Dünyadaki insan nüfusunun takriben 7 milyar kişi kadar olduğunun belirlendiği son zamanlarda insanla bağlantılı çok önemli ve önceliği olan başka bir durumun da ortaya çıkartılması gerekir. Gerçekçi bir irdelemeyle belirginleşecek bu kritik durumun yadsınamayacak bir realite olduğunu anlamamız ve bu tablonun nedenlerini araştırarak ciddi bir çözüm arayışına girmemiz elzemdir.

Kimsenin gözünden kaçmaması gereken söz konusu durum, dünyadaki insan ilişkilerinin her geçen gün daha da kötüye ve çözümsüzlüğe doğru gitmesidir. İnsan ilişkilerinin giderek kötüleşmesinin nedenlerini irdeleyebilmek için sadece nüfus faktörüne değinen ve soyut bir sayısal veri olan ‘yedi milyar’ sayısı yeterli değildir. Bu sayının, değişik görüş ve dini inançlar gibi bakımlardan birbirinden çok farklı yapıda insanlardan oluştuğunu göz önünde bulundurmak başlangıç noktamız olabilir.  

Kâinatın sonsuzluğu içinde aynı gezegeni paylaşmak konumunda olan insanlığın birbirini iyilik ve sevgi ile kucaklamıyor olması bir yana, minimum bir anlayış ve toleransın bile gösterilmediği, uluslararası ilişkilerin sertleştiği, çatışma ve savaş tehdidinin her an pusuda beklediği bir döneme girmiş bulunmaktayız. Ulusların kendi içinde de insanlar, ne olduğu, nereden kaynaklandığı ve hangi amaca hizmet ettiği meçhul karanlık düşünceler ve inançlar doğrultusunda fanatik ve saldırgan davranışlar sergilemektedirler.

Dünyadaki mevcut tabloya gerçekçi bir gözle baktığımızda, her konuda ve her alanda gittikçe artan global bir huzursuzluk ve endişenin hissedilmemesi ve bunun varlığının göz ardı edilmesi  pek mümkün değildir. Bu gelişmelerle paralel bir şekilde, insanların geçim mücadelesinin de her geçen gün giderek zorlaşmakta, aslına bakılırsa, zorlaştırılmakta olduğunu da hissetmekteyiz.

“Eskiden de insanlar arasında anlaşmazlık ve  çatışmalar yok muydu” denebilir. Doğrusu, insanlık tarihine bakıldığında anlaşmazlık ve savaşlar hiç bir zaman eksik olmadı. Ancak geçmişteki olaylarda sıfırdan çatışma noktasına gelinceye kadarki gelişmelerin biçimi ve nedenleri oldukça farklıydı. Evvelki farklı savaşma biçimleri ile karşılaştırıldığında, daha sert  olan yeni durumlara hangi zamanda geçildiğini belirlemek gerekirse; Birinci Dünya savaşına kadar yaşanan anlaşmazlık ve savaşların daha nahif bir karaktere sahip olduğu ve bu savaştan itibaren  eskiden var olmayan bilimsel bulgular ve teknolojik know-how’ın işin içine girmesiyle eski tarz savaşlarda bazı radikal değişiklikler olduğu söylenebilir.

Gelişen teknolojilerin katkısıyla artık daha güçlü silahlar üretebilen insanlar, birbirlerine olan negatif duygularını da daha  güçlü bir şekilde vurgulayabilme imkânını elde ettiler. Teknolojik gelişmeler evvelce insanların yapmayı tasavvur edemeyeceği, eskisinden çok farklı saldırı ve savaş biçimlerinin oluşmasına  vesile oldu. Eskiden de çatışma noktasına gelinceye kadar ulusların arasında menfaat sorunları ve belli miktarda negatif duygular oluşuyordu ama hiç bir zaman bu çağdaki gibi en küçük insan gruplarına kadar inen bu kadar güçlü  bir negatif duygu (kin ve nefret) ve de inanç ve düşünce kamplaşması oluşmamıştı. Öyle ki, şu sırada uzaya doğru çıkıp dünyaya biraz uzaktan bakabilsek, bir hoşgörüsüzlük, affetmeme ve nefret bulutunun neredeyse görünür bir biçimde dünyanın üzerine yerleştiğine tanık olabiliriz. Ayrıca, sanki gizli bir kaynaktan tüm  insanlığa toleranssız olma, bağışlamayı bir kenara itme ve de  kin ve nefrete sarılma reçetesi verilmişçesine bunun  herkes tarafından aynı anda harfiyen uygulanmakta olduğunu da gözlemleyebiliriz.
Spiritüel açıdan bakıldığında, insanlığın böyle bir davranış biçimini benimseyip her fırsatta hiç duraksamadan uygulaması  ağır bir  tinsel uyku” halinde olduğumuzu göstermektedir.

