“Cennet” denilince aklımıza neler gelir? Bu kavrama dair referansımız nedir?

Daha minicik iken tanışırız bu kavramla, ölen büyüklerimizin gittiği yer olarak çıkar karşımıza. Sonra büyüdükçe farklı bilgiler de ediniriz hakkında… Nereden mi? Tabii ki Semavi Dinlerin kitap ve ulemalarından. O zaman biz de oradan başlayalım araştırmamıza.

Başlarken şunu belirtmek isterim ki amacım her hangi bir dini yüceltmek ya da yermek veya onları birbiri ile karşılaştırmak değil! Odaklandığım konu cennet kavramı! Bu sebeple dilerim yazdıklarım, inançlar ile karşılaştırılmak yerine üzerine düşünülecek satırlar olarak algılansın. Kim neye inanmak istiyorsa özgürdür karışmam. Yazılı düşünmeye ve paylaşmaya devam.

Önce ilk kitap; TEVRAT!

Tevrat’ın “Yaratılış” kısmında cennet açık adresi verilen bir yer olarak geçiyor:

Sonra Rab Allah, doğuda, Aden’de bir bahçe dikti ve yapmış olduğu adamı (Adem) oraya koydu. Ve Rab Allah, görünüşü güzel, yemişi iyi her çeşit ağacı, ve bahçenin ortasında hayat ağacını ve iyiliği ve kötülüğü tanıma ağacını bitirdi.

Bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıkıyordu; ve oradan dört kola bölünüyordu. Birincinin adı Pişon’dur, Havla ülkesini kuşatan budur; burada altın vardır. Ve bu ülkenin altını saftır ve burada ak günnük ve akik taşı bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon’dur; Kuş ülkesini kuşatan budur. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir; Asur’un doğusundan akan budur. Ve dördüncü ırmak Fırat’tır. Rab Allah adamı aldı ve onu, Aden’in bahçesine onu işlemesi ve onu koruması için koydu.

Dicle ve Fırat halen daha aynı adla andığımız ırmaklarımız olunca insan düşünüyor; acaba bahsi geçen topraklar Mezopotamya mı? Eski Yunanca’da ‘iki nehir arasındaki yer’ anlamına geliyormuş bu kelime. cennet ise 4 nehir arasında. Neyse, nerede olduğunun çok da önemi yok ama bahsedilişinde kullanılan unsurlar maddi, demek ki elle tutulur, içinde gezilir bir yer bu cennet ve bir bahçe olarak niteleniyor ilk kitapta; ağaçlar, yemişler var ve bir de yılan çıkıyor ortaya anlatımın devamında “cennetten kovuluş” adlı bölümde. Nedense bu bölüm Kur’an’da insanı caydırıcı olarak “yılan”ın yerine “şeytan” konularak anlatılmış.

Ama Kur’an’a geçmeden önce İncil’e bakayım dedim ve kitaba vakıf bir büyüğüme danıştım, İncil’de cennet nasıl tarif edilmiştir diye? Aldığım cevap ilginç geldi:

İncil’de cennet tasviri bulunmaz! Cennet Yerine,“Göklerin Egemenliği”sözü kullanılır. Ancak “Göklerin Egemenliği” kavramını insansı düşüncenin anlayamayacağı ifade edilir. Sadece bir yerde, “Babamın evinde meskenler vardır. Size yer hazırlamaya gidiyorum. Olmasaydı size söylemezdim.” sözü geçer. Daha doğru bir ifadeyle, Kur’an’da (belki de Tevrat’ın bazı ayetlerinde) kullanılan Dünyevi deyimler, “huriler, bal akan ırmaklar, altından kaseler vs..” deyimleri İncil’de geçmez. Hatta tam aksine, “Ben size dünyanın diliyle konuşmam. Zira siz dünyadan değilsiniz. Bu yüzden dünya sizi kabul etmez…” gibi sözler yer alır. Kısaca “cennet” deyimi kullanılır ama “cennet tasviri” yapılmaz İncil’de. 

