O daha altmışların başında üç binli yılları gören, algılayan adamdı. Gözleri, dünyayı, dünyayı saran atmosferi, uzayı aşar, güneş sisteminin dışına taşardı. Bir sürü kitap yazdı, bir romanıyla efsane oldu. Uzun zaman tartışıldı o roman. Bizler o romanın filmini gençlik yıllarımızın başında seyretmiş, açıkçası pek de fazla anlayamamıştık. Hatta o zamanlar pek çok ortamda filmden kimin ne anladığı yönünde tartışmalar yapılıyordu.

O filme konu olan kitabın yazarı İngiltere‘nin Somerset eyaletinin Minehead kıyı kasabasında doğdu. Çocukken gökyüzünü gözlemlemekten ve eski Amerikan bilim-kurgu dergilerini okumaktan büyük keyif alırdı. Liseyi bitirdikten sonra, Richard Huish Üniversitesi’nde okumaya başladı, fakat maddi sorunları yüzünden üniversite eğitimini karşılamakta zorluk çekince okul yurdunda denetçi olaraktan işe başlamak zorunda kaldı.

II. Dünya Savaşı sırasında, kraliyet hava kuvvetleri bünyesinde radar teknisyeni olarak görev alan yazarımız, Britanya Savaşı sırasında kraliyet hava kuvvetlerinin geliştirdiği “erken radar uyarı sistemi” projesinde görev almış, savaşın bitimiyle ordudan teğmen rütbesiyle ayrılmıştı. Savaşın ardından girdiği King’s College’ın matematik ve fizik bölümünü birincilikle bitirecek kadar zeki ve akıllıydı. Savaş sonrası yıllarda, Interplanetary Society‘e katıldı ve birkaç yıl bu kurumun yöneticiliğini yaptı. Dünyayı çevreleyen telekomünikasyon uydu ağının oluşturulması için gerekli geostasyonel uydu fikrini ilk öne süren kişiydi.

Çocukluğunda yakalandığı bir hastalık nedeniyle yaklaşık 30 yıldır tekerlekli sandalye kullanan yazarımız, 50 yıldır yaşadığı Sri Lanka’da, ölümünden 4 gün önce hastaneye kaldırıldı, 19 Mart 2008 günü, solunum yetmezliği sonucu hayatını kaybetti…

Haydi sizleri daha fazla merakta bırakmayalım. Bahsi geçen yazarımız, ünlü “2001 Space Odyssey” romanının yazarı Sir Arthur Charles Clarke’tır. Kendisi, Robert A. Heinlein ve Isaac Asimov‘la birlikte, bilimkurgunun üç büyük yazarından biri olarak kabul edilir. Onun en meşhur romanı da 1968 yılında yazılıp Türkçeye “2001 Bir Uzay Destanı” diye çevrilen ve ünlü yönetmen Stanley Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan “2001 A Space Odyssey” romanıdır. Ben gençlik çağlarındaki bilgi ve birikimimle (biraz da o zamanki çevirilerin yetersizliği nedeniyle elbette) tamamını anlamamakla birlikte, yetmişli yıllarda izlediğim “2001 A Space Odyssey” romanının çok fazla etkisi altında kalmıştım. Daha geçenlerde o romanın/filmin devamı olan 2010 Space Odyssey filmiyle karşılşınca gerçekten çok heyecanlandım. Geriye dönerek o ilk romanı buldum, sonra devamı olan “2001 A Space Odyssey”, 2010 Odyssey Two”, 2061 Odyssey Three”, 3001 Final Odyssey” romanlarını bulup en baştan başlayarak hepsini okudum. Ve doğal olarak Clark’ın o muhteşem ileri görüşlülüğüne, hayal gücüne yeniden hayran oldum. Clark, o müthiş hayal gücüyle bana 1800 lerin ikinci yarısında “Aya Seyahat, Denizler Altında 20.000 Fersah, Arzın Merkezine Seyahat ve 80 Günde Devr-i Alem” gibi yüz yıl sonrasının romanlarını yazan Fransız romancı Jules Verne’i anımsatıyor. Ama Jules Verne’den farklı olarak, yüz değil, binlerce yıl sonrasının hikayesini anlatıyor…

2001 A Space Odyssey filmini izledikten sonra, kendi başına insiyatif kullanarak mevcut hedefi değiştirmek isteyen gemi kumandanlarıyla, derin uykuda bekletilen uzay gemisi personelini öldüren bilgisayar HAL’i asla unutamadım. Devam filminde Hal 8000 ile karşılaşmak beni hayli şaşırtmıştı aslında. Bana göre, Terminatör ve Matrix benzeri, bilgisayarların ve makinelerin insanlığı yok etme çabalarının anlatıldığı filmlerin çıkış noktası da bu romandır. Bu dizinin en önemli kavramlarından biri de o meşhur “siyah dik dörtken formlu” taş figürüdür. Hani filmde ilkel insanların kendilerine ait olduğunu düşündüğü topraklar için birbirlerini silah kullanarak -burada silah, iri bir hayvanın uyluk kemiğidir- öldürdükleri yerde ilk kez görülen o meşhur siyah dik dörtken blok. Daha sonra ilk filmin devamı niteliğindeki 2010 filminde, aynı siyah blok’u Jüpiter’in yakınında görürüz. Daha sonra Jüpiter, o bloklar sayesinde içine çökerek güneş sistemindeki ikinci güneşi oluşturur ve yeni canlı türlerinin yaşam bulmasına neden olur. O siyah blok’un hala mevcut ya da milyonlarca yıl önce yok olmuş bir uygarlığın -yazara göre uzay çiftçilerinin- tohum ekmekte kullandıkları bir çeşit tarım aleti olduğunu öğreniriz sonuçta. 3001 Final Odyssey romanında ise Clarcke’ın hayal gücü tüm zincirlerini kırmıştır. İlk romanda HAL tarafından uzay boşluğunda ölüme bırakılan astronotun bulunup tekrar yaşama döndürülmesiyle -o astronotun gözünden bizler- 3000 li yılların şokunu yaşarız. Örneğin dinozorlar yeniden yaşama döndürülmüş çocuk bakıcılığı yapmaktadırlar. Tanrı ve din kavramına bakış açısı çoktan değişmiştir. Bu günlerde gelecek için hayali kurulan uzay asansörlerinden dört kıtada tam dört tane inşa edilmiştir…

Yazarımız ve romanları üzerine daha uzun uzun konuşulabilir, geleceğe ilişkin hayal ve öngörüleri tartışılabilir. Ama her şeyin ötesinde, genel anlamda bir dinsel bağnazlığın tüm dünyada yeniden egemen olmaya başladığı şu zamanlarda, bence tüm açık görüşlülüğü ile Clarck’ı yeniden okumalı, yeniden değerlendirmeliyiz değerli okurlar.

Arthur C. Clark’ın öykü ve romanlarıyla kazandığı ödüller;

1956 The Star : Hugo Best Short story ödülü
1973 A Meeting with Medusa : Nebula Best Novella ödülü

1974 Rendezvous with Rama : John W Campbell Memorial Award Best Novel ödülü

1974 Rendezvous with Rama : Nebula Best Novel ödülü

1974 Rendezvous with Rama : Hugo Best Novel ödülü

1980 The Fountains of Paradise : Nebula Best Novel ödülü
1980 The Fountains of Paradise : Hugo Best Novel ödülü

Sabit Sümer