Dost sohbetlerinde sıkça yinelerdik: “Tanrı durup dururken zihin açıklığı vermez, sizin de çabalamanız gerekir” diye. Özellikle aramıza yeni katılanlar  “Peki ama, derlerdi, Ne yapalım?”, “Önce beden sağlığı” derdik; “Bunun için de sigarayı bırakın, spor yapın, yoğun çalışma dönemlerinde aşırıya kaçmadan bitkisel esaslı destekleyiciler kullanın…vb, sonra bir doz da Wittgenstein!” Kimileri özel bir preparat sanırdı, kimileriyse yeni moda olmuş bir egzersiz biçimi.

Yirminci yüzyıla damgasını vuran en önemli düşünürlerdendir Wittgenstein. Hattâ kimilerine göre, ‘yirminci yüzyılın en büyük filozofu’dur. Müstesna bir düşün adamı, matematikçi ve mantıkçıdır. Zihnin nasıl bir şey olduğunu, nasıl bilgi toplayıp onları ne şekilde işlediğimizi, aklın ve zekânın işlevlerini, mantık örgümüzün nasıl çalıştığına dair ayrıntıları… hep ondan öğrendik.

Sonradan katolikliği tercih eden, yahudi asıllı fabrikatör ve oldukça varlıklı bir çelik sanayicisi olan Karl Wittgenstein’ın sekiz çocuğundan en küçüğü idi. Avusturya’nın ve Avrupa’nın en varsıl ailelerinden birisine mensup olmasına rağmen çok mütevazı bir yaşamı tercih etmişti. İlgilendiği bütün konulara tam bir bilim adamı gibi ‘duyarlı’ ama aynı zamanda da ‘kuşkucu’ yaklaşımı en belirgin özelliğidir. Önce makine mühendisliği eğitimi almış, daha sonra felsefeye yönelmiştir.

Cambridge Üniversitesi’nde Russell’ın önce öğrencisi, sonra yardımcısı, daha sonra da meslektaşı ve en yakın arkadaşı olmuştur. Sağlığında yayınladığı tek kitabı, doktora öğrencisi iken kaleme aldığı ‘Tractatus’tur (Tractatus Logico-Philosophicus: Mantıksal-Felsefî Deneme). Kitabın 1921’de yayımlanmasının ardından, bir süreliğine felsefî çalışmalara ara verip ilkokul öğretmenliği, hattâ manastır bahçıvanlığı yaptı; kızkardeşinin Viyana’da yaptıracağı evin mimari projeleri üzerinde çalıştı. ‘Tractatus’ yayımlandığında o İtalya’da savaş esiriydi. Öylesine ilginç bir kişiliğe sahipti ki, babasının ölümünden sonra o büyük servetin kendisine miras olarak kalan bölümünü kardeşlerine bağışlamış; manastır bahçıvanlığı yaparken bahçedeki alet-edavat deposunda yatıp kalkmıştır.

1930’ların başında Cambridge’e öğretim üyesi olarak döndü, 1939’da ‘profesör’ unvanı aldı; İngiliz vatandaşlığına geçti ve 1947’ye kadar profesörlük yaptı. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Londra’da bir hastanede ‘gönüllü bakıcılık’ görevini üstlendi. Bu sırada laboratuvar asistanlığı yaptı, deneylere katıldı, uzmanlık alanı olan uçak motorları dizaynından edindiği deneyimle tansiyon ve nefes ölçer gibi yeni laboratuvar aletleri geliştirdi.  Yaşamını sürdürebilmek için ne birilerine herhangi bir bağımlılığı oldu ne de akademik kariyer uğruna kendini bir yerlere beğendirme kaygısı. Hiç kuşkusuz bu da ona engin bir dinginlik, tam bir bilimsel özgürlük ve ‘tekbaşına’ olabilme imkanı sağladı. Hiçbir zaman şatafatlı bir yaşamı olmayan Wittgenstein, tek başınalığı yanında, kimilerine çilecilik gibi gelen son derece yalın, gösterişsiz; ama sürekli gerçeği sorgulamış olması nedeniyle de adetâ mistik sayılabilecek bir yaşam sürdü.