Sevgili Timur Ağabeyimin verdiği bu bilgi üzerinde biraz düşününce şaşkınlığım geçti; zira İncil diğer iki kitap gibi vahyedilmiş bir kitap olmadığından konuyu farklı ele alması doğal geldi… İncil’i toparlayan Roma’lılar cenneti tasfir etme işini hayal gücümüze bırakmışlar.

“Cennet” kavramı söz konusu olduğunda en verimli kitap, Semavi Dinlerin sonuncusunu anlatan Kur’an’ı Kerim. Baksanıza nasıl da detaylı bilgi veriliyor:

(Bakara-25) İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır.

(Ali İmran-15) (Resûlüm!) De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.

(Tevbe-72) Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.

(Hud-23) İnanıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalırlar.

(Rad-23) (O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır.

(Kehf-31) İşte onlara, alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerine kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın dîbâdan yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!

(Hacc-23) Muhakkak ki Allah, iman edip iyi davranışlarda bulunanları, zemininden ırmaklar akan cennetlere kabul eder. Bunlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler. Orada giyecekleri ise ipektir.

(Lokman-8) Şüphesiz, iman edip de güzel davranışlarda bulunanlar için, nimetleri bol cennetler vardır.

(Lokman-9) Orada ebedi kalacaklardır. Bu, Allah’ın verdiği gerçek sözdür. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.

(Fatir-33) (Onların mükâfatı), içine girecekleri Adn cennetleridir. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Orada giyecekleri elbiseleri de ipektir.

(Saffat-41) Bunlar için bilinen bir rızık vardır.

(Saffat-42) (Türlü türlü) meyveler vardır. Ve onlar ağırlanırlar.

(Saffat-43) Naîm cennetlerinde .

(Saffat-44) Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.

(Saffat-45) Onlara pınardan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır.

(Saffat-46) Berraktır, içenlere lezzet verir.

(Saffat-47) O içkide ne sersemletme vardır ne de onunla sarhoş olurlar.

(Saffat-48) Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş, iri gözlü eşler vardır.

(Saffat-49) Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.

(Sad-51) Onlar koltuklara yaslanıp kurularak orada bir çok meyveler ve içecekler isterler.

(Sad-52) Yanlarında, eşlerinden başkasına bakmayan, kendilerine yaşıt güzeller vardır.

(Sad-53) İşte, hesap günü için size vâdolunan şeyler bunlardır.

 

(Duhan-52) Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar.

(Duhan-53) İnce ipekten ve parlak atlastan giyerek karşılıklı otururlar.

(Duhan-54) İşte böyle. Bunun yanısıra biz onları, iri gözlü hûrilerle evlendiririz.

(Duhan-55) Orada, güven içinde (canlarının çektiği) her meyveyi isterler.

(Muhammed-15) Müttakîlere vâdolunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Rablerinden de bağışlama vardır. Hiç bu, ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?

(Tur-19) Onlara: Yaptıklarınıza karşılık âfiyetle yeyin,için (denilir).

(Tur-20)” Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak”Onları,ceylan gözlü hûrilerle evlendirmişizdir:

(Tur-23) Orada karşılıklı kadeh tokuştururlar, ama burada (içki yüzünden) ne saçmalama vardır ne de günaha girme.

(Rahman-56) Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş güzeller var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.

(Rahman-70) İçlerinde huyu güzel yüzü güzel kadınlar vardır.

(Rahman-72) Otağlar içinde sahiplerine tahsis edilmiş hûriler vardır.

(Rahman-74) Bunlara onlardan önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.

(Rahman-76) Yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel döşemelere yaslanırlar.

(Vakia-18) Maîn çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.

(Vakia-19) Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.

(Vakia-20) (Onlara) beğendikleri meyveler,

(Vakia-21) Canlarının çektiği kuş etleri,

(Vakia-22) İri gözlü hûriler,

(Vakia-23) Saklı inciler gibi.

(Vakia-24) Yaptıklarına karşılık olarak (verilir).

