiş olan bir topluma sorunsuz bir şekilde bazı tinsel bilgiler aktarılıyormuş gibi bir izlenim edinmek olası değildir.
Aksine Kur’an’da, Hz. Muhammed’e inanmayanların gösterdiği tepkilere yanıt olarak gelen ayetlere ve inanmayanlarla inananlar arasında geçen sürekli mücadele ve savaş halinin yarattığı gerilimin ayetlere yansımasına tanık olabiliriz. Örneğin, Zühruf suresi – 5. Siz haddini aşan bir toplumsunuz diye, o Kur’an uyarısını sizden uzak mı tutalım?          Secde – 3. Yoksa “onu (ayetleri) uydurdu mu” diyorlar Hayır, Haktır o; senin Rabbindendir; senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarman içindir. Umulur ki doğruya ve güzele kılavuzlanırlar.

Bu temel nedenlerden dolayı, o sırada henüz ‘Allah’  kavramıyla yeni tanışma ve Onu anlama aşamasında olan bir toplumun ‘Mesih İsa’ ile ilgili daha derin bilgileri anlayıp kavraması ve bunları hazmetmesi beklenemezdi.
Mesih İsa’ya dair derin bilgilerin kavranmasının zor olmasından dolayı, ‘tek Tanrı’ kavramıyla çok önceleri tanışmış olan Yahudilerin bile büyük bir kısmı Mesih’i tanıyıp anlayamamış ve Onu kabul etmeyerek (temelde Onun varlığına karşı çıkarak), Onun çarmıha gerilmesine ön ayak olmuşlardı.

Gelecekteki insanlar, ‘Allah kavramını’ özümsemiş olarak daha farklı bir bilince sahip olacaklarından ve Kur’an ayetlerine bu farklı bilinç kapasitesiyle bakabileceklerinden dolayı ayetlerde Mesih İsa ile ilgili ayrıntılı bilgilere yer verilmiştir. Bu bakımdan, Mesih hakkındaki bilgilerin daha çok ‘gelecek zaman’ için verilmiş ve artık Allah’ın Varlığını kavrama aşamasını tamamlamış bir insanlığa yönelik bilgiler olduğu söylenebilir.

Dini kaygılar, kısıtlamalar ve önyargılar bir yana bırakılarak objektif bir gözle incelendiğinde, Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’ya çok önemli bir yer verildiğini ve ayetlerde, ‘Onun Tinsel-Tanrısal Âlem tarafından özellikle sahiplenildiğinin’  belirtildiğini görmemek mümkün değildir.

İncil zaten baştan sona Mesih İsa’yla ilgili tinsel bir dokümandır. Bu bakımdan İncil’de Ona odaklanılıp önemli bir yer verilmiş olması doğaldır. Fakat başka bir dini inancın kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de de Onun böylesine sahiplenilmesine ve Onunla ilgili ayrıntılara girilmiş olmasına sadece “çok enteresan” deyip geçemeyiz. Kur’an’da, Allah’ın Varlığını anlatan ve bu uğurda verilen mücadeleyi yansıtan ayetlerin yanı sıra, aynı zamanda ‘Allah’ayaklaştırılmış’ olduğu belirtilen Mesih ile ilgili ayrıntılı ayetlerin de yer alması bir tesadüf değildir.
Bu bakımdan Kur’an’ın içinde bir anlamda ‘küçük (kısa) bir İncil’ bulunduğu rahatlıkla söylenebilir.

Hadid–27. Sonra onların izleri üzerinde ardı ardına peygamberlerimizle izledik; arkasından Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, Ona İncil’i verdik ve Ona uyanların kalplerinde bir şefkat ve merhamet yarattık…

Bakara–253. Biz, o işaret edilen peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık. İçlerinden kimi ile Allah konuştu, kimini de daha yüksek derecelere çıkardı. 
Meryem oğlu İsa’ya da o açık delilleri ve mucizeleri verdik ve kendisini
Ruh-ül Kudüs (*) ile destekledik…

(*) Ruh-ül Kudüs: İncil’de sözü geçen Kutsal Ruh, esasen Kutsal Tin.

Saf–14. Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun! Nitekim Meryem oğlu İsa havarilere : “Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?” dedi. Havarileri: “Biz Allah (yolunun) yardımcılarıyız.” dediler. Bunun üzerine İsrailoğullarından bir grup iman etti, bir grup inkâr etti. Biz iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik o suretle onlar üstün gelip yüze çıktılar.

Enbiya–91. Kızlığını koruyan Meryem’e Ruhumuzdan (Tinimizden) üflemiş onu ve oğlunu, âlemler için bir mucize kılmıştık.

Zühruf–63. İsa, açık seçik kanıtlarla geldiğinde şöyle demişti: Ben size hikmet getirdim ve tartışıp durduğunuz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.

Bunlar ve benzeri pek çok ayetin yer aldığı Kur’an gibi bir Kitap’ın özünde,Hz. İsa’ya daha farklı türden bir yaklaşımın yer alması mümkün değildir.
Onunla ilgili ayetleri göz ardı etmek ve gerekli önemi vermemek, Kur’an’ın aktarmaya çalıştığı mesajın ‘bütününün’  anlaşılamamasına neden olabilir.

Elbette herkes Kur’an’daki Hz. İsa’ya dair bilgileri irdeleme gereği duymayabilir. Dolayısıyla, Kur’an’daki gizemleri merak edip etmemek de kuşkusuz her insanın özgür seçimidir. Ancak, daha öte bilgileri anlamak isteyenler, hiçbir yanlış ve yetersiz yorumun etkisi altında kalmadan Kur’an’ın içindeki İsa’nın varlığına daha dikkatli ve objektif bir yaklaşımla eğilebilmeliler.

Bundan 1400 yıl kadar evvel Arap halkı tarafından ‘Allah’ın Varlığına’ dair bilgilerin kabul görmesi, kavranması ve özümsenmesi çok kolay olmamış olduğu gibi, çağımızda da Mesih İsa’ya dair derin gerçeklerin anlaşılıp özümsenmesi farklı nedenlerden ötürü o derece zordur. Çünkü o zamanlardan beri insanlığın ‘entelektüel yeteneği’ daha çok gelişmiş olmasına rağmen, aslında bu süreç içinde tinsel dünyadan daha da uzaklaşılmış (insanlığın orayla var olan bağı kopmuş) ve insanlık ‘materyalizm’ ile daha çok özdeşleşmiştir. Özellikle vurgulamak gerekir ki, entelektüel yetenek ‘bilinç’ demek değildir.

Bu da özellikle tinsel konuların anlaşılmasını zorlaştıran bir faktördür. Bunun yanı sıra, son zamanlarda yaşanan dinler arası tartışma ve sürtüşmelerde, insanların ‘dini inanç hüviyetlerinin’ her zamankinden daha fazla ön plana çıkması yüzünden giderek dini inançlar arasındaki sınırların önem kazandığı ve bunun sonucu olarak da artık insanların farklı dini inançları anlamaya gayret etmeden sadece kendi inançlarının katılaşmış kabuğuna çekilme eğilimine girdiklerini gözlemlemekteyiz.

Hâlbuki İsa Mesih olayının, üzerine herhangi bir dini inancın renklerinin yansımadığı şekliyle, yani  ‘en yalın haliyle’  görülebilmesi çok önemlidir.
Aslında, tamamen objektif bir tinsel doküman olarak da İncil’e başvurabilme imkânımız olmasına rağmen, yüzyıllardır ‘Hristiyanların din Kitabı’ olduğu imajına sahip olduğu için, bu imajın etkisi altında kalıp İncil’e objektif bir gözle bakmakta güçlük çekenler için Kur’an gibi bambaşka bir Kutsal Kitap’ta da Hz. İsa’ya dair ayrıntılı bilgiler verilmesi büyük bir şanstır. Bu bilgiler İncil’dekilerin tıpa tıp aynısı olmasa da, Hz.İsa olayının yansımalarını Kur’an açısından incelenmesi Onun Müslümanlar tarafında da biraz olsun tanınmasına yardımcı olabilir. Dini inanç dışında bir objektivizm ile yaklaşanlar için ise Kur’an’daki İsa, Mesih İsa’nın ‘Hıristiyanlık dini dışındaki başka bir dini kaynaktan’ nasıl bir imajla yansımakta olduğunun incelenmesine olanak sağlayacaktır.

Üzerinde durmamız gereken başka bir önemli nokta da: Kur’an ayetlerinde Mesih İsa ile ilgili bu kadar çok ve ayrıntılı bilginin neden yer aldığıdır?
Bu sorunun yanıtını anlamayı kolaylaştırmak için, ayetlerdeyer alan, “Kur’an’ın İncili (ve Tevratı) doğrulayan bir Kitap olduğu” şeklinde yer alan beyanı ciddiye alarak söz konusu ayetlerin İncil’le birlikte incelenmesi önerilir.

Hz. İsa’nın esasında şimdiye kadar benimsenen yaygın inanç doğrultusunda bir ‘din kurucusu olmadığı’ gerçekliğinin, yapılacak incelemenin temeline yerleştirilmesi çok önemlidir.
Bu bilgi, incelememizin temelinde ‘bir yapı taşı’ olarak yer alabilirse, ancak o zaman İncil’de aktarılanların ve Kur’an’daki Hz. İsa’ya dair ayetlerin arkasında dini bir olaydan çok farklı, bambaşka bir tinsel gerçekliğin varlığı’  görülüp anlaşılabilir.
Bu ‘tinsel gerçeklik’ netleşip açıklık kazandıkça ve Mesih İsa ile ilgili veriler doğru yerlerine kondukça,  zihnimizdeki imaj değişecek ve giderek din ötesi bir kozmik tinsel fenomeni yansıtan farklı bir anlayış ve farklı bir Mesih imgesi oluşmaya başlayacaktır.

                                                                      

Mesih İsa’nın yetkisi

Mesih İsa ile ilgili olarak şimdiye kadar ortaya konan verileri göz önünde bulundurarak, Ali İmran suresinde bulunan başka ayetlerde Mesih hakkında verilen bilgileri inceleyelim.

Ali İmran–49. O’nu Beniisraile (*) şöyle konuşan bir resul yapacak: “Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim…
Ben körü ve abraşı iyileştirir, ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim
Eğer inananlardansanız, bunda sizin için tam bir mucize vardır.
(*) Beniisraile: İsrailoğullarına                   

İncil’den de bilindiği gibi Hz.İsa’nın gerçekleştirdiği pek çok olağanüstü mucizenin arasında ölüleri diriltmesi vardır. ‘Ölüyü diriltebilme mucizesinin’ ne anlama geldiğini biraz daha açmaya çalışalım.

Her insan yaşamı boyunca büyük bir olasılıkla bir akrabasını veya sevdiği bir dostunu kaybetmiştir. Fakat yakınımız olan bir insanı yitirme deneyimini kendimiz bizzat yaşamış olmasak bile, ölümün gücünü ve geri dönüşü olanaksız bir fenomen olduğunu ruhumuzun derinliklerinde hissetmişizdir. Bu bağlamda, ölen insanın artık bir daha yanımıza dönmeyeceği gerçeğinden kimse kuşku duymaz.
Ölüm olayında, ‘maddesel dünya ötesi tinsel yasalar’ devreye girer ve insan üzerinde etkin olur. Ölüm, esasında kendisi bir tinsel dünya varlığı olduğu halde fiziksel dünyada varolmak konumunda olan insanın çok uzun bir zamandan beri doğasında yer almaktadır.
Ölüm anının gelip bir insan üzerinde etkin olduğu, başka bir deyişle, insanı dünyada ‘canlı tutan yaşam gücünün’ insandan ayrılıp geri dönüşü imkânsız ‘ölüm aşamasına’ geçildiği o anı imgeleyelim.
Bir müddet sonra ‘birisinin’ ölen kişinin yanına gelip, ölmüş olan o insanı dirilttiğine, yani ölünün Tanrısal Âlemden kaynaklanan ‘ yaşam gücüylecan ile’ tekrar birleşip bütünleşmesini sağladığına, kısacası ölüm olayını ters yöne (yaşam yönüne) çevirdiğine tanık olduğumuzu imgeleyelim. Bu diriltme olayını gerçekleştirmiş olan kişi hakkında ne düşünürüz?

Bu soruyu kalbinin bütün dürüstlüğü ve samimiyeti ile yanıtlayan herkes, diriltmeyi gerçekleştiren insan hakkında, “Onun mutlaka Tanrı vergisi ve Tinsel Dünya kaynaklı bir gücü olmalı, yoksa böyle bir mucizeyi yapabilmesi imkânsız olurdu.”  diye düşünür.

Şimdi, İncil’de Yuhanna Bölüm 3:  1 – 2’ deki sözlere bakalım:
Yahudilerin Nikodim adlı bir önderi vardı. Ferisiler’den olan bu adam bir gece İsa’ya gelerek, “Rabbi, senin Tanrı’dan gelmiş bir öğretmen olduğunu biliyoruz. Çünkü Tanrı kendisiyle birlikte olmadıkça hiç kimse senin yaptığın bu mucizeleri yapamaz”  dedi.
Kur’an’da (Ali İmran – 49) ölüleri diriltme mucizesi gerçekleştirdiği aktarılan Mesih’in, İncil’de bu diriltme mucizesini ölünün yanındayken gerçekleştirdiği gibi, bazen de uzaktan, kendisi ölenin yanında olmadan da yapabildiğine dair örnekler bulunmaktadır.
Hz.İsa’nın ölüleri diriltme gücüyle ilgili olarak üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan biri de, Onun ölüyü diriltmeyi, yani tekrar can verip yaşatmayı hangi ‘ yetki ve güç’ ile yaptığıdır.