Son yıllarında psikoloji ve psikiyatri ile de ilgilendi, ancak İrlanda’da inziva yaşamını tercih etti. Bu sırada kansere yakalandı ve tedaviyi reddetti… Aynı zamanda, tıpkı annesi gibi iyi bir müzisyendi. Heykel ve mimari ile de yakından ilgilenip bu konularda eserler verdiği bilinmektedir.

Ludwig Wittgenstein, Bertrand Russell ve Gottlob Frege ile birlikte ‘analitik felsefe’nin kurucusu sayılır. Analitik felsefeciler, öncelikli görevlerinin ‘kavramların analizi’ olması gerektiğini söylemiş olmalarıyla geleneksel felsefecilerden ayrılmışlardır. Eğer bugün felsefî teolojinin sorunlarını ayrıntılı olarak ele alabiliyorsak, analitik din felsefesinden söz edebiliyor ve dinî önermelerin doğrulama kriterlerinin olup olmadığını sorgulayabiliyorsak bu kişiler sayesindedir. Hattâ ‘insan odaklı’ dinsel-mantıksal yorumlama yapabilmemizi de büyük ölçüde bu üç analitik felsefeciye borçluyuzdur. Bu durumun bir başka temel etkisi, hiç kuşkusuz bundan böyle dinsel fenomenlerin de artık iyice ‘yaklaşılabilir’, ‘dokunulabilir’ ve ‘mantık süzgecinden geçirilebilir’ hâle gelmiş olmasıdır. Ama ne yazık ki bizim ülkemizde bilim ve düşün çevreleri henüz böylesi bir nesnelliğe ulaşamamıştır. Wittgenstein’ın, yukarıdakilerin dışında kalan diğer önemli meslekî ilgi alanlarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Algının felsefesi, kesin bilgi ve kuşku, anlambilim, mantık dili, anlamsızlıklar, totolojiler, ‘anlam’ın kendi başına var olamayacağı, anlamı mümkün kılan nedenler, bilginin sınırlarının mantığa bağımlılığı… vd. Ve şu önermesi, onun düşünce yapısını yansıtması bakımından önemli bulunmuştur: “Konuşulamayan ve üzerine mantık yürütülemeyen konularda susulmalıdır!”. Ona göre ‘felsefe yapmak’, tarihsel geçmişle uğraşmak değil, felsefî düşünce üretmektir. Yani sonunda ‘düşünce üretmek’ olmayan bir çaba ya da süreç felsefe yapma sayılamaz. Olsa olsa ya başkasını taklit veya ‘felsefe tarihçiliği’ yapmak olabilir. Felsefenin amacının ‘terapi’ olması gerektiğini söylemiştir. Yani, insanları dilin karmaşıklığına esir olmuşluktan kurtarmak, onlara çıkış yolları göstermek de bir terapidir. Bu amaçla da öncelikle dilbilgisi sorunları çözümlenmeli zamanla da ağırlıklı konu, artan bir biçimde ‘mantık’ olmalıdır.

Wittgenstein, kendisi bir mistik olarak tanımlanamasa da, düşünce sisteminin ve sürecinin bütününde, eski ve yeni hemen tüm mistikler gibi, iç ve dış dünya düalizmini sürekli reddetmiştir.

…..

Felsefe yaşamında, kesin sınırlarla ayrılması hayli güç olmakla birlikte  ‘Üç Dönem’den söz edilir.

Wittgenstein’ın ilk yılları ‘Mantıksal Çözümleme Dönemi’ olarak adlandırılır. Bu döneme ‘Dilin Mozaik Kuramı’ diyen düşünürler de olmuştur.