(Vakia-28) Düzgün kiraz ağacı,

(Vakia-29) Meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları,

(Vakia-30) Uzamış gölgeler,

(Vakia-31) Çağlayarak akan sular,

(Vakia-32) Sayısız meyveler içindedirler;

(Vakia-33) Tükenmeyen ve yasaklanmayan.

(Vakia-34) Ve kabartılmış döşekler üstündedirler.

(Vakia-35) Gerçekten biz hûrileri apayrı biçimde yeni yarattık.

(Vakia-36) Onları, bâkireler kıldık.

(Vakia-37) Eşlerine düşkün ve yaşıt.

(Nebe-31) Şüphesiz takvâ sahipleri için de başarı ödülü vardır.

(Nebe-32) Bahçeler,bağlar,

(Nebe-33) Göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar,

(Nebe-34) Ve içki dolu kâse(ler) .

(Nebe-35) Onlar orada ne boş bir lâkırdı ne de yalan işitirler.

(Nebe-36) Bunlar Rabbinin yeterli bir bağışı, mükâfatıdır.

Nasıl ama, bu tarifleri okuyunca insanın hemen gidesi geliyor değil mi…

Cennet öyle bir tarif edilmiş ki, sanki günümüz SPA’larının Tayland ya da Filipinler’de açılmış versiyonu; inciden, atlastan kıyafetler, süt, sarhoş etmeyen şarap, süzme bal akan çeşmeler, nehirler, bakire, tomurcuk göğüslü huriler içinde sonsuz sefa… Biraz fazlaca erkek cenneti yani bana kalırsa… Ama işin bu kısmı başka bir konunun inceleme alanı, o da YİN ve YANG dengesi, Semavi dinler öncesi Dünya’mız üzerinde hakim olan YİN (Dişi) enerjinin YANG (Eril) enerji tarafından bastırılışı ve insanlığın evrimsel olarak ileri giderken düşünsel olarak gerileme dönemi.

Neyse ki o çağın sonuna geldik. Artık elimizde Kuantum Fiziği var. Ve bazılarımıza çok karışık gelen bu yeni bilim bize diyor ki “bütün olasılıklar aynı anda var”. Yani şimdiye kadar düşleyebildiğimiz, inandığımız Tanrı anlayışından çok daha ötesine işaret ediyor bilim!

BÜTÜN OLASILIKLARI AYNI ANDA ÖNÜMÜZE KOYAN VE SEÇİMİ BİZE BIRAKAN BİR YARADANIMIZ VAR!!!

Yani; “YAŞADIĞIMIZ HERŞEYİN AYNI ZAMANDA SORUMLUSUYUZ DA!!!”

Ve yine kuantum fiziği sayesinde anlıyoruz ki, kendisi öyle sanıldığı gibi Evren’in dışında bir köşede oturmuş bizlere ceza ve ödül vermeyi bekleyen ak sakallı bir dede değil! Bizzat her olanın kendisi O! Evren O! Var olan her şey O! Bizler de onun suretleri, tıpkı Kutsal Kitaplarda söylendiği gibi;

Tevrat Tekvin bap 1: 26:

“Allah yeri, göğü, yıldızları, bitkileri hayvanları yarattıktan sonra dedi: ‘Suretimizde benzeyişimize göre insan yapalım! O yeryüzünde her şeye hâkim olsun.’ Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı ve onları erkek ve dişi olarak yarattı.”

Bu paragrafın ana fikri, O’nun suretleri olarak, düşündüklerimizi olduruyoruz! Tek fark, bizim zaman tamponu denen bir boyutta işleri algılıyor olmamız, yani anında olduramamamız.

Bu noktada Kuantum Fiziği’nin birazcık daha içine girmek gerekiyor, özüne! Keşfedilen ve halen daha işleyişi anlaşılmaya çalışılan şu ki, maddenin en küçük parçası sandığımız atom ve moleküllerden de küçük parçacıklar var ve bunlara kuark adı veriliyor. Bilim insanları bu keşfi yaptıktan sonra kuarkları gözlemlemeye kalkışıyorlar ve fark ediyorlar ki kuarklar gözlemleyen kişinin niyetine göre hareket edebiliyorlar. Yani her bir atom ve molekül kendisini oluşturan kuarklar sayesinde gözlemleyen bilincin yönlendirmesi ile maddeyi oluşturuyor. Kendi başlarına iken sadece potansiyel bilgi olarak varlar, ne zaman ki bir bilincin müdahalesine maruz kalıyorlar ilgili maddeyi canlandırıyorlar.