Dikkatle baktığımızda, çatışma ve anlaşmazlıkların artık sadece dünyanın belli bir bölgesiyle sınırlı olmadığını fakat tüm dünya genelinde bir gerilim ve huzursuzluk yaşanmakta olduğunu gözlemleyebiliriz. Ayrıca bunlar sadece arada sırada değil, hiç aralıksız  yaşanmaktadır. Dikkatimizi medyaya çevirdiğimiz an hep yeni kötü olaylara tanık olmaktayız.  Ayrıca, en küçük insan topluluklarından en büyük nüfuslu ülkelere kadar herkesin her konuda kendini  hem mağdur olarak ilan etmesi, hem de  yargılama ve saldırabilme yetkisini kendine verecek haklılıkta görmesi  işin içinden çıkılmasını giderek zorlaştırmaktadır.

İşlenen insanlık suçlarının sadece savaş ve katliamlarla kısıtlı olmadığını, radyoaktivite saçan endüstrilerden, zehirli kimyevi maddeler kullanılarak yapılan tarıma (GDO’lu ürünlere) kadar pek çok alanda ‘para kazanma hırsının’  insan sağlığının  önüne geçtiğini de belirtmeliyiz. Devamlı gerilim ve huzursuzluğun beslendiği bir dünyada yaşamak bir yana, insanların en temel hakkı olan ‘yaşama hakkının’ çiğnendiği bir ortamda global bir barış ümidinden söz edilmesi pek mümkün değildir.
Eğer dünyada yaşanmakta olan olaylar bu tempoda devam ederse, bugün yoğun çatışmaların tam ortasında yaşamıyor olma şansına sahip olanların yarın bu şimdilik huzurlu bölgelerinden savaşın yine teğet geçip gideceğine dair hiç bir garanti yoktur.

Kısaca çizilen bu kritik tabloyu mutlaka pek çok insan bu şekliyle görüp hissedebilmektedir, ancak her insanın bu durumdan aynı oranda etkilendiği ve rahatsız olduğu söylenemez. Hele teknolojik silah imalatı ve satışıyla  ülkelerinin ekonomisine katkıda bulunma konumunda olan milletlerin dünyadaki gerilim ve çatışmalardan herhangi bir zarar gördükleri söylenemez. Ayrıca, irili ufaklı her toplumun eline teknolojik silahları tutuşturmanın ne sonuçlara varacağını tahmin etme yeteneğinden yoksun  olduklarını da varsaymak olası değildir.

Global gerilime buna benzer biçimlerde  katkısı olanlara dikkat çekmemize rağmen burada amacımız belli ulusları, halkları veya bazı kişileri yargılamak ve suçlamak değil. Ayrıca dünyada yaşanmakta olan olaylarda kim haklı  kim haksız, kim ne zamana kadar haklıydı da ne yaptıktan sonra ne zamandan beri haksız oldu, şimdi onun yerine kim daha haklı bir konuma geçti gibi sonu olmayan karmaşık durumları da  yargılamak değil niyetimiz. Burada amaç sadece objektif ve tarafsız bir gözlem yapıp insanlığın temeldeki sorunlarının neler olduğunu tespit etmeye çalışmaktır. Yoksa birilerini yargılamaya başlarsak büyük bir olasılıkla bizler de  mevcut “global Gordion düğümünün” karmaşası içinde kaybolabiliriz.

Dolayısıyla, sorunlara bir çözüm bulunması isteniyorsa bunun yolu ‘haklılar ve haksızlar’ kategorilerine kimlerin gireceğini tespit etmeye uğraşmak değildir. Zaten hiçbir insanın, ‘insanın tinsel evriminin’ şimdiki aşamasında bunu kusursuz yapabilecek derecede objektif olabileceğini ümit edemeyiz. Ayrıca, uluslararası ve ülke içi bazda bu tür yargılamalar yapmaya kalkışıp bazı ‘suçlular’  belirleyenlerin dünya barışına ne kadar negatif  etkiler yaptığına da devamlı tanık olmaktayız.

