EXCALIBUR… Yüzyıllar önce, karanlık çağlarda ortaya çıktığı öne sürülen müthiş bir efsanesidir kendileri. Aslında kılıcın imalatı, dünyanın gençlik yıllarına periler çağına ve her şeyin bir bütün olduğu döneme dayandırılır. Büyücü Merlin, Kral Arthur ve efsanevi kılıç; kudretin kılıcı, Excalibur… Kısaca efsaneyi şöyle özetleyebiliriz: Konu Britanya’ nın karanlık çağlarında geçer. Bir sürü grup çatışmakta, hâkimiyet kurmaya çalışmaktadır. En tehlikeli ve barbarları da Saxonlardır. Romalılar bile burnunu sokmuştur o karışıklığa. Ülkenin dirliği ve barış için herkesi birleştirecek bir krala ihtiyaç vardır. İşte böylece efsane başlar. Aynı zamanda çok tanrılı dinler döneminin bitişi ve tek tanrılı dinlere geçiş de söz konusudur. Gölün leydisi (gölün tanrıçası) tarafından krallara hizmet etmesi için Büyücü Merlin’e teslim edilen Excalibur esas güç noktasıdır ve yine sahneye çıkmıştır. Kılıcın en bilinen efsanevi kralı ise Kral Arthur’dur.

Bu konuyla ilgili çok yazılıp çizilmiş ve çeşitli şekilde senarize edilerek birçok filmi çevrilmiştir. Bunlardan en çok öne çıkanlar ‘Kral Arthur’, ‘Avalon’un Sisleri’ ve tabii ki 1981 yılı John Boorman yapımı ‘Excalibur’. Şimdi efendim, bu filmlerde detaylar ve hikâyeler farklılık göstermektedir. Ama kişiler aynıdır. Senaryolara göre kahramanların rolleri ve ortaya çıkışları farklılık gösterir. Şövalyelik ruhu esastır, mistir. Ama hepsinde de kılıcı taştan çıkaracak bir babayiğit bulma durumu söz konusudur. Çünkü sadece gerçek kral bu kılıcı o taştan çekip çırabilir. Herkes var gücüyle, canla başla uğraşır kılıcı çıkarmak için ama nafile uğraşlardır hepsi de. Sadece seçilmiş olan kişi için bu iş çocuk oyuncağıdır. Parmağının ucuyla bile tutup çekebilir kılıcı. Yani bizdeki Mehmet Paşa çıktı taşa, taş yarıldı baştanbaşa gibi bişeydir… Merlin de sağda solda uygun kralı arar durur. Önce buldum sanıp Kral Uther’e verir. Uther’e torpil geçmiştir aslında ama onun esas oğlan olmadığı kısa süre sonra ortaya çıkar, yani takke düşer kel görünür.

Hani bazı kadınlar der ya ‘beni taşıyabilecek bir erkek lazım’ diye. İşte Excalibur için de bu laf aynen geçerlidir. Onu taşıyabilecek bir aslan parçası gerekmektedir. Yani seçilmiş kişi onu taştan çıkardıktan sonra elinden kapıp kaçsanız bile hiçbir işinize yaramaz demektir bu. Neden? Çünkü onun gücünü kaldıramazsınız da ondan. Siz seçilmiş kişi misiniz? Hayır. E o zaman ne diye kapıp kaçıyorsun kardeşim kılıcı ver bakim onu geriye deyip, mosmor ediverirler adamı aman ha. O yüzden siz siz olun sakın yapmayın böyle bir şey.
Uther’in esas oğlan olmadığı anlaşılınca, o da kılıcı bir kayaya saplar. Uther seçilmiş olan değildir ama bilinçli ve ahlak sahibidir aynı zamanda. Ve günün birinde onun oğlu kral Arthur gelir kılıcı çekiverir taştan. Eee ne de olsa seçilmiş olan o, herkesin ağzı bir karış açık kalır tabii. Bir şenlik bir bayram. Sonunda ülkeyi birleştirici kurtarıcı kral bulunmuştur.

Şimdi, buraya kadar genelde aynıdır. Hepsinde de ana tema sevgi, dürüstlük ve adalettir. Bundan sonra senaryolarda çeşitlilik başlar.