Daha basit bir ifadeyle; Yaradan atom ve moleküllerin içine sonsuz olasılığın gerçekleştirilebileceği bir lego sistemi kurmuş ve -alın ne istiyorsanız yapın, ben de sizinle birlikte oynanıp deneyimleyeyim demiş. Bunu üstü kapalı bir şekilde şöyle söylüyor Kur’an:

Kur’an Enam 73:

Gökleri ve yeri gerçekle yaratan O’dur ki ‘Ol’ dediği gün (an) hemen olur; sözü gerçektir.

Dünya’da işler pek böyle yürümüyor değil mi? Hemen hepimiz The Secret adlı filmi izledik. Bahsedilen çekim yasası bu özelliğimiz kullanmayı öğretmeyi amaçlıyordu. Peki diyelim ki ben bu yasayı kullanmayı öğrendim ve ne istesem hayatıma çekiyorum. Sonu nereye varacak? Amacı ne? Oturdum hayalimde araba kullandım, hissettim direksiyonu, yolu, bir de bakmışım gerçekte arabayı almışım iki ay geçmeden. Araba, ev, güzel eş, çocuklar, doğal besinler, bankada kabarık hesap, hepsini çektim diyelim, yeter mi? Bunlar ruhumu mutlu kılabilecek unsurlar mı? Ruh denilen varlık bunun için mi oluşmuş? Ya da farklı sormak gerekirse, bizler Ruhumuzu tatmin etmek için mi yaratıldık bedenlerimizi tatmin etmek için mi?

Bence durum şöyle, ruh cennet ya da bulunduğu ortamın adı her ne ise orda iken var oluşunu deneyimlemek istiyor ve bedenleniyor. Gidip bir iyi aile babası olayım bakalım nasıl bir şey diyor mesela, ya da bir seri katil olayım bu defa diyebiliyor. Tıpkı gençlerimizin bilgisayar başına oturup başka başka kimlikler ile sanal alemde oynadıkları oyunlardaki gibi.

Her oyunun kendi kuralları ve seviyeleri var, bazısı çok kısa sürüyor. Mesela bir ruh 5 yaşındaki bir çocuk olup trafik kazasında ölmeyi deneyimlemek için gelirken onun annesi olmayı deneyimlemek isteyen bir ruh da karşısında oluyor. Aslında hepimiz aynı sahnede oynuyoruz ve seyirciler de biziz aslında. Sürekli rol değiştiriyoruz Dünya denen oyun sahamızda ama yakında bu oyunun sonu geliyor.

Ruh konusunda da bir algı bozukluğumuz söz konusu. Ruhu bedenin içinde sanıyoruz. Oysa ki son dönem bilgiler gösteriyor ki beden, ruh denen; engin, sonsuz, sınırsız varlığın maddi alemdeki küçük bir yansımasından ibaret. Bir çeşit televizyon ekranına yansıyan görüntü gibi beden, yayını yapan ruh; aradaki çeviriyi yapan da beyin.

Ve bana kalırsa bir ruhun doğası mutluluktur! Nerden mi çıkarıyorum? Maharaj’ın aşağıda paylaştığım “mutluluk” tanımını okuyorum ve gözümün önüne gelen tek bir varlık oluyor o da bir çocuk!

MUTLULUK : Boş olma, anılar ve beklentiler kargaşası içinde olmama deneyimi. Hiçbir şey olma, hiçbir şey bilme, hiçbir şeye sahip olma. Sahip olmaya değer tek mutluluk budur. Gerçek mutluluk bir nedene dayanmaz ve bir uyarımın bulunmayışı ile de kaybolmaz. O kederin karşıtı değildir. O tüm keder ve ıstırabı da içerir.