Bilindiği gibi, bir insanın ‘yaşam’ verilerek fiziksel dünyada ‘bir canlı’ olarak doğması ve geri dönüşü olmayan ölümü ancak Kutsal Tinsel Dünyanın (Tanrı’nın) yetkisi ve gücüyle gerçekleşmesi mümkün olan olaylardır.
Dolayısıyla, Tinsel âlemle (Tanrıyla) bağlantılı olmayan ve yetkisi ‘ buradan’ kaynaklanmayan hiç kimse bir ölüyü diriltemez!

Kur’an’daki Esma-ül Hüsna’da Allah’a verilen sıfatlardan biri ‘Muhyi’ dir.
Muhyi’nin anlamı şöyle: ‘Yaratan, hayat veren. Ölüleri dirilten.’

 Bununla bağlantılı olarak şu ayetlere de göz atalım:

 

Yasin–12. Biz, yalnız Biz ölüleri diriltiriz…

 

Mümin-78…Hiçbir resulün, Allah’ın izni olmaksızın herhangi bir mucize getirmesi söz konusu olamaz…

İncil’de İsa Mesih’in körlerin gözünü açması, çeşitli hastalıkları iyileştirmesi, kıpırdayamayacak derecede felçli olanları hemen ayağa kaldırması ve ölüleri diriltmesi gibi pek çok mucizesi ayrıntıları ile anlatılmıştır. Fakat görüldüğü gibi Onun bu olağanüstü yetenek ve sıra dışı özelliklerine yoğunlaştırılmış olarak Kur’an’da da değinilmiştir.

 

Yahudilerin bir kısım Tevrat yasalarından özgür kılınması

Ali İmran suresindeki ayetleri incelemeye devam edelim.
Ali İmran–50. Ben, hem size haram edilenin (yasaklanmış olanın) bir kısmını helal kılmak için ve Rabbinizden bir mucize ilesize geldim…

Bu son cümle başka bir mealde şöyle çevrilmiştir:
Rabbiniz’den bir mucize ‘getirdim’ size.

Bilindiği gibi Tevrat’ta Tanrı Yahve’nin, Yahudiler için koyduğu pek çok yasa ve kural vardır. Genellikle ‘On Emir ’ olarak bilinen bu yasalar aslında on tane esas emirden çok daha fazladır. Yahudi halkının yaşamlarını en ince ayrıntılarına kadar biçimlendirmiş olan bu yasalar Yahudilerin ‘şeriatı’ idi.
Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayabilme kapasitelerinin gelişip, ahlaklı ve belli ölçüde bir tinsellik kazanmış (‘Tanrı bilir’) bir toplum olabilmeleri için bu yasa ve kurallar yüzlerce yıl Yahudi toplumunun yaşam biçiminin şablonu olmuştur.

Yahudi halkının bu yasalara uyacaklarına dair Yahve’ye söz vermeleri, bunun karşılığında Yahve’nin de onların Tanrısı olacağına (ve kollayacağına) dair verdiği söz, soyları Hz. İbrahim’le başlamış olan Yahudilerin Tanrı Yahve (YHVH) ile yaptıkları ‘anlaşmanın’ temelini oluşturuyordu.
Bu anlaşmadan dolayı Tevrat’ın diğer adı ‘ Eski Ahit ’ yani Eski Antlaşmadır.’ (Old Testament). Söz konusu bu anlaşmanın Kur’an’da da bahsi geçer.

Bakara–40. Ey İsrailoğulları! Size lütfettiğim nimetimi hatırlayın; Bana verdiğiniz söze vefalı olun ki, Ben de size ahdimde vefalı olayım ve yalnız Benden korkun.

Casiye–16. Yemin olsun Biz, İsrailoğullarına Kitap’ı, Hükmetme gücünü, Peygamberliği verdik, onları temiz yiyeceklerden rızıklandırdık ve kendilerini âlemler üzerine imtiyazlı kıldık.

Bu yasa ve kuralların Yahudilere Tanrı Yahve tarafından verilmesinden çok sonra gelen İsa Mesih onlara, hem ‘Tevrat’taki yasaları doğruladığını, hem de onları Tanrı Yahve kaynaklı bu yasaların bir kısmından özgür kılmak üzere geldiğini’ bildirmektedir.
Hz. İsa’nın, Yahudileri Tevrat yasalarının bir kısmından ‘özgür kılması’ için, yani böyle bir değişikliği gerçekleştirebilmesi için yeni bir ‘itki’ (ve daha farklı anlamda bir yasa) getirmiş olması gerekir. Mesih, bu önemli değişikliğin ‘itkisini’ (ve esasen yetkisini) yanında getirmiş olmasa, Tevratın hükümlerinde herhangi bir değişiklik yapmaktan söz etmesi asla mümkün olmazdı.

Mesih’in getirmiş olduğu bu çok önemli değişiklik (değişik itki ve yasa) neydi? Mesih İsa, Tevrat’ta en önemli yasalardan biri olan cana can, göze gözün, yani ‘kısas’ın yerine, ‘kendine kötülük yapanı bağışlamak ve hatta öteki yanağını çevirmek’ prensibinin yanı sıra, Evrende son derece önemli bir yeri olan ‘SEVGİ prensibini’ de yanında getirmiştir. Bu söylenen, İncil’de Matta – 5: 38 ve 43 – 44‘de (Ayrıca, Luka – 6: 29 ve 37)’de açıkça yansımaktadır.
Matta – 6: 38. “’Göze göz’, ‘dişe diş’ denildiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin, sağ yanağınıza bir tokat atana ötekini de çevirin.(Bundan böyle, size Tevrat’ta verilmiş olan kısas kanununu uygulamayın).
Matta – 6: 43 ‘Komşunu sev, düşmanından nefret et’ denildiğini duydunuz. 44. Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin.
Luka – 6: 37. “Başkasını yargılamayın, siz de yargılanmayacaksınız. Suçlu çıkarmayın, siz de suçlu çıkarılmayacaksınız. Başkasını bağışlayın, siz de bağışlanacaksınız…  

Tevrat yasalarının verildiği zamanla, Mesih’in gelerek bunların üzerinde etkin olduğu zaman arasında geçen sürede İbraniler, bu yasalarla tinsel eğitim almış ve ruhsal – tinsel bakımdan olgunluk kazanmışlardı. Ve de artık amaçlanan bazı sonuçlara ulaşıldığı için –onların gösterdiği bu gelişimle uyumlu olacak bir şekilde– onları biçimlendirmiş olan bu yasaların bir kısmında artık ‘bir dönüşüm’ yapılmasının zamanı gelmişti. Hz. İsa’nın getirdiği bu itkiyle (söz konusu dönüşümün gerçekleşmesini sağlayacak olan itki ile) bazı Tevrat yasalarının görevi artık tamamlanmış oluyordu. Tanrı’dan gelen “Kelimenin” (Arapça Kelimetullah’ın) yani Mesih’ingörevlerinden biri,bu dönüşümün gerçekleşmesi buyruğunu (Tanrı’nın Sözü’nü) dünyaya bizzat getirip bildirmekti.

Buna dair Pavlus’un (aziz Paul) bir açıklamasını İncil’de, Elçilerin İşleri bölümünde, Galatyalılar’a yazdığı mektupta görmekteyiz:
Galatyalılar – 3: 23 Bu iman (İsa Mesih’e olan iman) gelmeden önce, biz Yasa altında hapsedilmiştik, gelecek iman açıklanıncaya dek Yasanın tutuklusuyduk. Yani, imanla aklanalım diye Kutsal Yasa Mesih’in gelişine dek eğitimcimiz oldu. 25 Ama iman gelmiş olduğundan, artık Yasa’nın eğiticiliği altında değiliz. 26 Çünkü Mesih İsa’ya iman ettiğiniz için (tinsel bir bağ oluşturduğunuz için) hepiniz Tanrı’nın oğullarısınız. 29 Ve eğer Mesih’e aitseniz, o zaman İbrahim’in soyundansınız, vaade göre de mirasçılarsınız.

Mesih’in getirdiği yeni itki (ve tinsel güç) ile gerçekleşecek olan dönüşüm doğrultusunda, Tanrı Yahve ile evvelce yapılmış olan anlaşma ile belirlenmiş olan ‘Tanrı ve insan ilişkisi’ artık daha farklı bir biçime bürüneceği için (sadece soya ve kan bağına dayalı bir ilişki olmaktan çıkıp, Mesih’in aracılığıyla (yani tinsel bir bağ ile) dünyadaki her insan Tanrıyla bağlantı kurabileceği için), İncil’in diğer adı da, ‘Yeni Ahit’ yani ‘Yeni Antlaşmadır’. (New Testament)

Bunları göz önünde bulundurarak şu soru üzerinde düşünebiliriz: Kutsal Tinsel Dünyadan kaynaklanan bir güce ve yetkiye sahip olmayan herhangi bir kimse, Tanrı Yahve’nin Yahudiler için koyduğu -ve yüzlerce yıldır harfiyen uygulanmakta olan- bu yasa ve kurallardan onları özgür kılabilir mi?
Sıradan bir insan, yeni bir ‘tinsel itkiyi’ ortaya koyarak, evvelce çok belli bir temele oturtulmuş olan Tanrı Yahve ve Yahudi halkı arasındaki ‘antlaşmayı’ başka bir antlaşmayla değiştirebilir mi?

Ali İmran–49 ve 50. ayetler Hz. İsa’nın bu olağanüstü yetki ve güce sahip olduğuna işaret etmektedir.
Her iki ayette de belirtilen bu yetki ve güce nasıl sahip olabildiğini anlamak için şu cümleleri inceleyelim:

“Şu bir gerçek ki, ben size Rabbiniz’den bir mucize getirdim.”

“Rabbinizden bir mucize ile size geldim”.
Ya da diğer mealde geçtiği şekliyle: “Rabbinizden bir mucize getirdim size.”

Ayetlerdeki, “Rabbi’nizden geldim” ve “Rabbi’nizden getirdim” sözleri; Yahudilerin yasaların bir kısmından özgür bırakılması (ve ölü diriltme gibi pek çok mucizenin yapılabilmesi) için gerekli ‘yetki ve gücü’ Rabbin yanından gelirken bizzat beraberinde getirmiş olduğu gerçeğini açıklamaktadır. Burada kullanılmış olan kelimeler ‘Rab bana gönderdi ya da Rab bana indirdi’ değil,  “Rabbinizden geldim” , “Rabbiniz’den getirdim”   dir.

Bir de, bu anlatılanların İncil’de nasıl yansıdığına bakalım.

Yuhanna Bölüm–5: 19–21 İsa Yahudilere şöyle karşılık verdi, Oğul, Baba’nın yaptıklarını görmedikçe kendiliğinden bir şey yapamaz. Baba ne yaparsa Oğul da aynı şeyi yapar. Çünkü Baba Oğul’u sever ve yaptıklarının hepsini ona gösterir. Sizler şaşasınız diye bundan daha büyük işler de gösterecektir. Baba nasıl ölüleri diriltip onlara yaşam veriyorsa, Oğul da dilediği kimselere öylece yaşam verir.
26 Çünkü Baba Kendisinde ‘yaşam’ olduğu gibi, Oğula da kendisinde ‘yaşam’ olma özelliği verdi.

Yuhanna Bölüm–13: 49 “Çünkü ben kendiliğimden konuşmadım. Beni gönderen Baba’nın Kendisi ne söylemem ve ne konuşmam gerektiğini bana buyurdu. Onun buyruğunun sonsuz yaşam olduğunu bilirim. Ne söylüyorsam, Baba’nın bana söylediği gibi söylüyorum.

İncil’den yaptığımız bu alıntılarda da, Mesih’in Tanrısal Âlemden geldiği, ‘ yaşam verme’ gücünü ve diğer yetkilerini ‘ Babam ’ diye andığı Tanrı’dan (Baba’dan) aldığı ve dünyada gerçekleştirdiklerini O’nun istekleri doğrultusunda yaptığı açıklanmaktadır.

Yalnız, önemli bir noktaya açıklık getirmek gerekir: bu açıklamalarda, Mesih İsa’nın Tevrat yasalarında değiştireceği şey, Yahudilerin, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt etmelerine yardımcı olan ve onların Tanrı bilir, ahlaklı, vs. olmalarını sağlayan kurallar değildir. Onların ruhlarının tinsel olgunluk kazanmasını sağlayan (ve onları ‘karanlıktan’ koruyan) bazı yasalar değişmeyecektir. Bunu İsa Mesih bizzat kendisi de İncil’de belirtmiştir. Matta Bölüm – 5: 17 “Kutsal yasayı veya peygamberlerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim…” Mesih’in bu sözlerinden anlaşılacağı üzere, o zamana kadar var (ve etkin) olan yasaların Yahudileri belli bir ruhsal-tinsel olgunluğa getirmek görevi vardı, fakat bu belli noktadan sonraki daha öte tinsel gelişmelerin sağlanması için bunu tamamlayacak yeni bir itkinin de ayrıca etkin olması gerekiyordu. İşte bu tamamlayıcı farklı itkiyi Mesih bizzat kendisi Kutsal Tinsel Dünyadan getirmişti. Bir başka deyişle, “Rabbinizden bir mucize getirdim size” .