Kral Arthur… Yapımcılığı Jerry Bruckheimer, yönetmenliği ise Antonie Fuqua’ya ait olan film, 2004 yapımıdır. Daha çok tarihi macera gibi düşünülmüş olup, bunun da yapımcının yorumu olduğu zaten filmin başında ve afişinde belirtilmektedir… Fantastik yanı pek yoktur. Yani aslında sadece efsaneden yola çıkılmış, kahramanları kullanılmış, kanlı canlı bir savaş filmidir o kadar. O nedenle pek üstünde durmayacağım. Ama ne yalan söyleyeyim savaş filmi sevenler için güzel film şimdi Allah için. Çekimler, figürasyon filan harika. Ama benim kanım pek ısınmadı açıkçası. Buram buram İngiliz şovenizmi rüzgârları estirmişler.

Avalon’un Sisleri’nde mistisizmi çok kullanmışlar. Yönetmeni Uli Edel olup, 2001 yapımıdır. Film, bu efsanenin perde arkasındaki bilinmeyenleri ve en hakiki gerçekleri biz açıklayacağız diyerek adeta Uğur Dündar edasıyla başlamaktadır. Asıl kurulacak krallık Camelot’dur bilindiği üzere. Burada ise Camelot’un olduğu yerde başka bir boyutta Avalon diye tanrıçanın yaşadığı bir ülke (periler ülkesi) vardır. Bu tanrıça ve ekibi her şeye burnunu sokar, Camelot’u kurtaralım diye olmadık işler yaparlar ve sonunda bütün işleri arap saçına çevirdikten sonra da ay pardon deyip sen sağ ben selamet kenara çekiliverirler (kendi ekibi de fire vermiyor değil ama). Bu arada bu da çok güzel bir film, belirtmekte fayda var.

Şimdi bu konuyla ilgili öne çıkan bu ciddi üç eserden başka, bir de 1975, Terry Gilliam yapımı, Monty Python serisinden, absürtlük sınırlarını zorlayıcı, Monty Pyton and the Holy Grail var ki, süper koparıcı bir komedi. Bundan bahsetmemek olmaz. Efsaneyi bilerek izlemek lazım tabii ki. Tüm karakterler ters yüz edilmiş, efsane efsanelikten çıkmış, baştan sona saçmalık ve feci absürtlük kasırgaları estiren, gülmekten insanın karnına ağrılar saplatan bir film. Yani abartıp, gülmekten altınıza kaçırmamak için bu filmi tuvalette izlemek lazım bile diyebilirim.

Bir de Büyücü Merlin diye yönetmenliği Steve Barron’un yaptığı, 1999 yılı yapımı, Merlin’ in sözde hayatını anlatan bir film var ama ona hiç girmeyeceğim. Çünkü gerçekten çok kötü. Merlin’ in doğumu ve hayatı anlatılıyor ama komik denebilecek sahneleri çok.

Gelelim John Boorman’ın Excalibur’una. Beni en çok etkileyen ve efsanenin özüne en yakın bulduğum bu filmdir. Önce Merlin’i anlatmak gerekir. Merlin çok kafa bir adamdır esasında. Oy Merlinim Merlinim diyesi gelir insanın. “Elindeki kurabiyeye bakmak geleceğe bakmak gibi bir şeydir, tadına bakmadan ne olduğunu bilemezsin” gibi özlü sözler filan söyler. Ne insandır, ne tanrıdır, büyü filan yapar ama öyle her şeyi zırt pırt büyülemez. Yani prensip sahibidir aynı zamanda. Nerde yatar nerde kalkar bilinmez. Çağırınca ve eğer canı istiyorsa çıkar gelir. Bazen de çağırmadan münasebetsiz zamanlarda çıkar gelir ama o zamanlar pek hayra alamet olmayan zamanlardır genelde, arkasında bir hinlik beklemek gerekir. Bir de ejderhası vardır. Çok şeker bişey. Merlin’in sözünü dinler hep. “Üfle” der Merlin, bir üfler her tarafı sis bürür, göz gözü görmez, ama sihirli bir sistir, ortamdaki herkes büyüleniverir. Genelde savaş sahnelerinde üfletir ejderhasını.