Hikayeye göre, İskender, çözmesi için önüne çıkartılan kör düğümü kılıcıyla çözmüştü. Ancak çağımızın Gordion düğümünü  ‘kılıçla’ çözmeye çalışanlar aksine mevcut düğümü daha da karmaşık bir hale dönüştürmekteler.

Bütün dünyanın deneyimlemekte olduğu tatsızlıkları kimseyi itham etmeden incelediğimizde, aslında tespit edilmesi gereken şey insanlığın eğilimlerinin’ neler olduğudur. Tarafsız bir gözle baktığımızda, hangi ulustan, kültürden ve dinden gelirse gelsin, ekonomik statüsü ne olursa olsun, tüm insanlığın bencilliğe, yanlışa ve kötülüğe ‘eğilimli olduğu’  yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Biraz daha ayrıntıya girecek olursak, ayrıca  insanın, ahlaklı olmaya özen göstermeyen, merhamette bonkör olmayan, affetme ve adil olma faziletlerini  benimseyebilmekte ve ‘vicdani sağduyu’   uygulamakta çok zorlanan bir varlık olduğunu da tespit etmeliyiz.

İnsanlığın doğasındaki bu negatif eğilimleri açıkça ve dürüstçe belirledikten sonra dikkatimizin neden dünyada cereyan etmekte olan ayrı ayrı olaylara değil de, genelde hep arka planda etkin olan  eğilimlere yoğunlaşması gerektiğini irdeleyelim.  Doğasındaki bu eğilimlerin insan davranışları üzerinde etkin olduğu (yani  bu tür negatif davranışların nereden kaynaklandığı) bir gerçeklik olarak belirlendikten sonra, esas odaklanılacak önemli olan önemli noktanın, ‘yaşanan olayların değişik biçimlerde tezahür ediyor olması’ olmadığını da söylenmeli.

Bir örnekle açıklamak gerekirse, bir otoyol korkunç derecede bozuksa ve bu yüzden bazı otoların direksiyon şaftı kırılıyor, diğerinin şasisi göçüyor, ötekinin tekerleği kırılıp çukurda kalıyor, bir başkası da  yoldan fırlayıp bir uçuruma düşüyorsa, otoların başlarına gelen bu olayların kötü deneyimler olduğunu devamlı söylemenin yanı sıra, bütün bunların arkasındaki nedenin aslında bozuk yol olduğunu belirlemek gerekir. Hatta hemen arkasından “Bu yol neden bu kadar bozuk?” diye de sorulması gerekir.

Bunun gibi, her gün dünyanın her köşesinde tek tek yaşanan kötü olaylar ve insanlık dramları da elbette üzücüdür. Dünyanın neresinde olursa olsun savaşlar ve agresif davranışlar yüzünden ölen ve sakatlananlar (özellikle masum çocuklar) ve de evlerini kaybeden, geçim kaynakları alt üst olan bütün insanlar için ne kadar üzülsek, sıkılsak ve bu olayları kınasak azdır. Ancak, eğer perde arkasındaki daha öte gerçekleri görmek ve anlamak  istiyorsak, yalnızca üzülme ve kınama noktasında kalmamalı ve insanlığın bu anlaşılmaz halini objektif bir  yaklaşımla incelemeliyiz.

Dünya genelinde, insanlığın bu olaylarla ilişkisinin  üzülme ve rahatsız olma boyutunda kalması bunların sadece duygusal biçimde algılandığı anlamına gelir. Bu şekilde bir algılama, belli halklar arasında kin ve nefret duygularının körüklenmesine -ve cana can, göze göz   gibi kısas kurallarının etkin olmasıyla-, insan ilişkilerinde  ‘kısır döngülerin’ oluşmasına neden olmaktadır.

Hâlbuki “kısas kuralı” insanlığın artık geride bırakması gereken bir kuraldır. İnsanın adalet kavramına hiç sahip olmadığı eski zamanlarda adaletin ne olduğunu ruhunda kavrayabilmesi için kısas kuralının belli bir süre için benimsenip uygulanması 
gerekmekteydi. Fakat Tinsel-Tanrısal dünyadan gelen yeni itkilerle artık insanlığın kısas kurallarını uygulamayı geride bırakması ve farklı bir anlayışa sahip olmasının zamanı gelmiştir.