 

Tinsel Dünyadan (Tanrı’dan) gelen Canlı Vahiy -Tanrı’nın Kelimesi (Kelimetullah) (Logos)

Ali İmran–52. İsa onların (*) inkâr ettiklerini sezince: “Kimdir benim Allah yolunda arkadaşlarım?” dedi. Havariler: Biziz Allah dininin yardımcıları, biz Allaha iman ettik. Sen bizim lekesiz bir iman ile teslim olduğumuza şahit ol !”  dediler.

(*) ‘onların’ diye söz edilenler; Hz. İsa zamanındaki Yahudilerdir. ‘İnkâr ettiklerini’ sözü ise: ‘Mesih’in kabul görmemesi’ ve onların ‘Onun getirdiğine inanmamaları’ anlamına gelmektedir.

Ali İmran–53. (Havarilerin ağzından Allah’a hitaben:) “Ey Rabbimiz! Senin ‘indirdiğine’  iman ettik, Resule (İsa’ya) uyduk: artık bizi ‘gerçeğin’ tanıklarıyla beraber yaz.

Evvelce belirtildiği gibi, Yahudilerin Tanrı Yahve ile yüzlerce yıl süren bir ilişkileri vardı. Bu uzun süreç boyunca Onun verdiği yasaları uygulamaları sonucunda Yahudiler (ve de bu toplumun insanları olan havariler) ‘Tanrı’nın varlığını’ zaten bilmekte ve ona iman etmekteydiler. Bu bakımdan Ali İmran–52. ayette; bazı Yahudilerin ‘kabullenmekte zorlandıkları şey’ zaten nesiller boyunca bildikleri ve özümsemiş oldukları ‘Tek Tanrı’nın Varlığı’ değil, Mesih’in ‘Tinsel Kimliği ve Onungetirdiği yeni tinsel itki’ idi.

Onun getirdikleri doğrudan Tanrısal Katlardan geldiği için Tinsel Dünyanın gerçeğini taşımakta ve yansıtmaktaydı. Hâlbuki Yahudiler ‘Tanrı bilir’ bir halk olmalarına rağmen, Tanrısal gerçekleri ancak Tevrat’taki ‘belli çerçeveler ve belli bilgiler’ içinde anlayabiliyorlardı. Fakat Mesih İsa’nın getirdiği köklü değişiklikleri (önemli itkiyi) anlayabilmeleri için, nesiller boyunca benimsemiş oldukları bu çerçevenin dışına çıkmaları gerekiyordu.  O sırada, Tevrattan bildikleri sınırlı kalıpların ötesinde bir algılamaya sahip olmadıkları için de Onu anlamakta ve kabul etmekte zorlanarak Onu reddettiler. Hâlbuki havariler İsa Mesih’in yanındayken ‘doğrudan’ ve Tevrat’ta bulunandan ‘daha yüksek’ bir öğreti aldıkları için Onu ilk anlayanlardan (ve tanıyanlardan) olabildiler.
Bundan dolayı bu ayette havariler, Mesih’i anlayıp, Onun bizzat taşıdığı ve Varlığı ile yansıttığı ‘gerçeği’ kavradıkları zaman, (Allah’a hitaben,) “Senin indirdiğine iman ettik, Resule uyduk; artık bizi gerçeğin tanıklarıyla birlikte yaz.” diyebildiler.

Bu ayette sözü geçen: ‘Tanrı’nın indirdiği’ veya Tanrı’nın yolladığı neydi?

Tanrı’nın indirdiği/gönderdiği Kelime, Mesih’in sözlü olarak kelimelerle aktardığı bir öğreti değildi! Tanrı’nın dünyaya gönderdiği, ‘canlı bir Vahiy’ ‘canlı bir Kelime’  idi ve bu canlı Vahiy Mesih’in Kendisiydi (Logos).

Bu nedenden dolayı hem İncil’de hem de Kur’an’da Tanrı’nın, ‘canlı Kelimesi’ olan Mesih’in gelişini müjdelemek üzere Hz. Yahya’yı özel bir peygamber olarak seçip görevlendirdiğine dair ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.

Markos Bölüm-1: 7, 8 Yahya şu haberi yayıyordu: “Benden sonra benden daha güçlü olan geliyor. Eğilip Onun çarıklarının bağını bile çözmeye layık değilim. Ben sizi suyla vaftiz ettim, ama o sizi Kutsal Ruh’la (Kutsal Tin’le) vaftiz edecektir.”

Mesih’in, Tanrı’dan ‘canlı bir Vahiy’, ‘bir Kelime’ olarak nasıl geldiğine daha açıklık kazandırarak anlaşılmasına katkıda bulunabilmek için Hint öğretilerine göz atılabilir. Görkemli Hint öğretilerinde, insan bedeninde enkarne olan, yani Kutsal Tinsel Dünyadan gelip bir insanın fiziksel bedeninde ‘beden alan’ (enkarne olan) Tinsel Varlıkların varlığı çok uzun zamanlardan beri bilinen bir gerçeklikti.
Hint öğretilerinde bu şekilde enkarne olmuş bir varlığa Avatar denilmekteydi. Örneğin, Bhagavat Gita’da sözü geçen ‘Krishna’ bu Avatarlardan biriydi.

‘Avatar’, Uzakdoğu’da evvelden beri bilinen bir kavram olmasına rağmen, Batıda, bazı ‘okült merkezleri /gizem okulları’ haricinde pek bilinmeyen ve alışılmamış bir kavramdır.
Bu bilgi aynı zamanda, insan ruhunun bir fiziksel bedende, bir ölüm-doğum çemberi içinde reenkarne olması kavramıyla da bir anlamda örtüşmektedir. (Ancak bu ifade, Tinsel Dünyadan gelme tinsel varlıkların insan gibi ‘devamlı enkarne olduğu’  (yani reenkarne olduğu) şeklinde anlaşılmamalıdır; belli bir döngü içinde sıklıkla reenkarne olan insandır, Tinsel Dünya Varlıkları değil).

Batı dünyası ise, her ne kadar son zamanlarda reenkarnasyon kavramına biraz daha sempatik bakıp yakınlık duymaktaysa da,  reenkarnasyon konusuna hala kuşkulu yaklaşmaktadır ve insanın reenkarne olduğu gerçekliğini kavrayıp özümsemekte zorlanmaktadır. Bu bakımdan, (içinde bulunduğumuz ülke de dâhil olmak üzere) Uzakdoğu’nun batısında kalan ülkelerde insanın reenkarnasyonundan da daha komplike bir kavram olan ‘Avatar’ kavramının kolayca anlaşılamaması doğaldır.

[Bunun yanı sıra; Hz. İsa’nın adının (Varlığının) tüm insanlık ile bağlantılı olduğu söylenildi. Bir Avatar olarak Onun varlığı, dinler ötesi bir fenomenle ilişkilidir. Bu nedenden dolayı Onunla ilgili gerçekleri tüm insanlığın bilmeye hakkı vardır. Çağımızda insanlığın materyalizmle aşırı derecede özdeşleşmesi sonucunda ‘tinsel konuları derinlemesine kavrama’ yeteneğinin büyük bir ölçüde yitirilmiş olmasından dolayı, bazı insanların -yeterli bilgiye sahip olmadan- ‘İsa’ hakkında yaptıkları yorumlarla yetinmek ve bunların gerçek olduğunu varsaymak söz konusu olamaz. Büyük bir çoğunluğu önyargılı ve yanlış olan bu yorumların insanların kolektif kanaatlari ve dolayısıyla bireylerin üzerinde oluşturduğu etkilere karşı dikkatli olmak gerekir].

Mesih İsa olarak anılan ‘Mesih’ (Christ), ‘Avatar fenomeni’ kapsamında Tinsel Dünyadan gelip  -Tinsel Dünya tarafından belirlenmiş çok belli bir tarihte- dünyada enkarne olmuş olan en büyük Avatardı.

Bu söylenen, bir Kur’an ayetinde de kısaca, değişik bir biçimde ifade edilmektedir.

Hac-75. Allah, meleklerden de (*) resuller seçer, insanlardan da…

(*) ‘Meleklerden de resuller’: Tinsel Dünya Varlıklarından resuller (haberciler/elçiler)

Başka bir mealden Ali İmran-45:
Ali İmran-45. Bir de Melekler şöyle demişlerdi : “Ey Meryem! Allah seni Kendisinden bir Kelimeyle müjdeliyor. Adı, Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünya ve ahirette yüz akıdır. Allah’a yaklaştırılanlardandır.

Nisa-171. Ey Ehli Kitap! Dininizde aşırılığa gidip doymazlık etmeyin. Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın resulü ve Kelimesidir. Onu, Kendisinden bir Ruhla (Tinle) beraber Meryem’e atmıştır. Artık Allah’a ve resullerine inanın…

Nisa-159. Andolsun, kendilerine Kitap verilenlerden ölümünden önce Ona(Mesih’e) iman etmeyecek hiç kimse yoktur. Kıyamet gününde de O, onlar aleyhlerine birşahit olacaktır(*).
(*) Bu sözler, insanların kıyamet günündeki yargılanma sürecinde Mesih’in önemli bir rolü olacağına işaret etmektedir.

Mesih İsa ile ilgili bu bilgileri bunların esas kaynağı olan İncil’den takip edelim.

İncil, Yuhanna Bölüm-8: 25-30
Ona “sen kimsin” diye sordular
İsa, “Başlangıçtan beri size ne söyledimse, O’yum” dedi.
“Sizinle ilgili söyleyecek ve sizleri yargılayacak çok şeyim var. Beni gönderen ‘gerçektir’. Ben Ondan (Tanrı’dan)işittiklerimi dünyaya bildiriyorum.”
İsa’nın kendilerine Baba’dan söz ettiklerini anlamadılar. Bu nedenle İsa şöyle dedi: İnsanoğlunu (*) yukarı kaldırdığınız zaman benim ‘O’ olduğumu, kendiliğimden hiçbir şey yapmadığımı anlayacaksınız. Beni gönderen benimledir, O beni yalnız bırakmadı. Çünkü ben her zaman Onu hoşnut edeni yaparım.” Bu sözler üzerine birçokları ona iman etti.

(*) İnsanoğlu: Hz. İsa, İncil’de pek çok yerde, kendisine değinirken ‘insanoğlu’ tabirini kullanmaktadır. Aslında bu kelime okült bir terimdir. İncil’de mevcut olan kullanımında sadece Mesih İsa için geçerlidir, ancak, çok uzak bir gelecekte ‘insanın’ da ulaşacağı ‘belli bir tinsel hal’ için de geçerli olacaktır.

Ali İmran-55. Allah demişti ki: “Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim, seni Kendime yükselteceğim, inkâr edenlerden (*) seni tertemiz ayıracağım. Sana uyanları kıyamet gününe kadar, inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra hepinizin dönüp geleceği yer Benim huzurumdur. Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim.

(*) İnkâr edenlerden: Mesih’in Varlığını ve Onun temsil ettiği ‘Tinsel gerçekliği’ kabullenemeyenler.

                 56. İnkâr edenleri de, dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır.

Bu ayetlerde yer alan, ‘İsa Mesih’i kabul edip benimsiyenlerin, kıyamet gününe kadar, Onu kabul etmeyenlerin üstünde tutulacağı’ şeklindeki sözler, göz ardı edilemeyecek kadar güçlü ve anlam yüklü sözlerdir. Bu sözler İncil’de yer almış olsaydı, yine aynı anlamı yansıtıyor olacak ve o Kitap’ta olmaları yadırganmayacaktı. Fakat bu sözün ve yansıttığı anlamın
Kur’an-ı Kerim’de yer almış olması, bu anlamın ve diğer ayetlerdeki anlamların üzerinde daha derin düşünmemizi gerektirir.

 

Hz. İsa ve Mevlânâ

İslami bir kökenden gelen, ama yanlış kolektif kanaatlerin etkisi altında kalmadan Mesih İsa’yı kuşatan ‘gizemi’ aralamayı başaranlardan biri Mevlânâ idi. Onun yaşadığı devirde ve coğrafyada İslâm’ın oldukça etkin olduğunu göz önünde bulundurarak, eseri Divân-ı Kebir’ de Hz. İsa’yla ilgili bazı bölümleri inceleyelim.
Divân-ı Kebir cilt –1:
170. “Ey gizlenmiş İsa, şu gök kubbenin üzerinde bir görün.

1010.“Oğul, içi (*) buldun mu kabuğa bakmazsın, İsa’nın bulunduğu yere geldin mi
artık eşeğim nerde demezsin.” 
(*) ‘İçrek olanı bulunca; daha derinlerdeki/içerlerdeki hikmeti bulunca’ anlamında.

1900. “Daha iyi yürüyün yoldaşlar, daha iyi yol alın, dünyaya öyle bir hekim geldi ki her ölüyü diriltir, her anadan doğma körün gözlerini açar O.

790. Ey şu yedi değirmenin tek mili, hem altın madenisin sen, hem de kimya. Ey zamanenin İsa’sı, gel de bize güzelim afsunu oku, dirilelim.

1810. İsa bakırını altın eder, altının varsa mücevher yapar, mücevherin varsa onu daha da güzelleştirir, aydan da güneşten de daha güzel bir hale sokar.
Ya Tebriz’e yürü, Şemsettin’den haz al; yahut da bunu anlatanların sözlerine gerçek olarak inan.