Şimdi efendim bu film Lord Uther ile başka bir Dük arasındaki kanlı savaşla başlar. Uther ile bizim Merlin kankadır o dönemde ve Merlin, Uther’e Excalibur için söz vermiştir. Kılıcı, ‘öldürmek için değil, yaraları sarmak amacıyla yani barışı sağlamak üzere’ kullanması şartıyla Uther’e verir de kılıcı. O da hemen Dük ve adamlarına kılıcı gösterir ve kendine katılmasını ister. İşte burası çok güzeldir. Dük, Uther’in krallığına katılırsa karşılığında ne alacağını sorar. Bir fedakârlık gerekmektedir. Evrendeki her şeyde olduğu gibi aldığına bir karşılık vereceksin ve hatta aldığını da paylaşmak üzere alacaksın. Neyse çokbilmişlik taslamadan devam edelim… Bunun üzerine Uther de Düke nehrin aşağısındaki toprakları vaat eder ve ateşkes ilan edilir. O akşam Dükün şatosunda kutlama yaparlar. Dük, karısı Igrayne’den askerlere dans etmesini ister, işte ne olursa o zaman olur. Edepsiz Igrayne öyle bir dans eder ki herkesin aklını başından alır, tabii ki en başta Uther olmak üzere.

Uther, Igrayne’e göz koyar ve ona ne pahasına olursa olsun sahip olmak ister ve tabii ki bu namus davasıyla birlikte de, kurulması çok kanlı bir şekilde yıllarca süren barış, bir gecede yok olur ve savaş yeniden başlar. Başlar ama Igrayne, Uther’in aklından çıkmaz bir türlü ve Merlin’den bir geceliğine bile olsa onunla birlikte olabilmek için büyü yapmasını ister. Merlin’in kafası bozulmaya başlar bu işe ama pek sesini çıkarmaz ve yine bir şart koşar; bu birlikteliğin meyvesi olacak çocuk kendisine verilecektir (aslında sınavdır bu Uther için ama bizimki tın tın, anlamaz). Gözü Igreyne’den başka bir şey görmeyen Uther hiç düşünmeden “tamam” der ve böylece kendi yazgısını da değiştirip Arthur’un efsanesini başlatacak olan ilk adımı atmış olur. Merlin ejderhayı uyandırır ve büyüyle Uther, dükün kılığına bürünerek saraya girer ve Igrayne ile kızı Morgana’nın gözü önünde sevişir. Bir tek Morgana anlamıştır onun babası olmadığını çünkü onun da sihirli yetenekleri vardır. Aynı anda dük ise Uther in askerleriyle savaşırken ölür. Böylece Igrayne de, şatosu da, her şeyi Uther’a kalır. 9 ay sonunda çocuk dünyaya gelir ve tabii Merlin de çocuğu almak üzere ortaya çıkar ve alır da. Bilin bakalım bu çocuk kim olacaktır? Tabii ki Kral Arthur’un ta kendisi. Uther bebeği Merlin’e vermek istemez. Yaptıklarından pişmanlık duyacağı yerde üstüne üstlük Merlin’le anlaşmasını da bozmaya kalkıştığı için seçilmiş kişi yazgısı onun elinden alınır. Merlin bebeği alıp gider, Uther peşinden gitmek isterken tuzağa düşürülür ama her nasılsa ölmeden önce aklı başına gelir ve Excalibur’u kayaya saplar.

Derken efendim yıllarca kılıcı çıkarmak için nice baba yiğitler uğraşır ama nafile. Hiç kimse başaramaz kılıcı çıkarmayı. Sonra tıfıl bir çocuk gelir ve tesadüfen çıkarıverir kılıcı yerinden, tabii Merlin de anında ortamda bitiverir. Bu kişi kimdir? Elbette ki Arthur’dan başkası değildir.

Artık Arthur, kral olmuştur. Vee sahneye şıllık Guenevere çıkaarrrr. Guenevere tam dayaklık bir tiptir aslında, bööyle meymenetsiz, baygın baygın bakışları vardır. Arthur onun nesini beğenmiş ki sanki… Keşke başkasını oynatsalarmış. Neyse Arthur Guenevere ile evlenmek ister. Bu arada saraya da bir masa lazımdır. E tabi onca şövalye nereye oturacak. Bir sürü mobilyacı gelir masalar gösterirler. Arthur şöyle avantgarde değişik bir şey ister en sonunda yuvarlak olanında karar kılar. Böylece masanın bir başı ve sonu olmayacağı için kendisi de dâhil olmak üzere herkes eşit olmuş olacaktır.