Toplumlar tarafından seçilen  ve benimsenen ‘adalet anlayışının’  içeriğindeki ‘nitelik’, onu uygulayan insanların  tinsel evrimde ne derece ilerleyip ne kadar ‘geride kalacağını’ belirleyen güçlü bir faktördür. Her insan ancak bunun ne anlama geldiğini ve önemini anlayabildiği zaman kendisini  ‘geri çekmekte’ olan sistemi ve anlayışı (tutumu) terk edip daha farklı bir adalet sisteminin (prensibin) arayışı içine girebilir.  Ancak dünyanın içyapısına girmiş olan bazı temel değişikliklerden sonra, artık bu yeni anlayışın sadece fiziksel dünyada biçimlenmiş bir anlayış (prensip) olması mümkün değildir.

Toplumlar arasında bir anlaşmazlık oluştuğunda, diyalog ve birbirini  anlama aşamasının atlanarak durumun hemen çatışma ve savaşlara dönüşmesinin ardında kısas kuralının dünyada mevcut adalet anlayışı üzerindeki etkileri olduğu yadsınamaz. Kısasın adalet anlayışı üzerindeki etkileri, halkların arasındaki anlaşmazlıkların yanı sıra, bireyler arası anlaşmazlıklarda  benimsenen yöntemlerin biçimlenmesi üzerinde de etkilidir. Örneğin nesilden nesile aktarılan ‘kan davası’ tipik bir kısas uygulamasıdır.   
Bu doğrultuda, ”Bana tokat atana benim de tokat atmaya veya bana bir kötülük yapana benim de aynı biçimde karşılık vermeye hakkım var” gibi anlayışların da istisnasız her milletin insanının ‘içine işlediğini’ görebiliriz.

İnsanın, kendisine yapılan yanlışlığın veya kötülüğün aynı şekilde ve aynı dozda karşılığını  verme hakkını doğurması üstüne kurulu bir adalet anlayışını uygulamasından başka nasıl bir anlayışı benimseyebileceğini irdelemeden önce şu sorulara yanıt bulmaya çalışalım:
Yukarıda açıklanan durumlar çerçevesinde insanlığın deneyimlemekte olduğu tüm acı verici olayların ‘bu şekilde’ yaşanıyor olmasının acaba aslında doğru olan bir tarafı var mı,  yoksa tamamen yanlış mı?
Artık her gün duya duya alıştığımız bu tür olayların, ‘medeniyetten’ söz eden dünyada hala yer alması insanlık adına hiç mahcup olmadan kolayca kanıksayabileceğimiz bir şey mi?
“Bu olayların failleri başka insanlar, ben kimseye bir kötülük yapmadım” demek, aslında ‘tüm insanlığın’ alnına yazılmakta olan ‘negatif kaderden’ sıyrılabilmemiz için yeterli mi?
Bencillikten kaynaklanan anlaşmazlıkların ‘hep haklı olma’ şemsiyesi altına sokulduğu zaman  kötülüğe dönüşebildiğini daha ne kadar zaman görmezlikten gelebiliriz?
İnsanın hemcinsine zarar veren ve acı çektiren bir varlık olduğu gerçeğinin kalbimizde yaratması gereken vicdani rahatsızlığı duyumsamadan ne kadar uzakta tutabiliriz?
Fiziksel dünyada birbirimize yaptığımız kötülüklerin sadece dünyada kalmadığı,  etkilerinin Tinsel -Tanrısal Âleme de yansıdığı ve her insanın bunun ‘karmik sonuçlarına’ katlanmak zorunda olduğu bir gerçeklik olarak ne zaman bilincimize yerleşecek?

İnsanlığın içinde bulunduğu bu durumdan etkilenen ve rahatsız olanlar mutlaka mevcuttur. Ancak etkilenmeyenlerin şu sırada çoğunlukta olduğu da  yadsınamaz. Ancak, insanlığın yaşadığı  dramlardan henüz etkilenmeyenleri yeterince hassas olmadıkları gerekçesiyle yargılamadan önce bunun neden böyle olduğunu irdelemek gerekir.

19. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan bilimsel bulguların ve 20. yüzyıldan itibaren olağanüstü gelişmeler gösteren teknolojinin ‘insan kimliği’ üzerine büyük bir etkisi oldu. Evvelce doğanın gücünü üzerinde hisseden insan, bu bilgi ve gelişmelerle entelektüel kapasitesini geliştirdi ve artık doğanın üstesinden gelebildiğini varsaydı. Geliştirdiği bu yeni yetenek ona farklı bir kimlik kazandırdı. Ve insan kendindeki akıl ve zekâ (entelektüel) gelişimine bakarak  artık belli bir eşiği geçerek belli ‘bir yere vardığına’  ve ‘insan olarak gelişimini tamamladığına’  hükmetti. Bu inanca göre ‘artık insan gelişimini tamamlamış’ bir varlıktı ve sadece tek eksiği daha fazla bilimsel ve teknolojik bilgiler idi. Bu da zamanla hallolacak bir şeydi ve de günden güne artan bu tür bilgilerle söz konusu bilgi eksikliği de zaten giderilmekteydi.