Zevk (haz), şeylere bağımlıdır, mutluluk ise değil. Mutlu olmak için şeylere ihtiyacımız olduğuna inandığımız sürece onların yokluğunun da bizi perişan edeceğine inanırız. Zihin kendisini daima inançlarına göre şekillendirir.

İşte insanın mutluluğa itilme ihtiyacı içinde olmadığına tam tersine hazzın bir dikkat dağıtıcı, bir huzur kaçırıcı olduğuna , çünkü insanın mutlu olmak için bir şeylere sahip olması, bir şeyler yapması gerektiği yanlış inancını güçlendirdiğini, oysa durumun bunun tam tersi olduğuna, kendini ikna etmesinin önemi bundandır… “Şimdi mutluyum” diyen insan, geçmiş ve gelecek iki keder arasındaki insandır. Bu mutluluk sadece acıdan kurtulmuşluğun heyecanıdır. Gerçek mutluluk ise “ben” ile hiç mi hiç meşgul olmayan bir mutluluktur.  MAHARAJ

İşte burada anlatılan durumdur ruhun doğası, Dünya’da bedenlendiğinde “ben” kelimesi ve bilinciona öğretilene kadar da aynen bu “ruh hali”nde kalmaya devam eder. Ne zaman ki egosu gelişmeye başlar o zaman algısı da değişir. Ruhunun içinde bir yerlerde saklandığı aslolanın bedeni ve Dünya olduğu inancına kapıldığında ise doğal mutluluk durumundan koşullara dayalı mutlu olmak haline geçer. Şuyum var mutluyum, bunu aldım mutlu oldum.

Mutlu olmak isteyen egodur, doğası gereği hep mutlulukla var olan ise ruh!

Koşulsuz gülümseyen varlıktır bizi Dünya’ya yansıtan.

Ama biz onun farkında değilizdir çoğu zaman, maddi illüzyona kanarız, beyinlerimizin 5 duyu organı ile karşımıza “gerçek” olarak koyduklarına kapılır ve unuturuz asıl gerçeği.

Çok ama çok şey anlatan Avatar filminden bir sahne geliyor aklıma bu noktada; “topraklarından ayrılmaları için onlara ne önereceksiniz diyor Jack Sully; bira mı, hamburger mi, kot pantolon mu? Bizde istedikleri hiçbir şey yok! Bunların hiçbiri umurlarında değil!” diye ekliyor… Cümle tam olarak böyle olmasa da Navi’lerin yaşam biçiminin Dünya’daki hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını Doğa ile baş başa ve mutlu olabilineceğini çok güzel özetliyor. Tıpkı bir zamanlar Kızılderililerin olduğu gibi.

Acaba sizin “Avatar”ınız kim? Ruhunuz olmasın…

– Kerem konu cennet değil miydi nereye getirdin bizi dediğinizi duyar gibiyim. Ama tam da o noktaya geldik şimdi. O filmi izlerken kaç kişi Pandora’yı cennet ile özdeşleştirip orada kalmak istedi dersiniz?

Peki hiç düşündünüz mü, şimdi, şuan, o hepimizin gitmeye can attığı, her kaybettiğimiz insan oraya gitsin istediğimiz cennette olsanız ne yapardınız?

Düşünün; orada, PARA YOK! DİN YOK! SAVAŞ YOK! IRK YOK! DEVLETLER YOK! SİYASET YOK! OKULLAR YOK! ÇALIŞMAK YOK! KİMSE KİMSEDEN ÜSTÜN YA DA ALÇAK DEĞİL! Çünkü EGO da YOK!

Sadece var olduğunuz bir boyut! Sadece varsınız ve düşündükleriniz gerçek oluyor. Dünya’dan daha üst bir boyutta olduğunuz için zaman tamponu da yok aynı Yaradanımızın bizleri kendi suretinde var ederek hedeflediği gibi ol dediğiniz oluyor.