1420. İsa, alçak gönüllülük göstermek için eşeğe bindi, yoksa ‘seher yeli’ hiç eşeğe biner mi?                     (Not: ‘Hz. İsa’nın sıpaya binmesi’ bk. İncil, Matta Bölüm – 21:  1-11)

Cilt-3: 3950. “Ölüleri, çürümüş un-ufak olmuş kemikleri ‘dirilten’ geldi; a ölüler kalkın da kıyamet gününü seyredin.                          
(Not: Bu sözler, Hz. İsa’nın İncil’deki iyileştirme ve diriltme mucizelerine değinmekte.)

Cilt-4: 2330. Gökyüzünü istiyorsan İsa ile görüş-konuş; yoksa yeşil kubbeye çıkmaya kalkışma.

Hz.İsa’yı çekemeyenlere karşı Mevlana’nın tavrı çok kesin ve net idi: Cilt-1: 1480. “Hasetinden İsa’yı kıskanan, Onun yüzünden perişan hale gelen nadanın canı çıksın, yüz köpek sakalına pislesin.”

Mesih’in bir insan bedeninde, enkarne olduğuna dair yukarıdaki açıklamaları göz önünde bulundurarak Mevlana’nın şu sözleri üzerinde düşünelim:
Cilt-1: 2400. O yüceler yücesi padişah, kapı da (*) adamakıllı kapanmış, kilitlenmişken ‘insan hırkasını giydi’ de bugün kapıya geldi, giriverdi içeri.
(*)Kapı: Artık insana tamamen kapanmış olan Tinsel Dünyanın/Tanrısal Âlemin kapısı.

Dikkatli bir incelemenin sonucunda, Mevlânâ’nın eserleri içine resmedilmiş üstü kapalı (o devirde üstü kapalı olmak zorunda olan) bir ‘Mesih İsa tablosunu’ fark edebiliriz. Mevlânâ’nın bilgeliğini, Hz. İsa’yla ilgili olarak kullandığı; padişahlar padişahı, yüceler yücesi padişah, dost, seher yeli, sevgili gibi sembolik isimlerin ışığında incelediğimizde bu tablo daha da belirginleşir.  

Neden dikkatler ‘Kur’an’daki Mesih’ üzerine yoğunlaşamadı?

Evvelce belirtildiği gibi, Kur’an ayetleri gelmeden evvel Arap halkı ‘Tanrı bilir’ bir toplum değildi. ‘Kutsal olan Tanrı’nın Varlığının ve O’nun hiçbir niteliğinin henüz farkında değillerdi, aksine ‘Kutsal Olanın’ karşısında yer alan ve karanlık güçleri  temsil eden putlara tapmaktaydılar. Ve Kur’an’ın indirildiği yıllar boyunca da, onları Allah’ın Varlığından haberdar etmeye çalışan Hz. Muhammed’e karşı savaşmış ve ona gelen ayetlere inanmamışlardı.
Yukarıda belirtildiği gibi, indirilen ayetler arasında, Mesih İsa’nın Allah’ın Kelimesi (Kelimetullah) olduğunu bildiren ayetler de vardı, fakat putlar ve putların arkalarındaki karanlık ilahların bırakılarak onların yerine Allah’ın benimsenmesi o sırada Araplar için daha gerekli ve daha öncelikliydi. Önce bu aşamadan geçmeleri gerekiyordu. Arapların yaşamlarındaki bu radikal değişimin tam anlamıyla gerçekleşmesi (artık tek bir İlahla özdeşleşebilmeleri) için de oldukça uzun bir sürenin geçmesi gerekiyordu. Bundan böyle,       -ortak ataları olan Hz. İbrahim’den dolayı akrabaları olan- Musevilerin Tanrı Yahve’ si olduğu gibi, Arapların da artık birçok ilah yerine ‘tek bir Allah’ı’ vardı.

Bundan dolayı, Allah’la tanışma sürecinin başlangıcında, -kavraması karmaşık olduğundan dolayı önceliği olması mümkün olmayan- Mesih’e işaret eden ayetlere daha sonraları da odaklanılamadı. Ayrıca İslâm’ı biçimlendiren en önemli faktörlerden biri, -Yahudilerde olduğu gibi- tek bir Tanrı’nın Varlığına inanılmasıydı. ‘Mesih İsa’ ise, çok daha karmaşık bir anlayış olan Üçlü Kozmik Prensiple (Üç yönü olan Tanrı’yla/Kutsal Üçlü-Birliktelik ile) bağdaştırılmıştı. Bu nedenlerden ötürü, –tam da çoklu ilahların putlarından kurtulmuşken- , Tanrı’nın Üçlü-Birlikteliğinin çelişki yaratıp kavram kargaşasına neden olacağı zannedilerek Mesih’le ilgili bilgilerden özellikle uzak duruldu ve ilerki zamanlarda da bunların üzerine odaklanılmadı.

Kısacası, tek bir Allah kavramını zaten büyük bir mücadelenin sonunda kabul etmeye başlamış olan Arapların, anlaması çok daha zor olan ‘Üç Yönlü Tanrı’, yani Baba, Oğul ve Kutsal Tin’leilişkili olan Mesih İsa’yı o aşamada anlayıp kavrayabilmeleri mümkün olamazdı.

Bu faktörün yanı sıra, İslam’ın ortaya çıktığı zamanlarda o bölgede mevcut olan Museviler, zaten Mesih İsa’yı (ve getirdiği yeni itkiyi) kabul etmemiş ve eski inançlarında kalmayı seçmiş olan Musevilerin soyundan gelenlerdi. Yani onlar hala “tek Tanrı olarak” Tanrı Yahve’yi benimsemeye devam etmekteydiler. Dolayısıyla, -henüz yüzlerce ilah yerine ‘tek bir Allah’ kavramını özümseme aşamasında olan Araplar-, aynı coğrafi bölgede hep yakın ilişkiler içinde oldukları ve kendilerinin yeni benimsedikleri tek Tanrı’yı çok evvelden beri benimsemiş olan Musevilerin, vaktiyle Mesih İsa’yıtamamenreddetmiş olmalarından ister istemez etkilendiler. Mesih İsa’yı ve Onun getirdiği Yeni Antlaşmayı benimsemiş olanlar ise artık Musevilerinkinden farklı bir inanca sahiptiler. Oysa Hz. İbrahim’in soyundan geldikleri için Araplara örnek oluşturan Museviler, hala eskiden beri var olan ‘Yahve inancını’ sürdürmekteydiler.
Araplar, sonradan benimsedikleri Allah’ın, Musevilerin Tanrı’sı Yahve’yle aynı Tanrı olduğunu (*) anlayabilmiş (*), ancak Hz. İsa’nın işaret ettiği -daha öte bir hikmet içeren- “üçlü yapısı /doğası olan 1 Tanrı” prensibianlaşılamamıştı.
Arapların,kendi Kutsal Kitap’larında açıkça yer almış olan Mesih İsa ile ilgili ayetleri ve ona verilen önemi o zamanlar ve daha sonraları göz ardı etmiş olmasının nedenlerinden biri de budur.
(*) Bu bilgi Kur’an’da pek çok ayette özellikle vurgulanmaktadır.

İslam’ı daha sonra kabul eden başka halklar da, Araplardan bu doğrultuda etkilendiler. Araplar tarafından gerekli önem verilmeden geçiştirilen ‘Kur’an’daki küçük (kısa) İncil’, sonradan Müslüman olanların da dikkatini çekmedi. Bunun yerine, -doğal olarak- Hem Arapların hem de sonradan Müslüman olanların dikkatleri yalnızca ‘Kur’an’daki küçük (kısa)Tevrat’a ve bu bilgilerin içeriğinde yer alan tek Tanrıya odaklandı. Bu nedenden dolayı da, Kutsal ‘Üçlü-Birliktelik’ kavramı ve prensibi hiç anlaşılamadı.

Eğer Araplar daha sonraları, ‘Kur’an’daki küçük İncil’ kapsamındaki bölümlere de çekinmeden gereken önem ve değeri verip, bunları biraz olsun ön plana çıkartabilmiş olsalardı, bu bilgiler hem kendilerini, hem de sonradan Müslüman olanları da farklı bir biçimde etkileyecek,  dolayısıyla, ‘tinsel bilinçlerinin’ daha farklı ve öte bir boyut kazanmasının önü açılmış olacaktı.

Ancak, her insan (ve toplumlar) nelere inanacağı ve hangi dini inancı benimseyeceğinde elbette tamamen özgürdür. Dileyen, bu ayetlerin işaret ettiği ve açıkladığı anlamları (ve tabi İncil’in içeriğindeki bilgileri) dikkate almamayı tercih edebilir. Ancak, bu ayetlerin anlamlarını (içeriğindeki derin tinsel gerçekleri) bilmek isteyenler ise, bu bilgileri çekinmeden incelemeli ve tarih boyunca oluşmuş çeşitli önyargıların kendilerini etkilemesine izin vermemelidir.

Bu bilgiler doğrultusunda; “Eğer, temelde ‘kendinden evvelki İncil’i (ve Tevrat’ı)’ tasdik ettiğini bildiren Kur’an’ın içeriğindeki İsa Mesih ile ilgili ayetler yüzyıllarca görmezlikten gelinmeseydi ve daha iyi anlaşılmış olsaydı, dünya tarihi çok farklı bir şekilde yazılmış olabilirdi” denebilir.

Tarih boyunca dini inançlar arasındaki çekişmelerin geçmişte o şekilde yaşanmış olmasını, tarafların o zamanlardaki bilgisizliği göz önünde bulundurularak anlayışla karşılanabilir, ancak artık insanın ‘daha öte bilinç açılımları’ yapabilmeye önünün açık olduğu çağımızda, ‘insanlığı ilgilendiren’ bu kozmik gerçeklerin görmezlikten gelinmesi, insan evriminin akışıyla uyumlu bir tutum değildir. ‘Evrensel gerçekler ne ise’, olduğu gibi bilinmesi her birey ve tüm insanlık için gereklidir. ‘Gerçeği’ bilmeyi talep etmek en doğru yaklaşımdır.

 

İsa Mesih Tanrı’nın oğlu mudur?

İsa Mesih ile ilgili olarak insanlığı hep meşgul etmiş olan ve esasen anlaşılması oldukça karmaşık bir konuya da değinmemiz gerekiyor.
Mesih İsa Tanrı’nın –biyolojik anlamda– oğlu mudur?  Hz.İsa’nın kendini Tanrı’ya eş koşmuş olması söz konusu olabilir mi?
İncelememize ikinci sorudan başlayalım.
Mesih İsa’nın ‘kendisini Tanrı’ya eş koştuğunu’ öne sürenlerin ‘Tanrı’nın gücü ve nelere kadir olduğu’ hakkında pek fikir sahibi oldukları söylenemez.

Tanrı, “dünya ve ahirette yüz akıdır, Allah’a yaklaştırılanlardandır” dediği ve olağanüstü yetkiler vererek ‘Kendinden bir Kelime sıfatıyla’ (Ali İmran – 39) dünyaya gönderdiği İsa’nın içini dışını, doğasını, karakter ve benlik yapısını bilmekten aciz midir? Onu dünyaya göndermeden önce, Onun dünyada nasıl davranacağını baştan bilemez mi? Tanrı, yaptığı seçimde yanılmış ve özenle seçtiği ‘Kelimesi’  O’nu yanıltmış olabilir mi?

Mesih İsa’nın, Tanrı’dan ‘Babam’ diye söz ettiği için kendini Tanrıya eş koştuğunu öne sürüp Ona karşı tavır alanlar, inandıkları Tanrı’nın niteliklerini henüz yeterince tanıyamamış olmalılar.
Kısacası, Tanrı hiçbir zaman yanılmaz. Yanılgı biz insanlara mahsus bir özelliktir. Bu tür karalayıcı negatif düşünceler de insana mahsus yanılgının ürünü ve yansımasıdır.

İncili okuduğumuzda, baştan sona, İsa Mesih’in ‘Tanrı Baba’ ile ilgili her sözünün alçak gönüllü bir yaklaşımı yansıttığı çok belirgindir. İncil dikkatle ve önyargısız okunduğu zaman bu gerçeğin doğruluğu yadsınamaz. Hz.İsa’nın sözleri hiçbir zaman kendini değil, daima Baba Tanrı’yı yüceltmeye yöneliktir. İncil’de bunun aksi tek bir örnekle bile karşılaşılması olası değildir.
Kur’an’da ise, Tanrı’nın seçip yolladığı ve dünyaya geleceğini müjdelediği ‘Tinsel Resul’ (Hac suresi-75) dünyadaki görevini her bakımdan başarıyla tamamlamış ve –sonradan gelen Kur’an’da– kendisinin ‘ yüz akı’ olduğunu belirtmiş olan Tanrı’yı asla yanıltmamıştır.

Kur’an’da, başka ayetlerde de bu konuya açıklık getirildiği görülür:

Nisa-172. Ne Mesih Allah’ın kulu olmaktan çekinir ne de Allah’a yaklaştırılmış Melekler. Allah’a kulluk ve ibadetten çekinerek kibre saplanan bilsin ki Allah onların tümünü huzurunda haşredecektir.

Ayrıca bu ayette Mesih’in, Allah’a yaklaştırılmış Meleklerle beraber aynı kategoride anıldığını görmekteyiz.