Ancak insanın bu inancı gerçekleri tam anlamıyla yansıtmıyordu. Akıllı ve entelektüel bir varlık olabilmesi kuşkusuz çok kıymetli bir gelişmeydi ve bunun da ‘benliğinin gelişmesine’ epey katkısı olmuştu. Fakat insan aslında içinde bulunduğu tinsel evriminin bütün aşamalarını henüz tamamlamamıştı ve daha önünde uzun bir yol ve daha önemli aşamalar vardı. Ayrıca sadece bilimsel ve teknolojik verileri  devamlı aklına yükleyerek gelişimini tamamladığını zannetmesi onun aslında ‘tinsel bir uykuda’ olduğunun göstergesiydi.

İnsan düşünce, duygu ve irade de uyuyan bir varlık olmasa hemcinsine herhangi bir kötülük yapması veya acı çektirecek davranışlarda bulunması katiyen mümkün olmazdı. Ancak tinsel anlamda uykuda olan bir varlık, arzu, tutku  ve inançlarını fanatizm derecesinde ifade ederek hemcinsine bencilce zararlar verebilir. Düşünce, duygu ve iradede uykuda olunması insanın sergilediği akıl almaz vahşetlerin arka plandaki nedenlerinden biridir. 

İnsanın, bilimsel ve teknolojik gelişmelerde yaşanan ‘pırıltıya’ kanarak  artık gelişimini tamamladığı inancını benimsemesiyle ortaya çıkan başka bir sorun da, gelişmesi sona ermiş bir varlığın daha öte bir gelişmenin arayışı ve gayreti içine girme isteğini oluşturamayıp yerinde saymaya başlamasıdır. Fakat evrensel kurallarda yerinde sayma ve duraksama diye bir konumun varlığı söz konusu değildir. Tinsel Dünyada duraksama, geriye gitme – gerileme demektir. Bu da gelişimini tamamladığını varsayanların aslında tinsel evrim yolculuğunda ‘geri kalma’  tehlikesiyle karşı karşıya oldukları anlamına gelir. Hâlbuki insanın göz önünde bulundurmadığı bundan sonraki gelişimi ‘tinsel anlamda bir evrilmedir’.

Fiziksel dünyada entelektüel kapasitesi gelişmiş akıllı bir varlık olmasının ötesinde insanın evrim sürecinde geliştirmesi gereken unsur nedir? Bu sorunun yanıtı aynı zamanda çağımızda insanın neden ‘insanca olmayan’ davranışlar sergileyip içinden çıkılmaz bir global Gordion düğümü yarattığının da yanıtıdır.
İnsanın tinsel evrim yolculuğunda geliştirmesi gereken, ama eğer geliştirmezse bireysel evriminde geri kalmasına neden olacak unsur ‘bilinçtir’.

Akla ve entelektüel bir kapasiteye sahip olması ve zekâyı kullanabilmesi insan için elbette çok değerli bir gelişmedir. Ancak insanlığın büyük bir gelişme olarak nitelendirdiği akıl ve zekâ (entelektüel kapasite) bilinç” değildir.
Örneğin, bilimsel ve teknolojik bilgileri pratikte uygulamaya koyup bir atom bombası yapabilen insanın akıllı olduğu söylenebilir, ama bu bombayı hemcinslerini yok edecek ve nesiller boyu sürecek acılara neden olacak şekilde Japonya’da iki şehrin üzerinde  patlattığı zaman (üstelik bu iş teknolojik bir başarı olarak görüldüğü zaman) insanın bilinçsiz bir uyku hali içinde olduğunu belirlemeliyiz. Ayrıca, insanın hiç durmadan buna benzer kâbus silahlar imal etme ihtiyacını duyması kendi ruhunun da devamlı olarak garip ve karanlık bir kâbus içinde olduğuna işaret eder.

Bunun gibi pek çok örneği objektif bir şekilde incelediğimizde insanın bilinç eksikliği nedeniyle söz konusu hallere düştüğünü”  açıkça gözlemleyebiliriz. Yine bilinç eksikliğinden dolayı insan vicdanını geliştirememekte, kısas kuralları etkisindeki adalet anlayışından bir türlü kurtulamamakta ve tinsel anlamda daha yüksek bir anlayışa geçememektedir.