Daha ortaya aslan parçası Sir Lancelot çıkmamıştır. Arthur’un şövalyelerini yabancı bir şövalye feci halde pataklamaktadır. Henüz yeryüzünde kimse yenememiştir onu. Arthur bıkar bu adamdan. Eeee yeter artık görürsün sen gününü der ve kendi çıkar karşısına. Ama karşısındaki yabancı şövalye feci bir şeydir. Arthur çok öfkelenir, öfkelendikçe de dikkatini toplayamaz çok kötü dövüşür ve ilk önce hırsına yenik düşer sonra da bu şövalyeye… Öfkeden deliye dönen Arthur’un gözü adeta hiçbir şey görmez ve yenileceğini anlayınca Excabur’dan gücünü göstermesini ister ve sonra tek bir darbeyle bu şövalyeyi yener. Yener ama olan da olur, yani öfkeyle oturan zararla kalkar vee Excalibur o son darbeyle kırılır. Yaaaaa… Hepimiz şoka gireriz amanın şimdi nolucak peki diye. Merlin çıkar hemen sahneye, şok içindedir o da, “iyi halt ettin kırılmayacak olanı kırdın ne yaptın terbiyesiz şey, seni gidi seni” der. Kılıcı kendi egosuna yenik düştüğü için, hile yaparak bir kahramanı yenmeye çalıştığı için kırdığını anlayan Arthur çok pişmandır (bu da bir sınavdır aslında). Ancak aklı başına gelip de ne yaptığını anlayınca, ben aslında tek başıma bir hiçim der ve duyduğu içten pişmanlık nedeniyle mucize gerçekleşir; affedilir ve kılıç gölün leydisi tarafından sihirli 404 ile yapıştırılmış olarak sapasağlam bir şekilde Arthur’a geri verilir. Arthur ile Merlin bir sevinir bir sevinir ki sormayın. Lancelot ve Arthur bu olaydan sonra kanka olur.

Arthur onu saraya götürür veee Lancelot ile şıllık Guenevere birbirine ilk görüşte âşık olur. İşlerin sarpa saracağı andır işte bu. Ancak Lancelot çok erdemli olduğundan aşkını kalbine gömer ama bir gece şıllık Guenevere onu baştan çıkarır ve birlikte olurlar. Arthur onları sarılmış bir halde uyurken görür ama ikisine de zarar veremez ve yıkılmış bir halde kılıcını orada bırakır eve döner.

Bu arada Merlin ne yapmaktadır? Artık Morgana’nın sahneye çıkma vakti de gelmiştir. Arthur’un üvey kardeşi olan Morgana da kafayı Merlin’le bozmuştur. Artık perilerin devrinin dünyada sona erip, insanların devrinin başladığını söyleyerek geldiği yere dönmeye karar veren Merlin’i, aynı gece kafalar ve iyi bir büyücü olabilmesi için bildiklerini öğretmesini ister. Merlin “tamam” der. Hatta ejderhayı çağırmayı bile öğretir ve onu ejderhanın sarayına götürür. Ama bu feci olur işte çünkü Morgana zaten güçlü bir cadıdır, bu sihri de öğrenir öğrenmez Merlin’i sihirle hapseder. Hemen koşar abisi Arthur’a, Guenevere kılığına girerek, onunla sevişir ve abisinden hamile kalır. Bu arada ülke sefalet ve kargaşa içine düşmüştür. Kral bezgin bezgin sarayda pineklemektedir, burnunun üstündeki sineği kovalayacak hali yoktur. Kılıcı da yoktur, sırrını ve verdiği sözü de unutmuştur. Bir miskin olmuştur artık o. Kral olmak demek: ‘Sen bu ülke olacaksın, bu ülke de sen’ diye Merlin ona öğretmiştir zamanında ama şimdi her ikisi de sefalet içine düşerek bu laftaki ikilinin nasıl birlikte çalıştığını göstermektedir. İşte burada başka bir efsane, kutsal kâse devreye sokulur. Bu filmdeki değişiklik de bu ama bu kadarcık olur artık. Şövalyeler işsiz güçsüz oturmasın diye Arthur onları kutsal kâseyi aramaya yollar ülkenin her bir yanına.