Neler yapardınız? Tekrar ediyorum. Orada “para” kavramı yok, herhangi bir şeyi satın alarak, bu “benim” diyerek tatmin olmanız gerekmiyor! Çalışmanız gerekmiyor, okula gitmeniz gerekmiyor, savaşmanız gerekmiyor…

İYİ / KÖTÜ kavramları da yok; vicdanınızla başbaşasınız. Sadece deneyimliyorsunuz. Tıpkı çocuklar gibi evet evet çocuklar gibi… Yaradanın çocukları…

Sahi neler yapardınız? Nasıl bir cennetiniz olurdu? İçinde kimler, neler olurdu? Ben bir deniz kenarında olayım isterdim, bir Yunus ailesi olsun denizde, yanımda bir Huskey köpeğim olsun mesela…

Bir Ruh olarak cennetinizde neler yapardınız? Bunu hiç düşündünüz mü?

Birileri düşünmüş cennetin aslında nasıl bir yer olduğunu ve orijinali “What Dreams May Come” Türkçe adı ile “Aşkın Gücü” adlı muazzam filmde, başrollerde Robin Williams, Cuba Gooding Jr., Max von Sydow , Jessica Brooks Grant ile harikulade bir şekilde anlatmış. Herkesin izlemesini ve üzerinde düşünmesini tavsiye ederim.

Gerçi filmde hikaye izlenilir kılınması için aşk üzerine kurulmuş ve eş ruhlar kavramından yola çıkılmış ama yine de cennet ve cehenneme dair enfes bilgiler ve vizyon genişlemesi sunuyor.

Yazdıklarımı okuyanlardan bazıları yapacaklarını çok doğal kabul ederek ve yıllarca sorgulamadan sakladıkları öğretilere sığınarak şu düşünceye sarılabilir “kim gidip dönmüş ki öte alemi tasvir edebiliyor? Elimizdeki tek veri kutsal kitaplar ve onların sembolik olarak anlattığı ortam dışında bir cennet yok.”

Halbuki durum hiç de öyle değil, peygamberlik müessesesinin son bulmuş olması Cebrail adlı haberci meleğin emekliye ayrıldığı anlamına gelmiyor. Halen daha onunla ve diğer enerji formları ile iletişime geçip öte alemden bilgi alabilen, medyum dediğimiz insanlar var. Ama yok ben onlara da inanmam denilirse…

Ben de o zaman derim ki; Dünya’ya, yaşama şekillerimize bakın; tam da kutsal kitaplarda sembolik olarak anlatılan zevklere odaklı yaşıyor ve sürekli kavga etmiyor muyuz, Ülkeler olarak, gruplar olarak, aileler olarak, kişiler olarak? Nedir birbirimizden alıp veremediğimiz? Dünya’mıza Doğa’ya yaptıklarımız? Yaradanımız bize böyle bir Dünya kurmamız için mi indirdi kitapları? Yoksa biz mi yanlış algıladık kitapları? İçlerindeki ezoterik sembol dilini…

Peki ya bahsettiğim bu yeni anlayış Dünya üzerinde geçerli olsa, herkes “BEN” bilincinden “HEPİMİZ” bilincine geçmiş olsa, herkes yaradanın sureti olduğunun farkında olsa, ki buna Doğa, yani var olan her şeyin de dahil olduğunu hiç unutmasak ne olur?

Ben size söyleyeyim DÜNYA = CENNET olur!

Herkesin bir olduğu, herkesin paylaşmaktan yana olduğu; “komşusu aç iken kendi tok uyuyamayanlar” topluluğunun yaşadığı. Kimsenin çalmadığı, kimsenin biriktirmediği, sigortaya gerek duymadığı, her şeyin herkese eşit dağıtıldığı, kimsenin hakimiyet kurma peşinde olmadığı; ırkların, ülkelerin değil Dünya’lı olmanın önemsendiği bir toplum. Hayvanlara zulüm edilmeyen (Yunusların havuzlara hapsedilmesi ile kedi köpek ya da kuşların kişisel tatminimiz için belli alanlarda yaşamak zorunda bırakılmasının farkı yok bence.), ormanların yakılıp yıkılmadığı, tüm silahların yok edildiği ve teknolojinin sadece refah için kullanıldığı bir Dünya, cennet olmaz mıydı?