 

Mesih İsa’nın Tanrı’nın oğlu olup olmadığı gizemine gelince:

İsa Mesih’in geldiği zamanlarda Yahudilerin ve sonraları Arap halkının ayetlerde belirtilen Mesih İsa hakkında verilen bilgileri anlamakta güçlük çekmiş oldukları gibi, O zamanlardaki Hıristiyanlar da İncil’i ve İncil’deki bazı yeni kavramları anlamakta zorlandılar. Anlamakta zorlandıkları yeni kavramlardan biri, İncil’deki ‘Tanrı – Baba’,  ‘Oğul’ ve ‘Kutsal Ruh’ (Kutsal Tin) Birlikteliği idi.
[Bunlardan her ne kadar “yeni kavram”  olarak söz edildiyse de, Tanrı’nın Üçlü-Birlikteliği kavramı çok daha eski zamanlardaki Hint öğretilerinde ‘ Brahma, Shiva ve Vishnu’ üçlüsü olarak daha farklı bir biçimde bilinmekteydi. Shiva’nın tam adı: Vishivakarman idi.].

Fiziksel dünyadan çok farklı bir yapı ve doğaya sahip olan Tinsel Dünyaya dair tanımlamalar yapılabilmesi ve oraya dair ‘bilgilerin’ aktarılabilmesi zordur. Bundan dolayı, bu tinsel kavramlarla ilgili olarak insanlığa herhangi bir bilgi aktarılabilmesi için, insanların fiziksel dünyada kullandıkları dil ve güncel yaşamda aşina oldukları kavramlarla uyumlu olabilecek kelimelerin seçilmesi gerekmekteydi.

Bu faktörü göz önünde bulundurduğumuzda, belki Tinsel Dünya hakkındabilgi vermek için kullanılan kelimeler ve terimler karşısında biraz daha toleranslı, anlayışlı ve sakin davranmanın ve hemen bir tepki göstermemenin daha doğru bir yaklaşım olduğuna katılabiliriz.Tinsel Dünya söz konusu olduğunda, düşünce yapımızın katılığı’  yumuşamalıve esneklik kazanmalı ve mümkün olduğu kadar ‘ön yargılardan’ arınmalıdır; yoksa Tinsel Dünya’ dair girift ve çok boyutlu gerçekleri anlama ve derinlemesine kavrama olanağını bulamayabiliriz.

O zaman, Baba, Oğul ve Kutsal Tin’i nasıl anlamalıyız?Esasen Baba Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruh (Tin) “Kozmik Prensiplerdir”. Yani bu yüksek Varlıklar, evrenin varlığını/yapısını/doğasını oluşturan (evrenin varlığının arkasındaki) güçlerdir – öz prensiplerdir. Bu Üçlü-Birliktelik Prensibin arkasındaki gizem, hem Müslümanlar, hem İncil’in gizemlerini anlamaya çalışan ilahiyatçılar, hem de Hristiyan toplumlar tarafından doğru ve yeterli bir biçimde kavranamadığı için, yüzyıllar boyunca yanlış anlaşılmalar olmuş ve de ortaya yanlış yorumlar çıkmıştır. Zamanla (Nesturiler gibi) bazı Hristiyanların bu yanlış yorumları doğruymuş gibi benimsemeleri işleri daha da karıştırmıştır. Bunun yanı sıra, insanın ‘düşünce yapısı’  hep maddesel dünyaya yönelik olduğu için ‘Tinsel Âlemden kaynaklanmış olanı’ anlama kapasitesinin yetersizliğinden kaynaklanan bu eksik veya hatalı yorumlar, daha sonraları iyi niyet taşımayan kişiler tarafından Hz.İsa’nın aleyhinde oluşan biçimlere büründürülmüştür.

Örneğin, evvelce bazı Hristiyan din adamlarının da Kutsal Üçlü-Prensibi ve Mesih İsa’nın Tanrısal yönünü tam anlamıyla kavrayamadıkları için şüpheye düşerek Onun Tanrısal yönünü sorgulamalarına tarih kayıtlarında rastlamaktayız.
MS. 325 yılında toplanan İznik Konsülünde, Hz. İsa konusunda farklı görüşler ortaya kondu. Arius adlı bir din adamının tartışmaya açmak istediği soru, Hz.İsa’nın gerçekten Tanrı’nın oğlu olup olmadığı, yani Onda ‘Tinsel -Tanrısal bir nitelik’ olup olmadığıydı. Arius, Onun tinsel –Tanrısal bir niteliği olmadığını, dolayısıyla Tanrı’nın oğlu olmadığını öne sürmekteydi. Ve öne sürdüğü bu sava ilaveten “eğer İsa Mesih Tanrı’nın oğlu ise, Meryem de Tanrı’nın karısı mı?”  diye sormaktaydı.
(Görüldüğü gibi, ‘baba – oğul’ anlayışı –sadece fiziksel dünyadaki insanla bağlantılı biçimiyle bilindiği ve bu şekilde ele alındığı için– fiziksel dünya kaynaklı kelimelerden kaynaklanan kavram kargaşası o zamanlarda bile kendini göstermeye başlamıştı). Ruhbanlar arasında onun bu görüşlerine katılan başkaları da vardı. Fakat Athanasius ve onu destekleyen din adamları ve patrikler, onların bu görüşlerine katılmayıp karşı çıktılar ve İsa’nın “tinsel yönü” olduğunu savundular. Konseyin sonunda da Arius’un savının ‘gerçeği yansıtmadığı’ belirlendi ve Mesih İsa’nın Tinsel-Tanrısal yönünün var olduğuna dair görüş birliğine varılarak bu sonuç bir karara bağlandı.

[MS. 325’deki konseyin esas konusu buydu. Yoksa bu toplantıda bazılarının zannettiği gibi hangi İncil’lerinseçileceği ve İncilin nasıl oluşturulacağı konu olmadı çünkü onların 325’de ellerinde var olan ve zamanımızda mevcut olan İncil, 325’den çok evvel son şeklini zaten almıştı. MS. 600’lerin ilk çeyreğinde indirilmesi tamamlanan Kur’an’daki ayetlerde ‘doğrulandığı’  defalarca belirtilen İncil, hiçbir değişime uğramamış olan özgün İncil’dir. Gerçek İncilin yazılması Milattan sonraki ilk yüzyılda tamamlanmıştı. Ayrıca ortalıkta dolaşan Apokrif İncil’ler (gerçekleri yansıtmayan İncil’ler) çok sonraları yazılmışlardı. Başlangıçta İsa (Jesus) ve Mesih’e (Christ’a) dair ‘tinsel gerçekler’ daha açıkça biliniyor olmasına rağmen, aradan zaman geçtikçe bu gerçeklerin özündeki incelikler yitirildi ve yanlış yorumlar yüzünden çarpıtıldı. ‘İnsandan kaynaklanan’ bu yanlış yorumlar kaçınılmaz olarak apokrif incil’lere yansıdı. Ve de bu durum, bir kısır döngü yaratarak, bu sefer apokrif İncil’lerde yazılan yanlış şeyler halkların inançları üzerinde etkin oldu. 
Apokrif incil’lerin içeriğindeki yanlışların insanları yanlış bir biçimde etkilediği farkına varıldığı zaman, bu durumu önlemek için etrafta dolanmakta olan bu İncil’ler toplanıp ortadan kaldırıldı. Böylece daha ileriki zamanlarda da insanların üzerinde etkin olmaları önlenmiş oldu.
Şimdiki, Matta, Mark, Luka ve Yuhanna’nın anlatımlarından meydana gelmiş olan İncil, Mesih İsa fenomenini dört yönden ele alarak, dört yönlü olarak insanlığa aktarmaktadır.

 
Tanrı’nın fiziksel anlamda bir baba, Meryem’in O’nun karısı ve İsa’nın da oğulları olduğu gibi bir inanış nereden kaynaklandı?

Ortadan kaldırılmadan önce, söz konusu apokrif İncillerin sıradan insanların (Hristiyan halkların) üzerinde büyük bir etkisi olduğu gibi, bazı din adamlarının da etkilenmesinde rolleri olmuştu.
Bir de buna, ‘Üçlü Kozmik Prensibe’ dair Gizemi ‘kavrama güçlüğü’ de eklenince, ortaya çok yanlış yorum ve inanışların çıkması kaçınılmazdı.
Hatta bu inanışlar bazı halklar tarafından ‘gerçek zannedilerek’ bir inanç olarak benimsendi. Örneğin, Nesturi Hıristiyanlar, Baba, Oğul ve Meryem’in bir üçlü (sanki insanlardaki gibi bir aile yapısı içinde) olduğu inancını benimseyenlerdendi. Nesturi Hıristiyanlar daha sonraları İslâm’ın ortaya çıktığı zamanlarda da var oldukları ve Tanrı, oğul (İsa) ve Meryem’e (eş /anne) dair yanlış inançlarını Hz. Muhammed zamanlarında da yansıttıkları için, ‘bu yanlış anlaşılma’ bazı Kur’an ayetlerinde düzeltilmeye çalışılmıştır.
[Tanrı, oğul (İsa) ve Meryem’i, ‘insanlarınki gibi bir aile’ şeklinde yansıtan bu yanlış inanç tabi ki o zamanlarda da her Hıristiyan’ın benimsediği bir düşünce değildi, gerçekleri bilen Hıristiyanlar da mutlaka vardı].

Söz konusu bu düzeltmenin Kur’an ayetlerine nasıl yansıdığına bakalım.

Maide-73. “Allah, üçün üçüncüsüdür”  diyenler elbette kâfir oldu. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olarak kalanlara pek acı veren bir azap dokunacaktır.

Nisa-171. Ey Ehli kitap!(*) Dininizde aşırılığa gidip doymazlık etmeyin. Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın resulü ve Kelimesidir. Onu, Kendisinden bir Ruhla (Tin’le) beraber Meryem’e atmıştır.
Artık Allah’a ve resullerine inanın. “Üçtür” demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah Vahittir, tek ve biricik ilahtır. Kendisi için çocuk olmasından arınmıştır O…

(*) Ehli kitap: (Kitap Ehli şeklinde de geçer) Kendilerine Allah tarafından ‘Kitap’ verilmiş olanlar, Tevrat’ın ve İncil’in insanları.

Görüldüğü gibi Kur’an ayetlerinde, Allah’ın fiziksel anlamda çocuk edinecek bir ilah olmadığı, O’nu,  ‘Baba, oğul ve anne (Meryem) üçlüsünün’ üçüncüsü (ailenin babası) konumuna koymanın çok yanlış olduğu belirtilmektedir. Nisa – 171. ayetteki “İsa Mesih Allah’ın habercisi ve Kelimesidir, Onu Allah’tan kaynaklanmış bir ruhla (tinle) beraber Meryeme göndermiştir” sözleriyle, Onun esas kökeninin fiziksel dünya olmadığı fakat Tinsel-Tanrısal Âlem olduğu özellikle belirtilmektedir.
Böylece, Baba, anne ve çocuktan oluşmuş insanlara mahsus bir ‘aile kavramının’, Tinsel/Göksel bir Varlık olan Allah için geçerli olmadığı ve Allah’ın böyle bir kavramla hiçbir şekilde bağdaşmayacağı açıklanmaktadır.

İsa Mesih elbette fiziksel anlamda Tanrı’nın biyolojik oğlu değildir ve elbette Tanrı da asla fiziksel anlamda bir baba olamaz. İnsanlara mahsus bir baba-oğul yapısını Tanrı’ya ve Mesih İsa’ya yakıştırmak çok nahif (ve cahilce) bir inanç idi, ama elbette yanlıştı. Bu bakımdan, Nesturilerin bu inancının arkasında kötü bir niyet olduğu söylenemez. Bu durum sadece yeterince bilgiye sahip olmamalarından ve bu konunun kavranmasının güç olmasından kaynaklanmaktaydı. Dolayısıyla, Hz. Muhammed zamanlarındaki Hıristiyanlardan kaynaklanan bu yanlış inancın benimsenmesine karşı Kur’an’da bu tür kesin uyarıların yer alması doğaldı.
Ayrıca o devirde Arap halkı arasında da bazı gerçek dışı inançlar hâkimdi. Bazı meleklerin ‘Allah’ın kızları’ olduğuna inanılıyordu. Bu durumlara karşı da bazı ayetlerin ‘düzeltici olma’ özelliği vardı.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Tanrı’nın, Tanrı’nın karısı ve oğlu İsa gibi insanlara mahsus fiziksel akrabalıklardan tamamen arınmış ‘Tinsel bir Varlık’  olduğu gerçeğinin tartışmasız bir biçimde anlaşılmasını sağlamak için bazen ayetlerde sert denebilecek bir üsluba gerek görülmüş olması yadırganmamalı. Ve bu sözler Hz. İsa’ya karşı söylenmiş sözler olarak algılanmamalı. Tam aksine, bu sözler onun dünyevi bir aile bağı olmadığını vurgulamakta ve onun tinsel yönüne işaret etmektedir.