1929’da Cambridge’e döndükten sonra ilk çalışmalarını gözden geçirmiş ve yeniden yorumlamıştır. Yeni döneminin ilk eseri olan ‘Felsefî Soruşturmalar’ ancak ölümünden sonra yayınlanabilmiştir. Kendi adıyla yayımlanan tüm diğer eserleri öğrencilerinin ve yakınlarının derlediği notlarından oluşturulmuştur. İkinci dönemi ‘Dil-Çözümsel Felsefe’ ya da ‘Linguistik-Çözümlemeci Felsefe’ olarak bilinir. Çok başka konularla ilgilendiği son dönemini ise (Russell dahil) kimi düşünürler felsefeden saymazlar.

Wittgenstein’a göre anlaşmazlıklarımızın temel nedeni, birbirimizi anlayamamış olmamızdır. Ona göre bu karmaşanın üstesinden ancak dili doğru kullanarak gelebiliriz. O nedenledir ki ilk işimiz ya da felsefenin ilk görevi, dili nasıl kullandığımızı dikkatle düşünmek olmalıdır. Aksi halde bütün mantıksal çözümleme çabalarımız, anlama ve değerlendirme yanlışlıkları nedeniyle boşa gidecektir. Bu anlayış, takdir edileceği üzere ‘felsefenin akılcılaştırılması’dır. Çalışmaları ‘analitik felsefe’ye ve ‘dil felsefesi’ne o güne kadar görülmemiş ölçüde katkı sağlamıştır. Kimileri bunlara ‘zihin felsefesi’ kavramını da eklemiştir.

…..

Hemen bütün çağdaş düşünürler insanların birbirleriyle yeterince iletişim kuramadıklarından yakınmışlar ve nedenini de temelde üç etkene bağlamışlardır. ‘Dinlememek’, anlamak için ‘gereken çabayı göstermemek’ ve ‘esnek düşünememek’. Bir sonraki aşamada ise bir başka temel engele daha değinmişlerdir ki, o da ‘henüz kendimizi yeterince anlayamamış’ olmamızdır. Çünkü çoğumuz henüz ‘kendimize karşı açık ve dürüst olma’yı başaramamışızdır. Bu da, nedeni her ne olursa olsun (eksik bilgi, ön kabuller ve koşullanmışlıklar, şuursuz inanç, kaygı, endişe ve korkular), binyılların o çok ünlü “Kendini Bil!” öğüdüne kulaklarımızı tıkamış olduğumuzu göstermez mi? Kaldı ki bir başka engel de, başkasına iletmeye çalıştığımız bir şeyi ‘kendimizin ne kadar bilebildiği’dir.

İletişemediğimiz sürece yalnızlığımızın giderek artmakta olduğunu bilmem söylemeye gerek var mıdır? Nedeni, yeterince iletişemediğimizde doğal olarak ‘etkileşemeyeceğimiz’, onun sonunda da giderek yabancılaşmaya veya sürekli yabancı kalmaya devam edeceğimizdir. Ama sorunun temelinde yine de öncelikli olarak kendi kendimizle özgür biçimde koşulsuz bir etkileşim içinde olup olmadığımızın doğru anlaşılması yatmaktadır.

Sözcüklere acaba karşımızdakinin verdiği anlamı verebiliyor muyuz, yoksa sadece zihnimizde yer etmiş olduğu biçimde mi anlamlandırıyoruz? Oysa ki öylesi bir durumda anlayış ve yorumlama farklılığı, esneklikten yoksunluk, kaçınılmaz olarak ortak bir düzlemde buluşabilmeye engel olacaktır. Çünkü yapay benliğimiz olan ‘ego’muz bizi öylesine koşullandırmış ve gerçek-kendi’mize o denli yabancılaştırmıştır ki…

Bu konu neden bu kadar önemseniyor diye sorabilirsiniz. Gerçekte bu öylesine büyük bir sorundur ki, kendimizi de doğayı ve evreni doğru anlayabilmemiz de bu süreçteki sorunların aşılabilmesine bağlıdır. Yani anlama meselesi çözümlenmedikçe yalnızlıktan kurtulamaz, anlaşılmamış olmaktan yakınamaz, karşımızdakiyle ve toplumla doğru ve düzenli bir ilişki kuramaz, korkularımızdan soyutlanamaz; kısacası gerçek anlamda ‘kavrama’ yeteneğine sahip olamayacağımızdan zihinsel bakımdan da yeterince özgür olamayız.