Böyle mutlu mesut bir hayal ile yazımı bitirmek işin kolayına kaçmak gibi geliyor bana ve bu sebeple farklı gibi görünen ama aynı konu ile ilintili bir mesajımı da vererek sonlandırmak istiyorum bu defa yazımı.

Ey Dünya üzerinde bedenlenmeyi seçmiş Ruhlar! Gerçekte ne olduğunuzu, özünüzün nerde yaşadığını unutup o kadar “BEN” merkezli ve maddeci varlıklara dönüştünüz ki, üzerinde oluştuğunuz, var oluşu deneyimlediğiniz, kendinizi sahibi ve hakimi sandığınız Dünya için en büyük tehdit unsuru haline geldiniz. Şuan Dünya üzerinde, tıpkı bir insanın kendi bedenini istila eden kanserli hücreleri gibisiniz ve çok yakında kemoterapi, radyoterapi, ozonterapi, depremterapi, volkanterapi ile Dünya Ana kendi bünyesinde bir temizliğe girişecek, hatta bu sürecin başladığını bilenleriniz de var. Üçüncü Dünya savaşı insanlar arasında değil, Doğa ile insanlık arasında olacak.

Bu süreçte farkında olanlar, kıymetini bilenler Doğa Ana tarafından korunacak, büyük bir çoğunluğumuz ise bu sahneyi terk etmek zorunda kalacak. Dünya’nın yükselmekte olan yeni frekansına beyinlerimizi, anlayışlarımızı uyumlamalı (tıpkı bilgisayarlarımızın programlarını güncelledikleri gibi) ve onunla bir an önce barışmalıyız!

Yine Avatar’dan örnek vermek; orada Jack Sully’nin söylediklerini hatırlatmak isterim ve tabii böylesi muazzam bir film çekip tüm Dünya’yı uyarmaya çalıştığı için James Cameron nezdinde filme tüm emeği geçenlere.

Kutsal bir ruh taşıdığına inanılan ağaç Eywa’nın önünde diz çökerek ona şöyle diyor Jack:

–       Grace’in anılarına bak ve geldiğimiz Dünya’yı gör. Orada yeşil yok. Doğayı katlettiler. Ve aynını burada da yapacaklar. Daha çok hava insanı gelecek. Hiç dinmeyen bir yağmur gibi inecekler. Tabii durdurmazsak. Onlara karşı savaşacağım ama yardım etmen gerek.

Ve yanına gelen Sevgilisi Neytiri şöyle der ona:

–       Ulu annemiz asla taraf tutmaz Jack. O sadece yaşamın dengesini korur her zaman.

Evet, filmin sonunda Eywa yani Pandora adlı gezegenin ruhu Jack Sully önderliğindeki Navi’lere destek olur ve bütün canlıları ile gökten gelenlere karşı koyar.

Peki ya biz kendimize karşı koyabilecek miyiz? Yoksa çok mu geç kaldık?

Cennet ruhlarımızın yaşadığı yer olabilir ama Dünya’ya oradan bakmayı başarabilirsek maddi yaşamımızı da cennete çevirebiliriz gibime geliyor, hem de sadece kendimiz için değil, tüm varoluş için!

Son olarak şunu söylemek isterim. Kutsal Kitaplar “indirilmiş” kitaplardır demişti bir ustam bana ve bu beni çok düşündürmüştü. Kastettiği o metinlerin gökten yere inmekten öte Yüksek Bilinçten, daha yukarıdaki boyutlardan, varlıklardan bizim algılayabileceğimiz boyuta indirilen bilgiler olduğuydu. Giderek daha çok katılıyorum onun bu savına. Ve giderek acıkıyorum öğrenmeye… Çünkü insan okudukça, öğrendikçe yükseliyor ve ruhuna yaklaşıyor.

Ne kadar çok tavşan kafasını çıkarıp şapkadan dışarı “yükseğe” bakmaya, algılamaya, hatırlamaya başlarsa şapkanın içi o kadar güzelleşecek, cennete dönüşecek!

Cennette görüşmek üzere…

Kerem Seven