İnsanlığın içinde bulunduğu mevcut durum bu iken, göze göz, dişe diş, cana can, yani ‘kısas’  kuralları uygulamasından daha yüksek olan ve bilinç gelişmesiyle örtüşen yeni anlayış nedir? Gelişmiş bir bilinç ve vicdanın yansıması olan daha yüksek anlayış ‘affetmektir’.

Söz konusu anlayışı benimsemek  ve uygulamak bizlere başlangıçta çok zor gelebilir. Kimisi de bunun ütopik bir düşünce olduğunu söyleyebilir. Elbette herkes düşüncelerinde ve inanç seçiminde özgürdür. Ancak, ‘affetmenin’ve bunu simgeleyen ‘tokat atana öteki yanağını çevirme’ sözünün sadece kişisel bir anlayış olmaktan öte, artıkinsan evriminde etkin olan ‘kozmik bir prensip’ olduğunu  ve bu prensibi benimseyip uygulayanlarla, benimsemek istemeyenlerin belirgin bir şekilde yollarının ayrılmak zorunda olduğunu belirtmek gerekir.

Yaşamda her gün olan bitenleri dikkatle ve farkındalıkla incelediğimizde insanlığın kesin bir yol ayrımına geldiğini hissedebiliriz. Bir yanda Tinsel Dünyadan tamamen koparak maddesel dünyada materyalizmi benimsemiş ve giderek bencil arzu ve tutkularının tatmini doğrultusunda ve de eski zamanlardan yansıyan kısas kanununun etkisinde  bir yaşam sürdürenler ve diğer yanda da böyle materyalist bir yaşam biçiminin insanlığın felaketine neden olacağını hissederek koptukları tinsel dünyayla bağlantı kurup oraya geri dönme arayışı ve gayreti içinde olanları görebiliriz.

Affetme (tokat atana öteki yanağını çevirme) prensibini benimseyebilmek Tinsel-Tanrısal dünya (âlem) ile tekrar bir bağlantı kurma gayreti içinde olanlara daha kolay gelebilir. İnsanın tinsel evriminde etkin olan yeni prensiplere göre, Tanrı’dan günahlarını affetmesi beklentisi içinde olan insanın da fiziksel dünyadaki yaşam süresi boyunca birbirini affetmeyi öğrenmesi gerekmektedir. Çünkü insan, aslında Tanrısal Dünyaya mahsus ‘affetme’ niteliğinden nasibini alabilirse ancak o zaman Tanrı’ya yakınlaşabilir.

Denebilir ki  “Affetme,  yargılamama,  tokat atana öteki yanağını çevirme ve birbirini sevme gibi kavramlar İncil’de yer almakta, ancak farklı bir din olan İslam’ın Kitabı Kur-anda da bunlar var mı ve bu prensipler Müslümanlar için de geçerli mi”?
Öncelikle, insanlığa fazilet kazandırmaya çalışan her kural veya prensip Tinsel Dünya kökenlidir ve dinler ötesi bir konumdan kaynaklanmaktadır.
Bu sorunun doğru yanıtını bulmak için Kur-an’ı  inceleyelim.

Kur-an’da, Kur-an’ın kendinden evvel var olan kutsal kitapları doğruladığını belirten pek çok ayet vardır. Örneğin,

Ali İmran suresi – 3. O, sana Kitabı (Kur-an’ı), önündekileri tasdikleyici olarak hak bir yoldan indirdi. Tevrat’ı ve İncili de indirmişti.

Maide suresi – 44. Biz indirdik Tevrat’ı Biz…

Maide suresi – 46. Ardından peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Tevrat’tan yanında bulunanı doğruluyordu. O’na İncil’i verdik. Hidayet ve ışık vardı onda…

Fatır suresi – 31. Kitaptan sana vahyettiğimiz, kendinden öncekini tasdikleyici hakkın ta kendisidir.

Bu ayetlerde (ve daha pek çok ayette) gördüğümüz üzere, Kur-an’ın özünde Tevrat ve İncil’e karşıt bir bilgi verilmediği gibi, aksine, Kur-an’ da pek çok sure ve ayette varlığının kabul edildiği vurgulanan ve doğrulanan bu kitapların da birer referans ve yol gösterici olarak alınmalarında hiç bir mahsur yoktur. Ayrıca bu üç kutsal kitabı daha dikkatlice incelediğimizde birbiriyle göz ardı edilemeyecek bağları olduğu gözlemlenebilir. Dolayısıyla, üç  kutsal Kitabın birbiriyle ilişkisi ile ilgili  gerçekleri bir an önce kavramak diğer dinlerin insanları hakkında farklı bilinçte düşünceler geliştirmemize ve onlara karşı farklı  bir davranış benimsememize yardımcı olabilir.