Toplumdaki yanlış anlamıyla hoşgörü, sadece sabırla ama anlamaksızın dinleme değildir. Bu durumun görünürde içerdiği sanılan saygı yapay, hoşgörülü gibi görünen tavrı ise sahtedir. Nedeni, anlamak için yeterince çaba sarfetmememiz ve bir türlü gerçek bir araştırıcı olmamamızdır. Bu durumda belki karşımızdakini ona değer verdiğimize, hattâ anlayıp onayladığımıza inandırabiliriz; ama gerçekte kendimizi de karşımızdakini de yanıltmaya devam etmiş oluruz. Belki kimi zaman bunu yeterince fark edemeyebiliriz de; onun nedeni kendimizle doğru iletişim içinde bulunmamamızdır.

…..

Wittgenstein, tamamen ‘ahlâksal’ olan bir tanrı kavramının varlığına inanıyordu. Yani aslında ne hristiyanlığa ne de kişiselleştirilmiş bir tanrıya inanmıştı. Onun inancına ancak ‘pozitif dindarlık’ denilebilirdi. Ona göre, kişilerdeki tanrı kavramı, zihinlerdeki hayatın anlamının ne olduğuna göre biçimlenebilirdi. Aslında hayatın anlamının düşünülmesi demek olan dualarımıza da kanaatlerimiz biçim vermekteydi.

Bize göre de, dünyanın anlamına ve doğal düzenine olduğu gibi, içimizdeki karmaşanın nedenlerine de erişemediğimiz sürece, gerçekte bilemediğimiz ve hiçbir zaman da bilemeyeceğimiz, ama bize dayatılan ya da kendi kendimize oluşturduğumuz, bir anlamda modifiye edilmiş ya da işimize gelen türden bir tanrı inancına bağlanmaya devam ederiz. Oysa ki Halife Ali’nin ve ondan sonra gelen velîlerin de dediği gibi “Tanrının zâtından sözedilemez!” Zamanında Wittgenstein bu konuya biraz daha farklı biçimde yaklaşarak daha 1916’da şunları yazmıştı: “Tanrıya inanmak, hayatın bir anlamının olması demektir… Hepimiz, kendi dışımızdaki bir iradeye bağlanma eğilimindeyizdir… ve o bağlı olduğumuz şeye ‘tanrı’ diyebiliyoruz.” O nedenledir ki dinsel kuram, kural, inanç ve uygulamalarda ‘mantık’ aramaktan kaçınırız. O zaman yaşamın kendisine de doğal haldeki tanrısallığa da, tamamen öznel yoruma bağlı ve gerçekte herkese göre farklılık gösteren çok sayıda değişik anlamlar yüklemeye başlarız. Yani, Arabî’nin dediği gibi “gerçekte zihinlerin sayısı kadar farklı inanç biçimi vardır”. Wittgenstein’a göre de bütün böylesi sanallıklar gerçekte hiçbir şeyi, dolayısıyle ‘tanrı’ fikrini de temsil edemezler. Ve o yüzden, kurallarına uyup kimi ritüellerini uygulayarak dinsel olmak işin kolay tarafıdır. Halbuki ancak bütün bunları ve her türden zihinsellikle dayatmacı-ayrımcılığı aşabilen ‘bütüncül’ bir zihin, ‘dindar’ bir zihin olabilir. Dindar bir zihin tanrıyı hiçbir yerde aramaz; hele kendisini ona dinseller gibi sıklıkla hatırlatmaya da kalkmaz. Çünkü onun ‘her yerde’ olduğuna inanır.