Bunun yanı sıra, bilindiği gibi, Kur’an ayetlerinin indirildiği uzun yıllar boyunca hep bir savaş hali vardı. Böyle bir süreç içindeyken, bir yanda Allah’ın tek Tanrı olduğuna inanmayanlarla yaşanan savaşlarla ilgili ayetler sert bir üslupla gelirken, öte yanda Allah’ın fiziksel anlamda kızlarından, bir oğlundan ve karısından bahsedenlere tatlı dille yaklaşılması beklenemezdi.
Bundan dolayı, aslında Kur’an’ın, ‘fiziksel ötesi ve daha farklı’ bir Tanrı ve İsa ilişkisine karşı olduğu zannedilmemeli. Eğer Kur’an buna karşı olsaydı, içinde baştan sona İsa ve Tanrı Baba kavramlarından bahsedilen İncil’e karşı olur, İncil’i tasdik ettiğini bildirmez ve onu ve İsa’yı tamamen reddeden ayetler Kuran’da yer alırdı. Aksine, bu yazının başlarında belirtildiği gibi, Kur’an’da Hz. İsa’nın sahiplenildiğini ve hep yüceltildiğini görmekteyiz. Bu açıklamaların tümünü göz önünde bulundurduğumuzda, Kur’an ayetlerinin (mesajlarının) özünde hiçbir şekilde İncil ve İsa’ya karşıt bir konumda olmadığı gerçeği belirginleşir. Aksine, Hz. İsa’nın Kur’an’da özel bir yeri vardır.

Ancak kaçınılmaz olarak, Kur’an’da ‘fiziksel anlamda bir baba-oğul inanışına’  karşı güçlü uyarılar olması bazıları tarafından tarih boyunca yanlış anlaşılıp yanlış yorumlanmıştır. Bu konuya yaklaşırken objektif bir tutum benimsendiği takdirde, insanları etkileyen tutarsız yorumların Mesih İsa’nın Tinsel-Tanrısal Âlemle esas ve gerçek ilişkisinin bilinmesinin önünde bir engel oluşturması önlenebilir.

Bazı Kur’an ayetleri, İslami anlatımlar doğrultusunda Allah ve oğul (İsa’ya) dair o sırada hâkim olan yanlış inanışların düzeltilmesi için gerekli bilgileri vermiş; ancak, Yahudilerin yüzlerce yıldır almış oldukları ‘Tinsel Dünya kaynaklı rehberliğin’ gerisinde kalmış olan ve çok sonraları Allah’la yeni tanışmak konumunda olan Arap’lara o zor şartlar altında ‘Üçlü Kozmik Prensibe’ dair esas bilgilerin verilmesinin henüz zamanıolmadığı için, ayetlere bu konuda daha fazla bilgi yüklenmemişti.
(Evvelce belirtildiği gibi, esasında sırf Mesih’in gelişine hazırlık için yüzlerce yıldır Tanrı Yahve tarafından hazırlanmış olan Yahudi halkının bile ‘sadece bir kısmı’ Mesih geldiği zaman Onu tanıyıp kabullenmiş ve beraberinde ‘getirdiği yeni itkiyi’ (Yeni Anlaşmayı) kavrayabilmişti).
Bu nedenden dolayı, içeriğinde, daha çok Allah’ın Varlığını anlatmak için verilenbilgileri vebuyolda yapılan çok yönlü mücadeleyi yansıtan Kur’an’da,Mesih ve Onu kuşatan gizeme dair bilgilerin İncil’deki kadar ayrıntılı bir biçimde verilebilmesi mümkün olmadı.  Buna rağmen Kur’an’da, Hz. İsa’nın ve İncil’in varlığına özel bir yer verilmiş ve Kur’an’ın, İncil’in ‘doğrulayıcısı olduğu’ gayet açık bir şekilde defalarca vurgulanarak İncil’in varlığına özellikle dikkat çekilmiştir. Bütün bunlar, –o dönemde gelen ayetlerde “Mesih İsa Gizemi” hakkında daha derin ayrıntılara girilememesine rağmen–, Müslümanların, daha ileriki zamanlarda İncil’i de inceleyerek, buradaki ayrıntılı bilgilerle ve ‘Kur’an’da resmedilen Mesih İsa’ arasında bir bağ kurabilmelerinin önünün açık olduğuna işaret etmektedir.

Kur’an’da belli bir açıdan ele alınan ‘Baba ve oğul’ kavramının anlamını irdelemeye devam ederken, İncil’de ‘Baba ve Oğul’ sözlerinin yer aldığı bazı örnekleri inceleyelim.

Yuhanna Bölüm-14:  5-11 Thomas, “Rab, senin nereye gideceğini bilmiyoruz, yolu nasıl bilebiliriz?” dedi. İsa ona, “Yol, Gerçek veYaşam benim” dedi. “Benim aracılığım olmadan Baba’ya kimse gelemez. Beni tanımış olsaydınız, Babamı da tanıyacaktınız…”
“Size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemiyorum, ama bende yaşayan Baba kendi işlerini yapıyor. Bana iman edin; ben Baba’dayım, Baba’da bendedir.

Yuhanna Bölüm-5: 3-6 Ama benim Yahya’nınkinden daha büyük bir tanıklığım var. Tamamlamam için Baba’nın bana verdiği işler, beni Baba’nın gönderdiğine tanıklık ediyor. Beni gönderen Baba’da benim için tanıklık etmiştir. Siz hiçbir zaman ne O’nun sesini işittiniz, ne de şeklini gördünüz. O’nun Kelimesi sizde yaşamıyor. Çünkü O’nun gönderdiği kişiye iman etmiyorsunuz.

Yuhanna Bölüm-5: 22 Baba kimseyi yargılamaz, tüm yargılama işini oğul’a verdi. Öyle ki, herkes Babayı onurlandırdığı gibi oğul’u onurlandırsın. Oğul’u onurlandırmayan Baba’yı da onurlandırmaz.

Matta Bölüm-10: 32 İnsanların önünde beni açıkça kabul eden herkesi, ben de göklerde olan Baba’mın önünde kabul edeceğim. İnsanların önünde beni inkâr edeni, ben de göklerde olan Baba’mın önünde inkâr edeceğim.
[Bu sözlerle örtüşen sözlerle Kur’an’da da karşılaşmaktayız: Ali İmran-55“Sana (Mesih İsa’ya) uyanları kıyamet gününe kadar, inkâr edenlerin üstünde tutacağım.”…
56. İnkâr edenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır.”]

Matta Bölüm-18: : 3 “Eğer her biriniz kardeşini yürekten bağışlamazsa, Göksel Babam dasize öyle davranacaktır.”

İncil’den alıntılanan örneklerde görüldüğü gibi, Baba, Babam ve Oğul gibi sözler sıkça kullanılmakta. Ancak, İncil’deki diğer örnekleri de incelediğimizde, insana mahsus ve fiziksel anlamda bir baba, oğul ve anne şeklinde ifadelere hiçbir yerde rastlayamayız.

İncil’de kullanılmış olan ifadeler ve üslup objektif bir biçimde incelendiğinde, Mesih İsa’nın “Babam” derken, ‘kendisinin geldiği kaynağa’  (kökenine) değindiğini ve bu kaynağın ‘tinsel bir kaynak’, ‘tinsel bir köken’  olduğunu anlatmaya çalıştığı fark edilir.

Yuhanna Bölüm-6: 38 “Çünkü kendi isteğimi değil, ‘beni gönderenin isteğini’ yerine getirmek için gökten indim ”. (Buradaki ‘gökten’  kelimesi de, geldiği yerin ‘Tinsel Âlem’  olduğuna işaret etmektedir.)

Ayrıca, Baba kelimesinin başına sık sık koyduğu ‘Göksel’ ya da ‘Göklerdeki’ sıfatıyla da, Baba’nın bilinen fiziksel dünyada değil, Göksel / Tinsel Dünyadaki bir Varlık olduğunu vurgulamaktadır.

Olağanüstü mucizeler gösteren, Tevrat yasalarını (*) değiştirme yetkisine sahip ve her söylediği söz ile duyuüstü Tinsel Dünyanın bilgeliğini (irfanını) yansıtan biri olarak Mesih İsainsanlara ‘kim olduğunu’ ve ‘bunları yapmayı nasıl başardığını’ başka türlü nasıl anlatabilirdi? Tinsel Dünyayı tanımayan insanlara, ‘gücünün ve yetkisinin’ Tanrısal Katlardan kaynaklandığını anlatmak durumunda olduğu için, seçtiği kelimeler mecburen insanların bildiği  ‘Baba ve oğul’ gibi kelimeler/kavramlar olmak zorundaydı.
 
(*) İnsanın, davranışlarıyla ilgili olarak içselleştirmesi gereken temel ahlaki yasaları değil, ‘insan evriminin geldiği aşama itibariyle’ artık başka (daha öte) bir biçime dönüşmesi gereken yasaları değiştirmesi. Örn. Kısas yasasının, affetme prensibine, yargılamanın, ‘tinsel sevgi prensibine’ dönüşmesi ve ‘tinsel inanç özgürlüğünün’ geçerli olmaya başlaması gibi.

Ayrıca, bir baba oğul ilişkisi söz konusu olduğu zaman, insanların gayet iyi bildikleri bir duygu; bir oğulun baba için, bir babanın da oğul için ‘çok değerli’ olduğudur. Mesih İsa da, kendisinin Tanrı’yla ilişkisi hakkında bir fikir verebilmek için bu duyguları ön plana çıkartan ‘Baba ve oğul’ kelimelerini kullanmaktaydı. Bunu yaparken dikkat çekmek istediği başka önemli bir nokta da, birbirleri için sadece ‘değerli olmaktan’ da öte, bir baba – oğulun aralarındaki en güzel duygunun ‘sevgi’  olduğu idi.  

İncil’i okudukça, Onun hiçbir zaman kendini yüceltmediğini ve daima kendini göndereni, yani ‘Babam’ dediği Tanrı’yı yüceltmeye çalıştığı açıkça görülebilir.

Yuhanna Bölüm-7: 16 İsa onlara, “öğretişim benim değil, beni gönderenindir” diye karşılık verdi. “Eğer bir kimse Tanrı’nın isteğini yerine getirmek istiyorsa, bu öğretişin Tanrı’dan mı olduğunu, yoksa kendiliğimden mi konuştuğumu bilecektir. Kendiliğinden konuşan kendini yüceltmek ister, ama kendisini göndereni yüceltmek isteyen doğrudur ve onda haksızlık yoktur.”

Anımsayacağımız gibi, Onun Tanrı’ya olan yakınlığına Ali İmran suresi 45. ayette de işaret ediliyordu:

“Melekler şöyle dediği vakit: “Ey Meryem, haberin olsun, Allah seni dünya ve ahirette itibarlı biri ve Kendisine yakın olanlardan olarak bir “Kelime”   ile müjdeliyor! Adı, Meryem oğlu Mesih İsa’dır.”

Burada, ‘Allah’a yaklaştırılmış olan veya ‘Allah’a yakın Olan’dan kastedilen, elbette Mesih’in içinde enkarne olduğu ‘fiziksel beden’ değildir.
Tanrı’ya yakın olan: Tanrının temsilcisi,  O’nun ‘Kelimesi olarak’ dünyaya gelen ve ‘ Mesih’ olarak adlandırılan Tinsel bir Varlıktır.
Tinsel bir varlık değil de, sadece ‘insan olan bir resulün’  varlığı söz konusu olsaydı, o zaman bu ayetlerde yalnızca Meryem’in oğlu olan ‘İsa’nın’ adı geçerdi ve onun ‘bir resul’ olduğuna değinmekle yetinilirdi. Hâlbuki Meryem’in oğlu olan ‘İsa’nın’ adının yanı sıra, Onun Allah’ın ‘Kelimesi’ olduğuna ve Allah’ın gönderdiği ‘Kendinden bir Ruh’ (tin) olduğuna dikkat çekilmektedir. Özellikle kullanılmış olan bu ilave sıfatlar Onun Tinsel bir Varlık olduğunu belirtmek içindir.  

İnsanların Göksel Babası

İncil’de dikkatimizi çeken bir başka nokta da, Mesih İsa’nın ‘ Baba’ sözünü sadece kendisiyle ilgili olarak kullanmadığı, bu sözü insanlarla da bağlantılı olarak kullandığıdır.
İnsanlar henüz Tanrı’nın yakınlarına ulaşmış olmayabilir ve Tanrı’nın çocukları (tinsel arınmışlığa ulaşıp, ‘kutsal olanı’ özümsemiş varlıklar) olmaktan uzak olabilirler. Ancak, şimdi sahip olduğu ruhsal doğası henüz tam anlamıyla tinselleşmiş olmasa da insanın kökeni, varlığının ve varoluşunun kaynağı elbette Tanrı idi, dolayısıyla, her insanın öz benliğinin tinselleşebilme ( ‘tinsellik kazanabilme’) potansiyeli mevcuttu. Mesih İsa işte bunları göz önünde bulundurarak “Göksel Baba’nız” veya “Göklerdeki Baba’nız” sözlerini insanlarla da bağdaştırarak sıkça kullandı.

Matta Bölüm-5: 14-16 Dünyanın ışığı sizsiniz. Sizin ışığınız insanların önünde öyle parlasın ki, iyi işlerinizi görerek Göklerde olan Baba’nızı yüceltsinler.

Matta Bölüm-7: 31 “Öyleyse, ‘Ne yiyeceğiz?’ ya da ‘Ne giyeceğiz?’ diyerek kaygılanmayın. Uluslar hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa Göksel Baba’nız,  tüm bunları gereksindiğinizi bilir.

Luka Bölüm-6: 35-31 “Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin. Alacağınız ödül büyük olacak, en Yüce Olanın ‘oğulları’ olacaksınız. Çünkü O, nankör ve kötü yürekli kişilere karşı iyi yüreklidir.

Baba’nız merhametli olduğu gibi, siz de merhametli olun.”

Hz.İsa ayrıca, “Tanrı’mıza nasıl dua edelim diye kendisine soranlara;
(İncil’deki “Tanrı’ya Dua” bölümünde) Tanrı’ya edecekleri duanın başında, O’na hitap ederken “Cennetteki Göksel Babamız ”,şeklinde hitap ederek bu duaya başlayabileceklerini söylemiştir.