Affetme ve öteki yanağını çevirme konusunda İncil’de  verilmiş olan bilgilerle örtüşen ve uyum içinde olan Kur-an’daki bazı sure ve ayetlerin bu konuda neler söylediğini inceleyelim. Önce Tanrı’ya yakınlaşabilmek için gayret gösteren insanlara  Tinsel -Tanrısal  Âlemin tavrının ne olduğunu anlatan bir ayete bakalım.

İsra suresi – 19. Kim ahireti (Tinsel Âlemi) ister ve inanmış olarak ona yaraşır bir gayretle çalışırsa, böylelerinin gayretleri teşekkürle karşılanır.

Affetme, iyilik, öfke, barış ve güzel davranışlarla ilgili bazı ayetler de şöyle:

İsra suresi – 25. Benliklerinizin içindekini Rabbiniz daha iyi bilir. Eğer siz barışsever /iyi kişiler olursanız O, tövbeye sarılanları affeder.

Hud suresi -115. Sabret. Allah, güzel düşünüp güzel davrananların ödülünü yitirmez.

Yunus suresi – 26. Güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik var. Dahası da var. Onların yüzlerine ne kara bulaşır ne de zillet ulaşır. Cennetin dostlarıdır onlar…

Yunus suresi – 27. Kötülük kazananlara ise kötülüğün miktarınca karşılık vardır…

Ali İmran -134. Onlar bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yutanlardır onlar, insanları affedenlerdir. Allah, güzel düşünüp güzel davrananları sever
İnsanların birbirine öfke duyması çağımızda olduğu gibi daha eski zamanlarda da insanlık üzerinde etkin olan bir duyguydu. Öfke, şiddeti ve saldırganlığı tetikleyen negatif bir güçtür. Bu ayette Tanrısal Âlemle bağdaşacak bir davranış biçimini benimseyebilmek için öfkenin üzerimizdeki etkisini yok etmemiz gerektiğine işaret edilmektedir. Diğer gerekli aşamanın da insanları ‘affedebilmek’ olduğu belirtilmiştir.

Müminun suresi – 96. En güzel olan neyse onunla sav  kötülüğü…

Bu ayette de insanın kötülüğe kötülükle  karşılık vermek yerine, kötülüğü savmasının /geçiştirmesinin  ve de bunu en güzel  şekilde yapmasının daha doğru olacağı açıkça belirtilmiştir. Aslında, aynı kelimelerle olmasa bile bu ayette ‘tokat atana öteki yanağını çevirme’ anlamının yansıdığı belirtilmeli.

Araf suresi -199. Affetmeyi esas al. İyiyi ve güzeli emret, cahillerden yüz çevir.
Bu ayet de olanca berraklığıyla kendini açıklamaktadır.

Casiye suresi – 15. Kim barışa yönelik bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kötülük yapan da kendi aleyhine yapmış olur. Sonunda Rabbinize döndürülürsünüz.

Burada da insanın önündeki yol ayrımında seçmek konumunda olduğu iki seçeneği olduğuna ve bu seçimin sonuçlarına değinilmekte. Ayrıca, bununla ilgili yargının da Tanrısal katta gerçekleşeceğine işaret edilmektedir.

Ankebut suresi – 69. Bizim uğrumuzda didinenleri Biz yollarımıza elbette ulaştıracağız. Allah, güzel düşünüp güzel davrananlarla mutlaka beraberdir.

Maide suresi – 45. ayette ise kısas kurallarının nerede geçerli olduğu açıklanıyor. Bu ayette Allah’ın bu kuralları Tevrat’ta vermiş olduğu ve kısasın nasıl uygulanan bir kural olduğunun örneklerle açıklaması yer alır. Ama en önemlisi burada ‘kısasın bağışlanmasının’  yani  ‘affetme prensibinin’ yer almasıdır. Ayrıca bu bağışlamanın karşılığında bağışlayanın günahlarından bir kısmının da Allah tarafından affedilebileceği belirtilmektedir.