Bizim için düşünsel olarak bir şeyin önemi ve değeri, ona ait kabul ve önermelerimiz ile, verdiğimiz anlama, yüklediğimiz kuramsal kıymetlerin toplam ağırlığına bağlıdır. Kendi kurgulamalarımızın yeterli olmadığı durumlarda, organize inançların resmî görevlileri yardıma (!) koşarlar. Bu da zaten onların ‘işi’ ve ‘görevi’dir. Dinselin dünyası işin içine bolca metafiziğin, özünde birilerinin kişisel değer yargılarının, mutlak ve değişmez gerçeklikler olduğu iddia edilen, deneyimlenip gözlemlenmesi mümkün olmayan, korkular ve umutlarla harmanlanmış organize tasavvurların yoğunlukta olduğu bir dünyadır… Wittgenstein’ın ‘anlam verme kuramı’na göre burada konuya dahil olan resmî din görevlilerinin işi artık, kendilerinin de bilmediği ‘sanal’ geçekliği ‘tasarlanabilir hâle getirmek’ olur. Fiziksel ya da bilimsel mantık bu noktadan sonra ‘devre dışı bırakılır’ ve bütün inananların ortaklaşması zorunlu kabul edilen ‘anlamlı bir uygunluk oluşturma ve uyumluluğun kabulü’ne çalışılır. Ona göre eğitimin amacı (din eğitimi de dahil) özetle budur. Böylece, gerçekte nesnelerin durum ve nitelikleri ile olguların toplamı olması gereken gerçek dünya önemini yitirerek, onun yerini sanrıların ve sanal-gerçekliklerle dinselliğe uygun faraziyelerin ve ona ait kabullerin ağırlıkta olduğu ‘dışarıdan dayatılmış’ yapay inançların oluşturduğu ve tabii fizik yerine bolca metafizikle harmanlanmış bir başka ‘zihinsel’ ve ‘kurgulanmış’ dünya almaya başlar… Öyle ki zamanla dinsel inanç fazlasıyla güçlenir ve herhangi bir dinsel önermenin nasıl ‘doğrulanacağı’na dair her türlü soru anlamını yitirir; hattâ kuşkulanma dahi yasaklanır ve giderek ‘soru sorulamaz’ hâle gelinir.

Sürecin doğası gereği, bilinmeyeni araştırmak, bilim adamının ‘görevi’; bilinemeyen hakkında hiçbir şey bilmeksizin anlam vermeye kalkmaksa dinadamının ‘işi’dir. Çünkü sanal da olsa bir anlamı olmalıdır ki, ‘kabul edilebilirliği’ de olabilsin. Ama dinsel önermeler ‘doğrulanamaz’lar; çünkü doğrulanmaları istenmez. Kaldı ki doğrulamanın nasıl yapılacağı da bilinemez. Bunun için önce olgunun ‘bilinebilir’ olması gerekir ki, ona eriştirecek önermenin bir anlamı olabilsin…

Wittgenstein, ‘Tractatus’ta şöyle der: “Öncesizlik ve sonrasızlık açısından bakıldığında (dahi) dünya (ancak) ‘sınırlı bir bütün’ olarak görünür”. Öncelikle zihnini ‘sessizleştirmesi’ gereken mistik de dünyayı bu şekilde algılayacaktır. O nedenledir ki din adamına göre, ‘dünyanın anlamı’ ancak ‘dünyanın dışında’ bulunabilecektir; ve öngörülmüş (dayatılmış) olan bütün değerler, anlamın doğru anlaşılmasını engelleyecektir. Wittgenstein bu konuda öylesine güzel bir yorumlama yapar ki, hayran kalmamak elde değildir: “Dünyadaki her şey nasılsa öyledir (olduğu gibidir) ve nasıl olup bitiyorsa öylesine olup biter. Dünyada kendiliğinden bir değer yoktur; ve eğer (kendi başına) bir değeri olmuş olsaydı, böylesi bir değerin ‘değeri olmayacaktı”.