Bu örneklerde (ve İncil’deki daha pek çok örnekte) görüldüğü gibi Tanrı, İsa Mesih’in olduğu gibi, insanların da Göksel Babası, yani ‘tinsel anlamda Babasıdır.’  Evrende var olan herşeyin Tanrı’dan kaynaklandığını anımsayacak olursak, zaten başka bir yerden kaynaklanmış, var olmuş olmamız olası mı?
Önyargısız ve objektif bir gözle incelendiğinde, İncil’de geçen “baba – oğul” sözleriyle fiziksel anlamda bir baba – oğuldan bahsedilmediği son derece açıktır. Çok zaman önce nahif insanların yanlış anlamalarından kaynaklanmış olan ‘fiziksel anlamda bir babaanneoğul’ yorumunda hala ısrar ederek bunu İsa ile bağdaştırmaktan vazgeçilmesi ve bu çarpık kanaatin artık daha olgun bir anlayışla ve tinsel gerçeklere dayanan somut bilgilerle değiştirilmesinin zamanı gelmiştir.
Mesih İsa’yı kuşatan ‘gerçeğe’ dair bilinmesi gerekenlerle aramızda engel oluşturacak her türlü yanlış ve tutucu düşünceden arınmak her insanın ‘bireysel evrimi sürecindeki gelişimi’ açısından çok önemli ve gereklidir.

        
Mesih İsa’nın adının anlamı nedir?

Şimdiye kadar Ona değinirken kullanılan ad  ‘İsa’, ‘İsa Mesih’ veya ‘ Mesih İsa ’ idi.
Bu iki kelimeyi yan yana gördüğümüzde, kendi isimlerimizden aşina olduğumuz gibi, ‘İsa Mesih’in de (ya da Mesih İsa’nın) bir ‘ad ve soyadı’ birlikteliği gibi olduğu zannedilebilir. Oysa Mesih İsa adını, bir ‘ad ve soyadı’ şeklinde basite indirgeyemeyiz.
Örneğin, TDK Sözlüğünde ‘Mesih’in’ karşılığı olarak, “el süren, el sığayan”, “İsa Peygambere verilen adlardan biri” açıklaması bulunmaktadır.
Ancak, insanlığa şifa getirmiş olması ve mucizeleri ile pek çok insanı iyileştirmiş olması açısından bu açıklamanın doğru bir yanı olmasına rağmen bu çok kısıtlı bir açıklamadır.

Mesih’in İngilizce karşılığı olan ‘Messiah’ın İngilizce sözlükteki (Webster) karşılığında ise: Musevilerin, gelmesini bekledikleri kurtarıcı”  The Christ’ açıklaması buluyor.
Christ’ın Latincesi Christus’dır.
Hristiyanlığı benimsemiş olan toplumlarda Ondan bahsederken ‘Christ’ veya ‘Christus’ adları ön plana çıkar. ‘Hristiyan inancı’ ilk benimseyen toplumlardan olan Greklerin lisanı Yunanca’da ise Christus, Yunanca’yla uyumlu olacak biçimde ‘Hristos’ olarak kullanılmaktadır.
Türkçe’de de, ‘Hristos’a inanmış, Onu kabul etmiş olanlar’ anlamına gelen ve Hristos kelimesinin kökeni Hrist’den (Christ ) türemiş olan ‘Hristiyan kelimesi kullanılmaktadır. Hristiyan’ın İngilizcesi de Christian’dır.

‘Christ’a inanan ve Onu benimsemiş olan’ anlamında kullandığımız Hristiyan kelimesinin içinde, Tanrısal Katlardan gelerek dünyada enkarne olan ‘Christ Varlığının’ gerçek adı’gizlidir.

Gerçek adı derken, insanlık tarihi boyunca Onun daha farklı isimlerle de anıldığını belirtmeliyiz. ‘Eski Hint’ medeniyeti süresince insanlığa gerekli tinsel bilgiler aktarmış olan ‘Yedi Rishi’, Ondan ‘ Vishiva Karman’ olarak söz ettiler. Daha sonra gelen ‘Eski Pers’ medeniyetinde de Zerdüşt, Onu Ahura Mazdao ve Ormuzd adıyla tanıttı. Bu Varlık eski Mısır’da Osiris olarak bilindi.
Christ Varlığının dünyaya Yahudilerin kralı olarak geleceği öngörüsü, Pers medeniyetinden sonra gelen ‘Mısır ve Kildani’ medeniyeti döneminde, Tevrat’ta yer almıştı. Fakat Tevrat’ta Christ adı kullanılmamıştı, İbrani dilinde Christ,  ‘Maşiah’ olarak biliniyordu.
Maşiah’ da zaten, İncil ve Kur’an’da yer almış olan ‘Messiah’, yani ‘’Mesih’ dir.

Mesih/Christ neden dünyaya “tekrar” geldi? (Neden gelmesi gerekiyordu?)

İncil’i incelediğimizde, Tevrat’ta yer alan ‘Mesih’in (Maşiah) Yahudilerin kralı olarak geleceği’ öngörüsünün aslında ‘bir kısmının’ gerçekleştiğini ve Onun 2000 yıl evvel dünyaya gelmiş olduğunu görebiliriz. Fakat ‘anlaşılması gereken’ en önemli noktalardan biri: Mesih İsa’nın (Christ’ın) dünyaya gelmesine rağmen, dünyada ulusal (fiziksel) sınırlar içinde bir krallık kurmak için hiçbir girişimde bulunmamış olmasıdır. Çünkü Onun niyeti zaten fiziksel dünyada bir krallık kurmak değildive Tevrat’ta sözü geçen krallık aslında  ‘ Göksel /Tinsel bir Krallıktı.’

Göksel bir Krallığın sınırları da, herhangi bir ulusun fiziksel sınırları ile kısıtlanamazdı. Göksel Krallık tüm dünyayı, yani bütün insanlığıkapsamaktaydı. Onun için, evvelce, ‘gelmesi beklenmekte olanın krallığı’  şeklinde Tevrat’ta yer alan sözler, İncil’de daha doğru bir anlamı yansıtan ‘Tanrı’nın egemenliği’, ‘Göklerin Egemenliği’  ya da ‘Göksel Egemenlik’ olarak yer almıştır.

Kendileri esasen özde Yahudi olan havarilerin, Yahudi olmayan (ve pagan inançlara sahip olan) toplumlara giderek “beklenen Mesih’in artık geldiği” müjdesini anlatmaya çalışmalarının arkasında bu neden vardır. Göksel Krallığın sınırları, o zamanki İsrail ulusunun sınırları ile kısıtlanamazdı, bundan dolayı Onunla ilgili müjde, sadece İsrail halkı içinde saklı tutulmayıp Yahudi olmayan diğer toplumlarla da paylaşıldı. Yoksa havariler, bu insanları henüz o sırada hiç var olmayan ‘Hristiyanlık dinine’ girmeleri için ikna etmeye uğraşmıyorlardı.
Böylece, yüzlerce yıldır titizlikle varlıklarını kapalı bir toplum olarak sürdürmüş olan Yahudiler, o kadar zaman sonra ilk defa diğer halklarla ‘tinsel anlamda’ bir ilişki kurmuş oldular.

Bu bakımdan, Mesih’in sadece Yahudiler için değil, ‘tüm insanlık’ için gelmiş olduğunun anlaşılması son derece önemlidir, çünkü bunun kavranmış veya kavranmamış olması, hem her bir birey, hem de ‘tüm insanlık’ açısından çok şey fark ettirir.

‘Dinler arası diyalog ve insanlar arası barış ve kardeşlik’  dileğinin gerçekleşebilmesi için, Onun gerçek kimliğinin tüm insanlık tarafından anlaşılması ve bilinmesi elzemdir. Onun kimliği, yetkisi, bir Tinsel Varlık olarak gücü, dünyaya nasıl bir itki getirdiği ve uzun vadede dünyaya niçin geldiği anlaşılmadıkça, dinler arası diyalogun ve insanlar arası kardeşliğin gerçekleşmesi beklenemez.

Mesih İsa hakkındaki her şeyin tek bir yazıda açıklanabilmesi mümkün değildi. Fakat ‘dünyaya tekrar gelip gelmeyeceği’ devamlı konu olan Mesih’in kimliğinin bilinmeyen yönlerinin biraz olsun aydınlatılması, Onun dünyaya gelme nedenine de biraz olsun ışık tutabilir. Onun dünyaya geliş nedeni özetle şöyle açıklanabilir:

Christ İsa’nın dünyaya gelişi, tüm insanlığın hem fiziksel, hem ruhsal, hem de tinsel anlamda sağlığa kavuşması ve ileriki bir gelecekte de “fiziksel dünyadan kurtulması” (ve daha ileriki bir gelecekte de “bambaşka bir tinsel hale” dönüşmesi) ile ilgilidir.

Bizlerin çok güçlü bağlarla özdeşleşmiş olduğumuz fiziksel dünya aslında insanın gerçek ve kalıcı yeri yurdu değildir.

Mümin suresi-39. “Ey toplumum, şu eğreti dünya hayatı, geçici bir nimetlenmeden ibarettir. Ahiret ise sürekli durulacak yurdun ta kendisidir.”

Ankebut-64. Şu eğreti dünya hayatı bir eğlence ve oyundan başka bir şey değil. Ahiret yurduna gelince, asıl hayat işte odur. Ah, bilebilselerdi!

Rum-7. Onlar basit ve eğreti hayattan bir dış görünüşü bilirler. Ama ahiretten tam bir gaflet içindedirler onlar…

Demek ki insanın, çok gerçek bir yer olduğunu varsayarak bağlandığı bu fiziksel-maddesel dünyayla ilgili olarak bildiğini zannettiği şeyler aslında ‘tinsel gerçekleri’  yansıtmıyor. İnsanın bu yanılgısı da, dünya yaşamında hep karşılaştığı ciddi (insanlığı zorlayan) sorunların da temel nedenini oluşturmaktadır.
İnsanlar için taşı – toprağı çok kıymetli olan bu fiziksel dünya, Tanrısal Âlem için hiç de kıymetli değildir. Tinsel Âlem için dünya gelip geçici ve eğreti bir yer, sadece bir dış görünüş yani bir ‘tanımlamadan’ ibaret.
Aslında insanın bilmediği ‘ahiret’ (Tinsel Dünya) ise onun gerçek yurdu ve ‘kalıcı/sürekli yaşamın’ yani ebediyetin olduğu yer.
Bu ayetler bize dünyanın ve ‘insanın dünya yaşamının’  zannedildiği gibi olmadığını anlatmaktadır.
Gittikçe materyalizmidaha çok benimseyen insanlık, bununla orantılı olarak ruhsal ve tinsel anlamda giderek ‘kurumaktadır.’  Girmiş olduğu bu ‘tinsel kuruma’ sürecinde de hastalık ve ölüm onun daha çok içine işlemektedir.

Dünyada, doğum ve ölüm arasında yaşadığı süreç içinde, dünyanın ‘geçici bir yer’ – ‘bir görüntüden’ ibaret olduğuna uyanamayan ve dünyanın yanıltıcı pırıltılarına kapılan insan, gerçek Tanrısal Işık ile hiçbir ilişkisi olmadan yaşamaktadır. Hatta bu Işığa hiç ihtiyaç duymadan ve ‘Onu hiç merak etmeden’ ömrünü tamamlamaktadır. Doğası itibariyle ölümlü bir varlık olduğunu unutup öte yanda servet, mal, mülk gibi birikimler oluşturan, şöhret ve gücün peşinden koşturan insan, bunun ‘esas tinsel doğasıyla’ çok çelişkili bir durum arz ettiğini bir türlü görememektedir. İnsanın bu ‘uykusunun’ nedeni, esas yurdundaki Tanrısal Işıkla bağlantısının kopmuş olması ve ‘benliğinin materyalizmi benimsemiş’ olmasıdır.

İşte Mesih’in (Christ’ın) dünyaya “tekrar gelişinin” nedeni budur. Christ, kurumakta olan ve de hastalık ve ölümün  ‘içine işlediği’ insanlığa Tinsel Dünyadaki ‘Tini’   ve ‘Tinsel Yaşam Gücünü’  beraberinde getirmiştir.***** Sonsuz yaşam***
Kendi tinsel doğasına ait olan bu ‘Işığı ve Yaşam Gücünü’ ruhunun içine almak isteyen insanlara bunları mutlaka verecektir.

Matta Bölüm – 7: (Ayrıca Luka – 11: 9 -10)  7 “Dileyin, size verilecek; arayın bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. 8 Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapıyı çalana kapı açılır…”

Bu açıklamalar doğrultusunda,  Mesih’in dünyaya geliş nedenlerini çok önceleri anlamış olan Mevlana’nın şu sözleri üzerinde düşünelim:
Divan-ı Kebir cilt-1, 1710. Ey ölümsüz ömür ihsan eden, ey azıksızlık azığı veren, gerçekten de  ‘ölüm okuna’  sağlam bir siper verdin sen.

“Ölümlü bir varlık olmaktan ve maddesel dünyanın tutsağı olmaktan kurtuluş ve –ileriki bir gelecekte– Tinsel Dünyadaki diğer Kutsal Tinsel Varlıklar gibi ‘sonsuz yaşama’  sahip olmak.”
Dünyaya tekrar gelip gelmeyeceği hala tartışılan Mesih’in (Christus’un) insanlığa getirdiği ve gerçekten isteyenlerevereceği şey budur – “Sonsuz Yaşam”.