Maide suresi – 45. O Kitapta (Tevrat) onlar (Yahudiler) üzerine şöyle yazmıştık: “cana can, göze göz, dişe diş ve yaralama karşılığında da kısas. Fakat kim kısası bağışlarsa, bu bağışlaması kendisi için günahlara bir perde olur…”

İncil’de yer alan ‘sana tokat atana öteki yanağını çevir’ prensibinin anlamını aynı kelimelerle olmasa bile bir anlamda yansıtan  (Müminun – 96′ ya benzer) bir ayet daha mevcuttur.
Fussilet suresi – 34. İyilik ve kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde/ tavırla karşıla. O zaman aranızda düşmanlık bulunan kimse ile bile yakın dost olduğunu görürsün.

Kötülüğü iyilikle karşılama prensibinin uygulamasını başarabilenler hakkında da Fussilet suresi – 35. ayet bir açıklama yapar.
Fussilet suresi – 35. Böyle bir tavra sabredenlerden başkası ulaştırılmaz. Böyle bir tavra, büyük nasip sahibinden başkası ulaştırılmaz.

Buradan da anlaşılacağı gibi, Tanrısal Âlemden kaynaklanan bu prensibin fiziksel dünyada bu çağda henüz etkin bir şekilde herkes tarafından uygulanması çok kolay bir şey değil. İnsanın bunu başarabilmesi için bir tinsel (spiritüel) bilinçlenme sürecine girmeye başlamış olması  ve bu uygulamanın arkasına benliğinin  bilinçli ve uyanık iradesini koyması gerekir. Yoksa insan, bir zamanlar kendisine adalet kavramını geliştirebilmesi için verilmiş kısas kuralının etkilerinden hala kurtulamayacak ve hemcinsine karşı bağışlayıcı olmakta zorlanacaktır.

İnsanın, ilişkileri üzerinde etkinliği olan kısası artık geride bırakması gerekliliğine işaret eden Maide – 45 ve ‘affetmeyi esas al’  diyen Araf – 199. ayetle birlikte ele alıp üzerlerine yüklenmiş olan derin anlamlar üzerinde düşünecek olursak, insanlığın (ve her bireyin) önündeki yol ayrımında belirleyici faktörlerin neler olduğu belirginleşip anlaşılabilir.

Karşısındaki bu yol ayrımında, insanın hangi yolu  seçeceğine Tinsel Dünya’nın karışmadığını ve seçimimizde bizlerin tamamen özgür bırakıldığını  hatırlamamızda fayda vardır. Kısacası, her insan geliştirebildiği bilinç doğrultusunda nihai kararını özgürce verebilecektir

İnsan kâinatta başıboş bırakılmış bir varlık değildir. Etrafta kendisi gibi fiziksel görünürlükte Tinsel Varlıklar  algılayamadığı için,  yaptığı yanlış ve kötülüklerden kimsenin kendisini hiç sorumlu tutmayacağını zannetmesi büyük bir yanılgıdır. Esasen her insan, her hareketinden sorumlu tutulmakta ve de yaptığı yanlışların bedelini mutlaka ödemek durumundadır.

Mutlaka bir seçim yapmak zorunda olduğu yol ayrımında insanın,  fiziksel dünyada önemli bulduğu dünyevi değerler yerine Tinsel -Tanrısal Âlemin önem verdiği değerleri benimsemesi doğru seçimi yapacak vicdani sağduyuyu ve ışığı bulmasına  ve de  geleceğe yönelik bireysel evriminde ruhunun ‘geri kalmamasına’ yardımcı olabilir.

Kötülüğün, egoizmin, öfkenin, şiddetin, nefretin ve savaşların yaşattığı insanlık dramlarını kanıksayıp sessiz kalmak yerine, ahlakın, iyiliğin, adaletin, merhamet ve affetmenin sarsılmaz değerler olarak benimsendiği bir dünyaya duyulan hasreti ne kadar çok insan dile getirirse içinde bulunduğumuz “uykudan” uyanmak o derece mümkün olabilir.

Bunun yanı sıra, 7 milyar insanın Tinsel -Tanrısal Âleme ‘ne ifade ettiğinin’  ve bu Âlem için  ‘ne kadar önemliolduğunun’  bilincine ulaşabilmek de insanlığı bu Âleme yaklaştırır.

Bu yazıda incelenen konuların daha derin ayrıntıları  ve insanın kâinattaki varoluş gizemine dair yanıtlar Antroposofi –Tin bilim bilgeliğinde bulunabilir.

Bülent Akan