Onun derdi her zaman, ‘söylenebilir olanı açıkça tanımlayarak, (hâlen) söylenemez olana yer açmak’ olmuştur. Çünkü ona göre, hayatı problem hâline getiren, onu bir problem gibi çözmeye çalışmaktır. O nedenle de çözmek istiyorsak, önce onu problem yapmamalıyız. Wittgenstein’a göre, ahlâki ve dinî sınırları koyduktan sonra, onun üzerine konuşmaya çalışmak, mistiklik değil ancak ileri derecede gevezelik olabilir.

Ona göre örneğin, ölümden sonra başka bir hayatın varolduğuna (gerçekte bilmeksizin) inanmak, bu dünyanın yalın anlamını büyük ölçüde değiştirebilecek ve insan düşüncesini, algısını, davranışlarını bütün bunlara dair inancı oranında etkileyebilecek bir şeydir… Yakın dönemlerdekiler ve çağdaşlarımız olanlar da dahil, mistiklerin hemen tamamı ölümün ‘yaşanması kaçınılmaz olan bir deneyim’ olduğunda ne kadar ısrarcı olsalar da Wittgenstein’ın bu konudaki yorumu oldukça farklıdır. Ona göre “Ölüm, yaşamın kendisine ilişkin bir olay olmadığından, yaşanamaz.” Böylesine yalın ama mistiklik-karşıtı söylemine rağmen, yaşanabilecek tek ‘ân’ın ‘şimdi’ olduğunu söyler ve ‘sonsuzluk’ kavramına bambaşka bir anlam verir: “Hayatımız ancak görüş alanımızın sınırsızlığınca sonsuzdur.” Ve ona göre “insan ruhunun ölümsüzlüğünün, yani ruhsal bir yaşamın sonsuza kadar ya da ölümden sonra da devam edeceğinin görünürde hiçbir garantisi yoktur.” Ona göre, tüm ahlâki değerler gibi din de toplumda ve kişilerde kendiliğinden oluşmamış, çeşitli yorumlamalar ve değer yargılarıyla ‘dışarıdan dayatılmış’tır.

Biz de dinsel kurum ve kavramlara, kendilerine dayatıldıkları gibi ‘bilmeden inananlar’ın, bilmeden inanmış olduklarını bir türlü kabul edemediklerini (şuursuz inanç); üstelik akıl ve mantığa vurmaktan da, araştırıp sorgulamaktan da nasıl korkup çekindiklerini hemen her gün gözlemlemiyor muyuz? Bize göre de, tüm dinsel sistemler ve her birinin az ya da çok farklı yan yollarına ilişkin inanç biçimleri, kanıtlanamamış oldukları için, henüz ‘ne’ olduklarını bilemediğimiz şeylerin, kalkıp bir de ‘nasıl’ olması gerektiğini dayatan ‘kaba totolojiler’dir. Dinin ‘kabulü zorunlu’ kurallarına ve iman esaslarına inanç; bir şeylere ‘bilmeksizin inanmayı’ kalkıp bir de yücelttiği gibi, inanılan şeylerin ‘sürekli hatırlanması’nı da zorunlu kılmaktadır. Hatırlamış olmak da yetmez, buyrukların periyodik olarak uygulanmasını, ileride ödüllendirileceğine dair umutlarla ve itaatsizlik durumundaki ‘cezalandırılma korkusu’ ile harmanlayarak kabullendikten sonra, onlara bir de kaçınılmaz olarak ‘kutsallık’ izafe ederek ‘bağlanmış olmak’ da aynı şekilde zorunludur.

Bundan fazlası ‘doz aşımı’na gireceğinden, buradaki ‘bir dozluk’ aktarım, yorum ve değerlendirmelerimize şimdilik kaydıyla son veriyoruz…

A. Kerim Soley