Bundan iki bin yıl kadar önce, “dünyaya ilk gelişinde”, ölümden dirildikten sonra Tanrı Baba’sına gitmek üzere Tinsel Dünyaya yükselen Mesih (Christus) tekrar dünyaya gelip insanlığa sahip çıkacağını ve bizlerin kurtarıcısı olacağını İncil’de yer alan sözlerinde belirtmişti.

Matta Bölüm-28: 20 İşte ben dünyanın sonuna kadar sizinle birlikteyim.”

Dolayısıyla, Mesih’in dünyaya “tekrar gelmesini” bekleyenlerin artık beklemelerine gerek yoktur, çünkü O, 20. yüzyılın başlarından itibaren dünyaya geri dönmüştür.
O zamandan beri de dünyadadır.
Dünyada olduğunu söylerken, Onun yine bir insan bedeninde enkarne olmuş olduğu zannedilmemeli. Mesih, ‘İkinci Gelişinde’ bir insanın fiziksel bedeninde enkarne olmamıştır.

Ayrıca, Mesih İsa İncil’de, insanlığı gelecekte ortaya çıkacak olan sahte peygamberlere karşı uyardığı zaman da artık kendisinin fiziksel bir bedende dünyaya dönmeyeceğini dolaylı bir biçimde bildirmektedir.

Matta Bölüm-7: 15 “Sahte peygamberlerden sakının! Kuzu postuna bürünerek gelirler size, ama özde yırtıcı kurtlardır.”

Matta Bölüm-24: 4 İsa onlara şu karşılığı verdi : “Sakın kimse sizi saptırmasın! Birçokları, ‘Mesih benim’ diyerek benim adımla gelecek, birçok kişiyi saptıracaklar.”

Markos Bölüm-13: 22 Eğer o zaman biri size, ‘İşte İsa Mesih burada’ ya da ‘İşte şurada’ derse, inanmayın çünkü sahte Mesih’ler, sahte peygamberler türeyecek.”

Bilindiği gibi, geçmişte de, çağımızda da, bazı kişiler kendisinin Hz.İsa olduğunu iddia ederek ortaya çıktı. Bu durum karşısında doğal olarak aklımıza, “o zaman, –hiçbir şüpheye yer vermeyecek bir biçimde– gerçek Mesihi sahte olandan nasıl ayırt edebiliriz?” gibi bir soru gelebilir.  
Aslında bu ayırımı yapmak bir bakımdan çok kolaydır. Çünkü dünyaya dönmüş olan Mesih, “İkinci Gelişinde” tekrar fiziksel bir bedende enkarne olarak gelmedi!  Dolayısıyla, gerçek Mesih İsa’yı hiç kimsenin fiziksel gözlerle görmesi mümkün olmayacaktır. 2000 yıl evvelki “İlk Gelişinde”, –bazı çok önemli kozmik nedenlerden ötürü–  fiziksel bir bedende enkarne olması gerektiği için Onun İsa ile birlikteliğini gördük.  Christ İsa (Mesih İsa) bu kozmik misyonunu başarıyla tamamladı ve bu başarısının “Neticelerini” Yüksek Tinsel Dünyaya (Tanrı Baba’ya) götürdü. Şimdiki bu ‘Tekrar Gelişinde’ ise, Mesih’in (Christ’ın) yüklendiği kozmik görev farklıdır, bunun için de fiziksel bir bedende olması hiç gerekmemektedir.
Bundan dolayı, “ben İsa’yım” diyerek ortalıkta dolaşan birileri karşımıza çıktığında, bu kişilerin ‘gerçek Mesih’ olmadığından kesinlikle emin olabiliriz.

Bunların sonucundan da, “eğer gerçek Mesih dünyaya geldiyse ve bizler onu fiziksel gözlerle göremiyorsak, o zaman Mesih nerede?” sorusu ortaya çıkabilir.
Bu sorunun yanıtını anlayabilmek için bazı tinsel bilgilerin rehberliğine ihtiyaç vardır. Mesih fiziksel bir bedende olsaydı ve Mesih’in bulunduğu yer, ‘fiziksel bir adres’ olsaydı, böyle bir adresi gidip bulmak çok zor olmayabilirdi. Ancak, fiziksel ötesi, yani ‘duyuüstü bir koordinatı’ bulabilmek için insanın şimdiki bildiklerinden daha farklı bilgilere ve daha tinsel bir algılama kapasitesine bir sahip olması gerektiği gibi, ayrıca, –materyalizmi benimsemiş olmasının yanı sıra– yaşamında ‘tinsel’ bir yaklaşım içinde olması da gerekir.

‘Mesih’i kuşatan gizemi’ (ve onun nerede olduğunu) kavrayabilmek için, insanın güncel yaşamında karşılaştığı sıradan durumlarda kullandığı akıl ve entelektüel kapasitesinden daha başka/farklı bir araç kullanmak gerekir. İnsanın entelektüel kapasitesi onu ancak belli bir noktaya kadar taşıyabilir, bu noktadan sonra bazı şeylerin anlaşılabilmesi için geliştirmemiz gereken araç /yetenek, her insanda bir potansiyel (bir gizil güç) olarak bulunan ‘ bilinçtir.’
Bu bağlamda dikkate alınması gereken bir nokta: Mesih’in bulunduğu yerin ‘tinsel koordinatlarına’, ancak katı dini dogmaların ve de bizleri sınırlı çerçeveler içine sokan her türlü ön yargının dışına çıkıldığı zaman erişilebileceğidir. Mesih’in insanlıkla ilişkisinin özünde,kapısının herkese açık olduğu’ gerçeği olmasaydı, Onun ‘tüm insanlığın kurtuluşu’ için gelmiş olduğu söylenemezdi. Bundan da, Onun tüm insanlığa en yakın ve her insana eşit mesafede olabileceği bir yerde bulunduğu neticesi ortaya çıkar.

Tevrat’ta, Yeşaya peygamberin Onun “Varlığıyla” ilgili bir öngörüsü (esini) yer almaktadır, dolayısıyla, İbraniler Onu Yahudi toplumuyla ilişkilendirerek yalnızca onlar için geleceğini zannetmişlerdi. Hâlbuki O, ölümden dirilişinden sonra havarilere (ve bazı diğer inananlara) “Gidin ve Benim Sözümü Yahudi olmayan toplumlara da yayın/bildirin” demişti. Başlangıçta, havari Petrus dâhil, pek çokları, o zaman kadar sadece Yahudi toplumuyla kesin bir biçimde sınırlanmış olan bir tinselliğin, birdenbire Yahudi toplumu dışına çıkmasına çok şaşırmışlardı. Bu da bize, evvelce sözü geçen, Mesih’in (Christ’ın) dünyaya getirdiği “İtkinin” ve yeni prensiplerin sadece Yahudi toplumu için olmadığını, tüm insanlık için olduğunu gösterir. Bu bağlamda, Christ’ın (Mesih’in) “İkinci Gelişi” sadece Hristiyanlar için değil, tüm insanlıkla (bütün dünyayla) ilgili olduğu belirtilmelidir. Çünkü artık Kiliseyle sınırlı bir Hristiyanlık değil, Kiliseyi aşan “Kozmik Hristiyanlık” biçiminde bir gelişme söz konusudur. Bu söylenen “Kozmik Hristiyanlık” kavramı da asla yeni bir Hristiyanlık dini olarak anlaşılmamalı. Çünkü nasıl ki Mesih ilk gelişinde aslında yeni bir din kurmaya gelmemişse, şimdiki “İkinci Gelişinde” de yeni bir din kurmaya gelmedi. Dolayısıyla “Kozmik Hristiyanlık” terimi, Christ’ı derinlemesine anlayanlar için Onun her insan için Kutsal Tinsel Dünyaya açtığı kapı ve sunduğu yol şeklinde anlaşılmalıdır. (Onun “Lütuflarının” bir sonu olmayacağını hatırlamalıyız). Bu söylenen, –bir anlamda– Christ’ın (Mesih’in) İkinci Gelişiyle tüm dünyanın bir Kiliseye dönüştüğü anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, evvelce sadece Kiliselerde toplanan Hristiyanlara inen ‘Kutsal Tin’ de dünyanın her yerinde Kendini insanlara hissettirebilecek (*).
(*) Önemli bir açıklama: Bu anlatılanlara ve paylaşılan bilgilere ilgi duymayan ve kendilerini yakın hissetmeyenlerin içi rahat edebilir, çünkü Mesih (Christ) ve Kutsal Tin, Kendi getirdikleri “Tinsel İnanç Özgürlüğü” prensibi doğrultusunda, hiçbir insana –tinsel bir lütuf da olsa–  zorla bir şey vermeyeceklerdir. Herkes benimsediği dini inançlarında son derece özgür olmaya devam edecektir. Yani Onlardan bireylere yapılan hiçbir müdahale veya zorlama yoktur. İncil’ de İsa Mesih’in söylediği “Kapıyı çalın, size açılacak”, “İsteyin, size verilecek” sözleri aynen geçerlidir. Dolayısıyla Onlardan herhangi bir şey alabilmek için öncelikle bir insanın bizzat “Kapıyı çalması ve istemesi” gerekmektedir. Böylece Christ’ı gerçekten bilmek ve Onu benimsemek isteyenler belirlenmiş olacak.

Bu açıklamadaki “Kapıyı çalma”, aynı zamanda Mesih’in şimdi nerede olduğuna dair İncil’deki bazı ipuçlarına işaret etmektedir:
Matta Bölüm-7: 7 “Dileyin size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapıyı çalana kapı açılır.”

Christ, sıradan bir insan gibi, yolda karşılaştıktan sonra yanından gelip geçebileceğimiz veya sadece sığ bir merakla yanına yaklaşabileceğimiz bir Varlık değildir. Ona yakınlaşabilmek ve Onu görebilmek için insanın, Onu bütün kalbiyle (benliğiyle) araması, yani Onu özellikle bulmak istemesi ve bulunduğu yerin kapısını ‘Ben’ geldim diye bizzat çalması gerekir.
Bu karşılaşma mutlaka ‘iki benlik’ arasında gerçekleşmelidir. Hiç kimse bir başkası için bu kapıyı çalamaz. Bu kapı ancak her bireyin ‘kendisi’ tarafından çalınabilir. Mesih için, bir benliğin ‘gelip kapıyı çalması’, o insanın gerçekten Onu arıyor olduğunun delilidir.

Kapı, kapının çalınması, kapının açılması gibi sözler elbette sembolik sözlerdir. Ama bu semboller aslında ‘tinsel gerçekleri’ yansıtır.
İncil’deki şu sözler de belki bu konuda biraz daha ipucu verebilir:

Luka Bölüm-17: 20-22
Ferisiler İsa’ya, “Tanrının Egemenliği ne zaman gelecek.” Diye sordular. İsa onlara şöyle yanıt verdi: Tanrı’nın Egemenliği gözle görünür bir şekilde gelmez. İnsanlar da, ‘İşte burada’ ya da ‘İşte şurada demeyecekler. Çünkü Tanrı’nın Egemenliği içinizdedir.”

Bu sözler, insanın, tinselliği ve Tanrı’yla olan gerçek bağını ruh ve benliğinde ve fiziksel dünyadan daha farklı (daha öte) ‘tinsel bir koordinatta’  bulabileceğini anlatmaktadır.
Ayrıca Mesih İsa başka bir öğretisinde, insanı Ona ulaştıracak kapının yerinin nasıl bulunabileceğine şu sözlerle işaret etmişti:

Markos Bölüm-12:  28-31 Onların tartışmalarını dinleyen ve İsa’nın onlara güzel bir yanıt verdiğini gören bir din bilgini yaklaşıp Ona, “Tüm buyrukların en önemlisi hangisidir?” diye sordu.
İsa şöyle karşılık verdi: “En önemlisi şudur: ‘Dinle ey İsrail! Tanrımız olan Rab tek Rab’dir. Tanrın olan Rabbi bütün yüreğinle,  bütün canınla ve bütün aklınla sev.’  İkincisi de
şudur: ‘Komşunu kendin gibi sev.’  Bunlardan daha büyük bir buyruk yoktur.”

Mesih’in bu sözlerinin işaret ettiği gibi, söz konusu tinsel kapının tinsel anahtarı ‘Sevgidir’,  ‘saf Tinsel Sevgi’. Buna ulaşmak için başlanması gereken nokta da, ‘diğer bireyleri’ ve esasen ‘tüm insanlığı’ sevebilmektir.

Görüldüğü gibi, insanın Mesih İsa’yı anlamaya başlaması için özellikle bir dini doğmaya inanması, Katolik, Ortodoks veya Protestan olması gerekmemektedir. Mesih’in (Christ’ın) konumu dinler ötesi bir konumdur ve O, her insana eşit bir mesafededir. Bundan dolayı O, her üç Kutsal Kitap’ta da din ötesi bir konumda yer almıştır.
Onu kuşatan olağanüstü gizemin okült terminolojideki adı “Golgota gizemidir”.

Esasen O’nun Varlığı ve artık kalıcı biçimde dünyada varlık göstermesi, bütün dinlerin, Kutsal Kitapların, (dünyaya ilk gelişinden önceki tüm tinsel gelişmelerin), insanlık evriminin ve kıyamete kadar yaşanacak olan tüm gelişmelerin nirengi noktasıdır.

Bülent Akan