Cadı Morgana da nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirmiştir ve onu babasına karşı pişpikleyip durarak yetiştirmektedir. Çocuk tam bir psikopata dönüşmüştür. Morgana da büyüyle filan çocuğu daha bir güçlendirip takviye etmektedir. Şövalyeleri de kutsal kâseyi ve sırrı vericem deyip deyip kandırmaktadır. Hepsi telef olmuştur. Bir tek Sir Perceval kalmıştır geriye. O yenilmez Morgana cadısına. Saftır çünkü ama o da kendi korkularıyla yüzleşmek zorundadır bu arada. Bu da onun derslerinden biridir. Sabrı ve saflığını koruyabilmesi sayesinde sınavı geçen Perceval, kâseyi de sırrı da kaptığı gibi krala götürür. Krala kâseden sırrını içirir ve tek ülke tek kral mottosunu hatırlatır. Kral son seferi için ordunun başına geçer. Ama bir işi daha vardır. Af dilemek için Lancelot ve Guenevere’i bulmalıdır. Guenevere kendini kiliseye vermiş ve rahibe olmuştur. Arthur onu bulur birbirlerini affederler. Böylece Arthur, kendine en derin acıları tattıran kişiyi affetmekle kalmayıp üstüne üstlük ondan af bile dileyerek bambaşka bir erdem göstermiştir. Tabii yine mükâfatlandırılacaktır. Neyle? Eh tabii ki Excalibur’la. Guenevere bunca yıl onu saklamıştır. Artık o bir şıllık değildir. Kılıcı Arthur’a verir.

Ya Merlin? Arthur yeniden görevinin başına dönüp Merlin’i çağırmaya başlayınca esir olan Merlin sadece hayal olarak görülebilmeye ve konuşmaya başlar. Bunu Morgana’ya da yapar ve onu kandırarak ejderhanın sihrini bir kere daha kullandırır ama bu sefer o Morgana’yı etki altında bıraktığı için Morgana sihrin dozunu kaçırır ve sislerin arasında gerçek yüzü ortaya çıkar oğlu bile onu tanıyamaz ve “amanın sen de kimsin, nerden çıktın” diyerek annesini boğarak öldürür. Ee ne demişler, sihirde bile azı karar çoğu zarar…

Şimdi ülkeyi yeniden birleştirmek için son bir savaş kalmıştır. Arthur son savaşını kiminle verecektir. Tahmin edileceği üzere oğlu Mondred ile… Zor bir savaş olacaktır. Ama yenilmez şövalye Lancelot’un da, “Allah Allah savulun bre” diyerek son anda kankasının yanına gelmesiyle Arthur bu savaşı kazanır. Görevi bitmiştir artık. Ancak er meydanında son olarak oğluyla karşı karşıya kalırlar. Baba oğulun birbirini öldürdüğü sahne çok etkileyicidir. Ve ölmek üzere olan Arthur kılıcı, en son sağ kalan şövalye Perceval’a emanet eder, gölün leydisine teslim edilmek üzere…

Daha çok detay ve çok güzel öğretiler var bu öykünün içinde ama fazla uzatmak istemedim. Mesela güven, mesela cesaret, sadakat, bağlılık, arzu ve pişmanlık, koşulsuz sevgi… Her izleyen kendisi daha güzel detaylar bulacaktır. Müzikleri de ayrıca çok güzel bir bütünlüğe sahiptir. Benden bu kadar. Filmi de anlatmış oldum ama yine de izleyin derim yani…

Evet, hepimiz doğuştan kalbimize saplanmış bir Excalibur ile doğuyoruz ve hepimiz kendi hayatımızın, kendi krallığımızın seçilmiş kişisiyiz aslında. Tek yapmamız gereken, zamanı geldiğinde yüreğimizdeki Excalibur’u çekip, içimizdeki ejderhayı serbest bırakmak ve hayatımıza sahip çıkmak. Egomuza da, “de git başımdan” diyerek, her şeye karşı dürüstlüğümüzü ve adaletimizi koruyarak, kudretimizi hileye ve sahtekârlığa asla başvurmadan, daima iyilikten yana ve sevgiyle kullanmak kılıcı…

Peri Aksakoğlu

Yazarımızın biyografisi elimizde mevcut değildir.